December 30, 2011

Tek dileğim BARIŞ!

Hiç düşünmüyordum yeni yıla özel bir yazı yazmayı. İnanmıyorum çünkü bu yeni yıl safsatalarına. Madem iyi bir şeyler olması bekleniyor, bir şeylerin değişmesi isteniyor, bunu yeni yıldan beklemek, ertelemek niye? Her daim istenmeli, uğraşılmalı uğrunda, çaba gösterilmeli diye düşünüyorum. Aksi bana samimiyetsiz geliyor.

Buraya pek fazla kötü şeyler yazmak istemiyorum. Umutsuzluğa boğulduğumda yazmamayı tercih ediyorum. Çünkü umut dolu insanları, bir şeyler için uğraşan insanları demoralize etmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Onun yerine açıp akıntıya karşı kürek çeken insanların yazdıklarını okuyup cesaretimi toplamaya çalışıyorum. Ama bu sefer dayanamadım, yazıyorum. Gerçekten çok üzüldüm, çok üzgünüm...

Hergün reader'ı açıp haberleri okuyorum ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan savaşlar beni çok üzüyor. Yargısız infazlar, intihar saldırıları, tecavüzler, cinayetler, bombolama eylemleri, ekonomik kriz, depremler, sel felaketleri, baskılar, tutuklamalar, en fenası da bunlara karşı yaşanan akıl tutulmaları...

Evet, son olarak 35 gencin insansız savaş uçakları tarafından öldürülmesi!!! İnsan-sız!!! Sızım sızım sızlatıyor kalbimi. İçimde bir YETEEEEEEEEEEEEEEEER hissi uyandırıyor. Bu insanlar sivil ya da değil, masum ya da değil, önemli olan bu insanların kim olduğu değil. İnsanlar öldürülüyor! İç sızlatan yöntemlerle katlediliyor! Savaş tırmandırılıyor, şiddet meşru kılınıyor! Nereye gitti bizim konuşma becerimiz? Konuşarak anlaşan canlı türüne insan denmiyor muydu? Böyle öğretmişlerdi bize ilkokuldayken. İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa... Şimdi kokuşmuş bu insan bozuntuları, gerçekte var olmayan, hayali sınırlar için, kanla çizilmiş sınırlar için kirli savaşlarını meşru kılmaya çalışıyor! Ben kabul etmiyorum. Bunu kabul edemiyorum. Hiçbir savaş meşru değildir, hiçbir şiddet meşru değildir. Bu kan hepimizin kanıdır.

Nasıl olacak bilmiyorum ama diliyorum, barış diliyorum, yalnızca barış, hepimiz için barış, herkes için barış, hemen şimdi BARIŞ!

December 21, 2011

Yeni bir dönemin başlangıcı

Sonunda bir dönem daha bitti hayatımızda. Zorlu ve yoğun geçtiği için iyi bir tatili hak ettiğimizi düşünüp kendimizi güney sahillerine attık. Yolda YavruSu, iştahlı bir şekilde siyah bir adama bakarken "yiycem ben bu amcayı" dedi. "Hayırdır!?!" der gibi bakınca, "çikolata amca o, yiycem ben onu" diyerek mutlu mutlu yalandı :) Sonra bir de "gidicem ben" dedi, "uzaklara gidicem, giderken de sevgilim sevgilim diye şarkı söyliycem" (kendi uydurduğu bir şarkı). İşte dedik 3 yaşın kerameti buymuş :P Şimdiden sevgiliyle kaçma planları, ileride yandığımızın resmi... Neyse ben tatile çıkmadan kapanan dönemle ve başlayan dönemle ilgili bir yazı yazmıştım, geç olmadan yayınlayayım dedim. Dönem mi, güz dönemi değildi elbet ama gelen dönem sanırım bahar dönemi :)
* * * 
Sonunda şu meşhur 0-3 yaş döneminin sonuna geldik biz de. Sanki 18 yaşını doldurmuş gibi heyecanlıyız. Hep derlerdi de pek inanmazdım, her şey bir anda değişiyor diye. Daha önce yazmıştım, bizim CadıSu kendinden küçük çocuklara karşı karanlık birtakım duygular besliyor diye. Önceleri bu çocuklara karşı söylediği gibi kötü davranmasından çok korkardım. Fakat o bir şey yapmazdı. Sonra bu duygularının aslında çocuklara değil bana karşı olduğunu anladım. Nurtureshock kitabında okumuştum, kardeşlerle ilgili yapılan araştırmalarda aslında büyük kardeşin küçük kardeşe öfke duymadığını, onunla ilgili bir sorunu olmadığını, esas tepkisinin ailesine karşı olduğu yazıyordu. Yani böyle büyük büyük söylenirken aslında öfkesi banaydı. Çünkü bir yandan benden ayrışıp birey olmaya çalışırken bir yandan da hala içi gidiyordu. Üstüne ben de bu çelişkili döneminde, her zaman olduğu gibi çocuk gördüm mü dayanamayıp, ağzımın suyu akarak saldırıya geçiyordum. 

Dün de N.'yi görünce dayanamadım yine. Tabii başladı hemen bizimki: "ben N.'yi sevmiyorum, o gitsin" diye söylenmeye; ben de "ama bak o çok tatlı, seni çok seviyor" diye nutuk atmaya. Neyse sonra yemeğe oturduk. Bizimki sürekli N.nin yanında olmak istiyor. Dedim tamam artık, bu gece gitti çocukcağız; bizim cadı Su, ya bir yerini sıkıştıracak, ya kafasını tuttuğu gibi yemeğin içerisine sokacak... Sürekli gözüm üstünde artık. Ama neyse ki gayet sakin geçti. Yine de ben gözümü üstünden ayırmadım. Yemek bitti, sonra bizimki L.nin hediye ettiği ukulelesini eline aldı ve yılbaşı ağacının yanına kuruldu. Ortamın atmosferine uygun başladı Jingle Bells çalıp söylemeye. Sonra N. geldi yanına, "allah dedim bu sefer kesin gitti çocuk, kafasına ukuleleyi yiyecek, bir daha da yüzüne bakamayacağım annesinin-babasının... çocuk da nasıl tatlı bir minnak. Ve işte o an sihirli bir şey oldu, benim 3 yaşına henüz basmış kızım, bu sefer gitsin etsin demedi, "şimdi N.'nin turn'ü, N.çalsın" dedi. Biz bir sevindik. Özellikle de ben bir coştum, bir coştum :) Yalnız öyle coşmuşum ki T.'den uyarı geldi: "videoda yalnızca senin sesini duyulacak, bırak biraz da kızlar söylesin" diye. Hemen T.Su da uyardı, "only girls can sing, mommies and daddies sit" (sadece kızlar söyleyebilir, anneler babalar otursun) diye, neyse sonra dans etmemize izin verdi sağolsun sıpa. Ancak herkesin sakince yemek yediği restoranda 4 deli olarak damgalanmak istemediğimiz için sessizce yerimize oturmayı tercih ettik.


Yerime otururken kızımın biraz daha büyüyüp yeni bir döneme girmiş olduğunu anladım. Bu dönem psikolojide ödipal dönem olarak geçiyor. Çocukların anneden ayrışıp bireyleşme dönemi. Yalnız bu ayrışma öyle kolay olmuyor. Özellikle de kız çocukları için. Erkek çocukları anneden ayrışıp babalarını ya da hayatlarında başka bir erkek figürü varsa onu rol model alıp yollarına özgürce devam edebiliyor. Ama kız çocukları anneden ayrışmaya çalışsa da genellikle rol modeli yine anne olduğu için tam olarak bir ayrışma yaşayamıyor. Bir yandan ayrışmak ve kendisi olmak isterken, diğer yandan annesi gibi olmaya çalışıyor. Büyüyünce, "annem gibi olmayacağım, onun gibi davranmayacağım" derken hiç beklemediği bir anda içerisinden annesi çıkabiliyor. Bir dakika yav, bu annemin sesi değil miydi, ne işi var burada diyerek hayretler içerisinde kalırken aynı onun gibi kızdığını, onun gibi davrandığını görmesi başta biraz travmatik olabiliyor. Kız çocuklarının ayrışma süreci anneler için de zor aslında. Okuduğum şu makalede, annelerin genellikle kız çocuklarını kendilerinin bir uzantısı olarak gördüğünü, içlerinde hem annelerinden hem de kızlarından bir parça taşıdıklarını, hatta bazı annelerin fazlaca özdeşleşip sınırları kaybettiğini, kimin anne kimin kız çocuk olduğunu unuttuklarını söylüyordu. Bu dönemde anne de kendi çocukluk dönemine dönüyor ve kendi çocukluğunu yaşamak isteyebiliyormuş. Annesinin yaptığını düşündüğü yanlışları yapmamak ya da onun için yapmadığını düşündüğü şeyleri yapmaya çalışmak ama sonuçta kendisinde annesini bulmak mümkün olabiliyor/muş. Bazen de çocuk gibi davranabiliyor, partnerinden de ona annelik yapmasını bekleyebiliyormuş (sanırım bu dönemde cinsel ilişkiden soğumanın nedenlerinden biri de bu). 

Evet, anneler ve kızları arasındaki 'meşhur' ilişkinin temelleri bu dönemde atılıyor. Kız çocukları, bir yandan anneden ayrışıp ("anne bu oyunda yok, anne gitsin çamaşırlarla oynasın", "baba yıkasın ellerimi, baba yaptırsın kakamı, baba uyutsun beni") birey olmaya çalışırken ("ben yapıcam, kendim yapabilirim") bir yandan da hala anne gibi olmaya çalışabiliyorlar ("o senin kocan değil, o benim kocam, sevgilim, tatlişkom, herşeyim" hadi bu tamam da benim gibi pet takmak istemesi, hatta tuvalet kağıdından bir parça koparıp kilodunun içerisine koyup bütün gün ben de pet taktım diye dolaşması... :-) Ha bir de benim annem olduğunu iddia etmesi... Belki de ben çocuk gibi davrandığım için, olur olmadık şeylerde onunla inatlaştığım için... Ama sağlıklı bir ayrışma yaşanması için anneye çok iş düşüyor. Erkek çocuk anneleri bu dönemde çocuklarının daha bağımsız olmasını desteklerken kız çocuk anneleri kızlarını kendi uzantıları olarak görmeye devam edip onların bağımsız bir şekilde gelişmelerine engel olabiliyormuş. Sağlıklı bir ayrışma için annenin de çocuğu bırakması, kendisini çocuğu üzerinden tanımlamaktan vazgeçmesi gerekiyor; ayrıca çocuğun bakımına mutlaka başka insanların da dahil olması gerekiyormuş. 

Evet T.Su, istemiyorsan müzikle uğraşmak zorunda değilsin annecim, ama babanın izinden gidip matematiği de seçme :P Şaka bir yana kimsenin hayallerini yaşamak zorunda değilsin, kendin olacaksın, kendin olmalısın ve biz seni, gölge etmeyecek bir mesafeden, takipte olacağız. Ha bir de sevgilinle kaçacak olursan söyle olur mu ;) Yeni yaşın kutlu olsun canım kızım, seni çok seviyoruz!  

December 11, 2011

"Geri Dönüşüm" Muhteşem Olacak

"...Bir gün içerisinde ne kadar çok çöp oluşturduğumuzu fark ettiniz mi? Sabah içtiğimiz sütün kutusundan, akşam yediğimiz portakalın kabuğuna kadar her şey çöp kovasına giriyor ve şehir çöplüğünde birikiyor. Kendi çöpümüzü örnek alarak, Türkiye'nin ve Dünya'nın çöpünün ne kadar büyük bir kirliliğe neden olduğunu tahmin edebiliriz. İşte bu kirliliği en aza indirmenin bir yolu geri dönüşümdür. Kirliliği azaltmak dışında, geri dönüşümün daha başka iyi yönleri de var. Örneğin geri dönüşüm sayesinde bir ürün elde etmek için daha az doğal kaynak harcanır. Ayrıca geri dönüşüm için gereken enerji, yeni üretimdekine göre daha azdır. Böylece daha fazla elektrik santraline de ihtiyaç duymayız..."

Yazı, Burcu Parmak adlı genç bir yazar tarafından yazılmış, Çevreciyiz sitesinin Çocuk ve Çevre bölümünde yayınlanmış. Devamını buradan okuyabilirsiniz.

Geçen haftalarda Selen yazmıştı bir de: Var mı orjinal fikirler?
Sonra Evren yazmıştı: Kayın hanım, palamut bey ve kanatlı danslar topluluğu
Sonra yine Evren yazmıştı: Hindiba üretime geçiyor! Sen de var mısın?
Berceste cevap vermiş bugün: Suffolk Puff - Yo Yo Patchwork - Parmakları Çalıştırmak - Geri Dönüşüm
Yasemin yazmış dün: küçük adımlar :: küçük yaşta alınan kararlar dünyayı değiştirebilir 
Her Telden FadişMutlu Eller ve Nazan'ın Hobi Atölyesi zaten hep yazıyor, geri dönüşüm harikalarını. Blogları süper yaratıcı çalışmalarla dolu :) (Bu arada başka unuttuğum varsa lütfen yorumlara yazın, yazıya ekleyeyim link olarak)

Ben de gururla sunuyorum: Pek muhteşem geri dönüşümlerim :-)

Basamak

Eve gelen bir kolinin kutusu boşaltılır, içerisine yıllardır biriktirdiğiniz pek *kıymetli* makaleleriniz konulur. Sonra yavrunun doğum gününde gelen hediyelerden birinin paketi ile kaplanır. Kariyeriniz yavrunuzun ayakları altında çiğnenirken, 50 dolar vermekten kurtuldum diye sevinerek kendinizi avutabilirsiniz (ama sakın kazanma ihtimaliniz olan 50 bin doları düşünmeyin :P) Bir de uyarı: gün geçtikçe içindeki makaleler arada sizi rahatsız edebilir, hiç oralı olmadan yanından geçip gidin, görmezden gelin. İleride, yavrunuz büyüyüp size sataştığında, "senin için kariyerimi ayaklar altına aldım" diye trip yapmak için kullanabilirsiniz. 


Kalemlik



Ayakkabı kutusunun kapak kısmı kesilerek kutunun içerisine dikey olarak yerleştirilir ve bir bölmeye boya kalemleri diğerine makaslar veya tercihe göre kalem açacağı gibi şeyler konabilir. Bu pratik çözümün yanında bir de çocuğa çizerek istediği herşeye sahip olabileceği gösterilir. Bkz.: konuyla ilgili ilk resim. Christmas tree (noel ağacı) diye başınızın etini yiyen çocuğa al sana ağaç deyip çizilir. Sonra ağacı süslemesi için, boya kalemi, sticker vs. sağlanır. Artık o ağacı istediği gibi süsler ya da bizim şekilde olduğu gibi tembellik edip her şeyi anneye yaptırır, sonra anne o kadar uğraştı, gücenmesin gariban ben de bir şey yapayım bari diyerek lutfen iki tane süs eklenir. Ama yine de sevinirsiniz, hem kendiniz bir şeyler yaptığınız için hem de "geri dönüşüm" muhteşem olduğu için :)
İyi dönüşümler!

December 10, 2011

İbra-him/hör çıktı meydane!

Evet sonunda ibrahim ve ibrahör'le karşılaştık. Markete gitmiştik. "Annecim beni kucağına al!" diye korku dolu bir sesle bacaklarıma yapıştı. Şaşılacak şeydi; çünkü markette mümkün değildi böyle bir şey istemesi. Her zaman kendisi dolaşıp her şeyi incelemek ve tüm ihtarlarımıza rağmen ellemek isterdi. Eğildim, baktım, beti benzi atmıştı. "Ne oldu?" diye sordum. "Gidelim buradan! "İbrahim burada" dedi. Kimi kastettiğini anlamak için etrafıma bakındım. Ve hemen anladım. Görür görmez ben de ürpermiştim. Alımlı, kırk beş, elli yaşlarında bir kadındı; siyah uzun çok şık bir palto giymiş, kafasına da siyah kürkten bir Rus şapkası takmıştı. Aslında marketteki herkes gibi alışveriş yapıyordu. Ama o kesinlikle buraya ait değildi. Yok, daha önce hiç böyle birini görmemiştim bu markette --ve hatta bu kasabada. Bir ara yalnızca ikimizin gördüğünden şüphe ettim. Etrafıma baktım, kadının varlığından başkalarının da haberdar olduğundan emin olmak istedim. Ama o sırada etrafta kimse yoktu. Kadınla göz göze geldik, yüzünü incelerken bir yandan da gülümsemeye çalıştım. Öylece baktı bana. Dostoyevski romanlarından çıkmış gibiydi. Yüzü öyle çok şey anlatıyordu ki... Domates seçmek gibi sıradan bir işi yaparken bile kafasından bir sürü şey geçiyordu sanki. Bu arada bacaklarıma yapışan T.Su'nun sesiyle tekrar kendime geldim. "Annecim gidelim!"

Kucağıma aldım ve gittik, marketin başka reyonlarında gezinmeye başladık. Her şey normale döndü, kucağımdan indi ve yine neşeli bir şekilde bir o yana bir bu yana doğru koşturmaya başladı. Derken tekrar geldi, "annecim ibrahim!" diye bu sefer başka birini gösterdi. Bu, daha normal görünüşlü bir adamdı. İri yarı, uzun sakalları olan, genç biriydi. Ama yakından bakınca gözleri sanki çok yaşlı görünüyordu. Biraz ürpertici bir yanı vardı gözlerinin. Neyse, yine kucağıma aldım ve oradan da uzaklaştık. Sonra ikisini de bir daha görmedik. Sanki o an için oradaydılar. Bir görünüp bir kayboldular...

Sonuç olarak anladım ki, bu ibrahim bir kişi ya da belirli bir figür değildi kafasında. Sadece korkunç olanın adıydı.

Verdiği tepki, tıpkı Altın Kızlar'ın DVD'sini ilk kez gördüğü zamanki gibi bir tepkiydi.

- Bunlar kim? Çirkin kadınlar mı?

demişti. Korkunç, çirkin, vs. Ama bana hiç çirkin gelmemişti Altın Kızlar daha önce. Severdim onları. "Görünüşe göre yorum yapmayalım lütfen" dedim, "tanısan sen de seversin." Ama aslında onun sevgiyle ilgili bir sorunu yoktu. Öylesine gördüğü bir resim hakkında yorum yapmıştı. Fakat ben takıldım. Nasıl kibar olmayı öğretecektim, insanları dış görünüşlerine göre değerlendirmemeyi... Fakat o, birisini çirkin ya da farklı gördüğü için mesafe koymuyordu. Olduğu gibi kabul edebilirdi. Belki korkunç olanları biraz zamanla. Onlara karşı da gizemli bir ilgisi vardı, hem korkuyordu hem de tekrar tekrar bakmak istiyordu. Siyah insanlardan da ilk gördüğü zaman korkmuştu. Sonra kreşe gittiğinde az da olsa gördüğü siyah insanlar sayesinde alıştı, sevdi. Burada aileler çocuklarıyla ten rengi hakkında hiç konuşmuyorlarmış. Bunu yaptıklarında ayrımcılık olacağını düşünüyorlarmış. Oysa yokmuş gibi davranmak ayrımcılık olmaz mı? Anlatmak lazım bir şekilde, her çeşit, her renk insan var diye. İyi ki var diye. Gökkuşağı tek renk olsaydı ne zevki kalırdı yağmurdan sonra gökyüzüne bakmanın, cama yapışıp yağmurun bitişini beklemenin :)

December 4, 2011

İbrahör

YavruSu: ibrahim, ibra-him, ibrahim kız olunca ne diyorduk?
Evren: Nasıl yani? (içimden fesupanallah, yine çıktı meydana bu İbrahim; bir kız olmadığı kalmıştı...)
T.: ???
YavruSu: (tekrar sorar) ibra-him, ibra-him kız olunca ne diyorduk?
Biz T. ile: (birbirimize bakıp sırıtarak aynı anda) İbrahime, hehehe :)
YavruSu: Hayır, hani, him kız olunca ne oluyordu? ["him" İngilizce'de "onu, ona" anlamına geliyor ve erkekler için kullanılıyor]
Evren: Haaa, her oluyordu, her... (hör diye okunuyor)  ["her" de aynı adılın kadınlar için kullanılan versiyonu]
YavruSu: İbra-hör, ibrahör!
* * *
Bu ibrahim hikayesi geçen seneden beri vardı, ibrahör de aramıza yeni katıldı :P Nereden bulduysa, böyle hayali bir ibrahim var kafasında, arada onunla ilgili sorular soruyor. Hayır, Türkiye'de olsak, acayip şeylerden şüpheleneceğim ama burada yok öyle birisi. Birisi mi onu da bilmiyorum ya gerçi... Bir keresinde, "İbrahimler ner'de yaşar?" diye sormuştu. Bir "tür ismi" olabilir kafasında --kaplumbağalar, aslanlar gibi. Gerçi, başka bir sefer de "İbrahim siyah mı olur?" diye sormuştu. Aslında bir şarkıda geçiyordu ama şarkı çok eğlenceliydi. Sanırım sonradan aklında kalan ibrahim kelimesinin soundu böyle garip şeyler çağrıştırdı ona. En son bu sabah Sezen Aksu'yla, İbrahim'in siyah bir kıyafet giydiğini söyledi. Sezen Aksu CD'sini de çaldırmamıştı zaten geçen gün; "Kezen Aksu dinlemeyeliiim, o şarkıları ağlaya ağlaya söylüyoo" diyerek. Bu ibrahim ya da ibrahör de ağlak bir şey olabilir. Her kimse ya da neyse, bizden çok uzakta, yanımıza gelemez dedik ama ikna olmadı; meydanı boş buldukça, çekinmiyor, çıkıyor sahneye.

Okulda da çıkmış. Birkaç kere kaza olunca sorduk neden tuvaleti tercih etmediğini. Gidememiş, çünkü tuvalette monster (canavar) varmış. Öğretmeniyle konuşmuş; ona anlatmış; monster'ların çıkardığı sesi göstermiş (tuvaletin havalandırması). Evde de iki tane witch (cadı) var demiş. Haa dedim, mommy-witch ve daddy-witch (anne cadı ve baba cadı). Kadın benim çatlak olduğuma kesin kanaat getirmiştir artık. Öğretmeni bizimle ufak bir konuşma yaptı, Montessori'de neden fantazi edebiyatını tercih etmediklerini anlattı. Bu yaşta çocuklar fantazi ve gerçek arasında ayrım yapamıyorlarmış dedi. Oysa öyle güzel yapıyorlar ki... Hatta bizden duymalarına bile gerek kalmadan.

Evet, çocuklar biz anlatmasak da bu tarz figürleri kafalarında oluşturuyorlarmış bu yaşlarda. "Yatağın altında saklanan bir yaratık" fikri herkese tanıdık gelecektir eminim. Bizde o yaratıklardan bolca var, bazen ibrahim, bazen witch, bazen de monster olarak hayatımızdalar. O minik beyninin neresinde, nasıl dönüyor bilemiyorum ama çok acayip fantaziler üretebiliyor.

Ursula K. Le Guin'in o muhteşem kitabında okumuştum. Çocuk ve Gölge başlıklı makalesinde, Andersen'in bir öyküsünü yorumlamıştı. Öykünün söylediği çok kısaca, gölgesiyle yüzleşemeyen ve onu kabul edemeyen insanların kayıp bir ruha dönüşeceği idi.

Ursula Jung'dan yaptığı alıntıda diyordu ki:
"Herkesin gölgesi vardır. Bu gölge bireyin bilinçli hayatında ne kadar az vücut bulursa, o kadar çok koyulaşır."
Ne kadar az çıkarırsak gün ışığına, o kadar çok güçlenir ve saldırganlaşır.
"Sorun bende değil, onlarda. Ben canavar değilim, diğer insanlar kötü. Bütün yabancılar kötü, bütün komünistler, bütün kapitalistler. Benim ona vurmamın sebebi, onun beni bu hale getirmesi."
"Onlar haketti bu depremi", "benim çocuğum vurmuş olabilir ama sizin çocuğunuz başlattı", "hep onun yüzünden", "ben masumum hakim bey"...

Peki nasıl bu hale gelir insanlar? Bir çocuk nasıl bu hale getirilir? İçimizdeki o hayvan nasıl kapatılır? Açık bırakılırsa, 'hayvan'laşmadan tartışmak nasıl öğrenilir? Bir insanı zaaflarıyla kabul etmek çok mu zor? Çok mu zor, arkasından konuşmak yerine, suçlamadan, tehdit etmeden, açık açık, yüzyüze, aydınlık bir şekilde karşılıklı konuşmak? Çok mu zor birbirimizi anlamak? Kendi gölgemizi kabul etmek?

* * *
"Masalda "doğru" ve "yanlış" yoktur, belki de "uygunluk" diyebileceğimiz farklı bir standart vardır. Hiçbir koşul altında yaşlı bir kadını fırına itmenin ahlaki olarak doğru ve etik açıdan erdemli olduğunu söyleyemeyiz. Ama masal koşullarında, arketiplerin dilince, bunu yapmanın uygun olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda ne cadı yaşlı bir kadındır, ne de Gretel küçük bir kız. İkisi de ruhsal unsurlar, karmaşık bir ruhun ögeleridir. Gretel kadim çocuk ruhudur, masum, savunmasız; cadı ise kadim kocakarıdır, sahip olan, yok edendir; size kurabiye veren ve sizi bir kurabiye gibi yemeden önce yok edilmesi gereken annedir, yok edilmelidir ki siz de büyüyüp anne olabilesiniz. Vesaire, vesaire. Tüm açıklamalar kısmidir. Arketip açıklamayla bitirilemez. Çocuklar onu yetişkinler kadar iyi ve kesin biçimde anlarlar; hatta daha da iyi anlarlar, çünkü zihinleri kolektif bilincin geleneksel ahlakçılığıyla, tek yanlı, gölgesiz yarı gerçekleriyle doldurulmamıştır henüz."
Yani çocuklar gayet iyi bilir, ne fantazi, ne gerçek, hangi davranış uygun, hangisi değil. Bunu bilmeyen asıl biz yetişkinleriz. Korkuyoruz çünkü ruhumuzu özgür bırakmaktan, gölgemizle hiç yüzleşmediğimiz için, onu hep kapalı kapılar ardına sakladığımız için, bilemiyoruz serbest kaldığında ne yapacağını. Kimbilir belki de ibrahör olmak isteyecektir, ya da yıllardır içeride biriktirdiği tüm kötü düşünceleri kusmak birine. Yok yok, biz iyisi mi hayatın bize biçtiği rolü oynayalım, gölgemizi kapalı kapılar ardına saklayalım. Aynı replikleri, aynı sahneleri, her gün aynı şekilde, milyonlarca kere tüketelim. Aman ha fazlaca birbirimizin kapılarına yaklaşmadan, yüzeysel olarak. İçimizde fırtınalar da kopsa, gıcık da olsak bazı repliklere, bir daha, bir daha tekrar edelim --ki iyice otursunlar beynimize, tarih yazalım sonra "hepimiz beğendik" diye. Sonra da gidip kapalı kapılar ardında ne halt edersek edelim, özellikle de kendimizden güçsüz birine kusalım ki gölgeler imparatorluğuna bir kayıp ruh daha eklensin. Ve biz hiçbir şey olmamış gibi beğenmeye devam edelim kalanlarla.

Ya da, Ursula'nın dediği gibi kendimiz olalım, bütünüyle kendimiz...
"Genç varlık mutlaka korunma ve sığınma ister. Ama gerçeğe de ihtiyacı vardır. Bana öyle geliyor ki, çocuklara tamamen dürüstçe ve gerçeklere dayanarak iyilik ve kötülükten söz etmenin yolu, benlikten, iç, en derin benlikten söz etmektir. Bu çocukların başa çıkabileceği zaten başa çıktıkları bir şeydir; aslında büyürken tek işimiz de budur: Kendimiz olmak. Bunun ümitsiz bir iş olduğunu hissedersek ya da tersine hiç emek istemediğini düşünürsek başaramayız. Bir çocuk çaresizliğe ya da sahte bir kendine güvene zorlanırsa, korkutulur ya da pışpışlanırsa, gelişme güdük kalır ya da yolundan sapar. 
Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlüktür. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız vardır. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz: böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkâr etmeye daha az eğilimli oluruz. Fantazi iç benliğin dilidir. Fantazinin çocuklara ve başkalarına öyküler anlatmak için bana en uygun gelen dil olduğundan başka bir şey söylemeyeceğim..."

November 26, 2011

Övgünün ters etkisi ve tersinin tersliği

Masum bir 'aferin'le başlıyor her şey. Tek yaptığı şey yatıp ağlamak, meme emip ya da süt içip altına yapmak olan bebeğiniz bir anda bir şeye uzandığı zaman, ya da kendi kendine oturabildiğinde ilk aferinler de dökülüyor ağzınızdan. Çünkü çok seviniyorsunuz, onu bir şeyler yaparken görmek, ilk kelimelerini duymak, o halkaları o çubuğa geçirmesi size inanılmaz geliyor. Alışmamışsınız ya onu öyle görmeye... Sonsuza kadar ağlayarak bir şeyler isteyecek ve size yapışık bir şekilde yaşayacakmış gibi geliyor herhalde. Başlangıçta büyük bir coşkuyla söylediğiniz aferinler bir süre sonra dilinize pelesenk oluyor ve çeşitli amaçlarınıza alet!

Ama yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu koşulsuz aferinlerin sonu hiç de iyi değil. Po Bronson ve Ashley Merryman'in yazdığı NurtureShock kitabını okuyorum.

Park problemi
İlk kez T. ile YavruSu'yu parka götürme çalışmalarımız sırasında farketmiştik. Bir çocuğu yürüme mesefesiyle 5 dakika uzaklıkta bulunan bir parka götürmek ne kadar zor olabilirdi ki? Yaklaşık 1 saat kadar sürdüğünü farkettikten sonra bu işte bir iş var deyip olaya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya başladık. Bizim için amaç parka gitmekti, evet, hedefimiz belliydi, yürünecek yol belliydi ama bir türlü ulaşamıyorduk parka. Hadi gel de çöz problemi. İşte böyle, "hadi yavrucum," "hadi kızım" diye hadi'lerken habire, farkettik ki, yavrucuk yerlerdeki 'çer-çöp'ü kaçırmak istemiyor, ağaçlara sarılıyor, bulduğu bir dal parçası ile dakikalarca oynuyor, çiçekleri kokluyor, yaprakları inceliyor, sık sık tekrar ettiğimiz "park", "parka" kelimelerini duymak bile onu an'dan vazgeçirmiyor.

Bir süre sonra sorgulamaya başladık. Evladım nedir derdin; neden A noktasından B noktasına ulaşmak için bizi maymun ediyorsun??? Yürü git işte! --demedik tabii :) "Nedir bizi böyle hedef merkezli yapan, sürece değil de hedefe konsantre olmamıza neden olan, nedir?" diye kendi kendimize sorduk; zira, bizim yavrunun o dönemde ne A'dan ne B'den ne de maymundan haberi vardı. Bunları biz biliyorduk yalnızca, öğrenmiştik. Çaresizce bedenimizi saran, bu ne-olursa-olsun parka doğru ilerlemekten bizi vazgeçirmeyen hastalıklı halet-i ruhiye bizi yolda yürürken etrafımıza bakmaktan, yaşadığımız süreçten zevk almaktan alıkoyuyordu. Yoksa bu öğrenilmiş çaresizlik miydi?

Övgünün ters etkisi
Bronson ve Merryman'ın yazdığı Nurtureshock kitabının ilk bölümünde bahsi geçen araştırmalarda genellikle çocukların zekasını ya da herhangi bir konuda yeteneklerini övmenin ters etkileri irdelenmiş. Sürekli zeki olduğu söylenen çocuklar bir süre sonra denemekten vazgeçiyorlarmış. Uğraşarak, emek harcayarak bir şey yapmak istemiyorlarmış. Giriş sınavlarında en yüksek puanları alan çocuklar --yani gerçekten 'zeki' çocuklar-- karşılarına biraz zor bir şey çıktığı zaman hiç risk almıyorlarmış. Ve başarısız oldukları zaman çok büyük yıkıma uğruyorlarmış. Çünkü zeki olmanın doğuştan gelen bir şey olduğunu ve bunun da otomatik olarak başarılı olmalarını sağladıklarını düşündükleri için, böyle bir durumda kendilerinin aslında zeki olmadıklarını düşünmeye başlıyorlarmış ve bu durumu değiştirilemez görüp bazen depresyona bile girebiliyorlarmış.

Stanford Üniversitesinden Dr. Carol Dweck 5. sınıflarla yaptığı araştırmada, bu yaş grubunun yapabileceği kolaylıkta bir IQ testi hazırlamış. Ve çocukları random olarak iki gruba ayırmış. Testi yapan birinci gruba "bunu yaptığına göre zeki olmalısın", ikinci gruba "çok çalışmış olmalısın" denmiş. Daha sonra çocuklara iki farklı test seçeneği sunulmuş, birinin ilki gibi kolay olduğu, diğerininse ilkinden çok daha zor olduğu söylenmiş. Tahmin edin ne olmuş! Çabası takdir edilen çocukların %90'ı ikinci testi, yani zor olanı seçmişler. 'Zekiler' mi? Evet, ilk testi, yani kolay olanı seçmişler. Dweck'in çıkardığı sonuç, bu çocukların, kendileri için çizilen "zeki" imajını korumayı tercih ettiği ve bu imajın yıkılması riskinden kaçtıkları olmuş. Bu arada zekası övülenler grubundan ikinci testi seçen azınlık çok zor anlar yaşamış, epey ter atmışlar ve gerçekten acınası halde görünüyorlarmış. Çaba gösterdikleri için takdir edilenler ise testi çok sevmişler, her soruyla uğraşmışlar ve bu testin en favori testleri olduğunu söylemişler.

Dweck bu deneyi daha sonra daha geniş kitlelerle denemiş ve sosyo ekonomik sınıfa göre değişim göstermediğini görmüş. Kızlar ve erkekler için de aynıymış, tek farkla, en çok yıkılan grup zekası övülen en 'parlak' kızlarmış. Aman siz siz olun, kızınızı akıllı kızım diye sevmeyin, sonra "kızını öven, dizini döver" durumları olur, ona göre :P

Kitapta bunun gibi daha bir sürü araştırma örneği var. Birinde çocuklara beynin bir kas olduğu söylenmiş ve daha zor workout'larla gelişeceği; sonuçta bu fikri benimseyen öğrencilerin matematik notları yükselmiş. Başka bir araştırmada, çocukların aldıkları notları yazmaları söylenmiş, bu notları başka bir okuldaki çocuklara göndereceklermiş, isimleri saklı tutularak. Zekası övülen çocukların %40'ı yalan söylemiş, notlarını olduğundan yüksek göstermişler. Yine başka bir araştırmada zekası övülen çocukların daha çok kopya çektiği saptanmış. Çünkü bu çocukların başarısızlıkla başa çıkacak stratejileri yokmuş. Ve bunun gibi daha pek çok araştırmadan bahsediyorlar kitapta.

Tersinin tersliği
Peki terslik nerede? Evet, çaba göstermek önemli; evet zeka hiçbir şeyin göstergesi değil ve zeki olmak başarılı olmaya yetmiyor; ve evet, önemli olan sebat etmek. Ama bana ters gelen, bütün bu araştırmaların altında yine başarılı olmaya vurgu yapılıyor olması. Yani "çocukların çaba göstermelerini övelim de daha zor şeyleri denesinler, denemekten vazgeçmesinler ve sonuçta yine başarılı olsunlar" durumu.

Peki ya süreç? Süreçte neler olduğu, kimlerin düşüp yardıma ihtiyaç duyduğu, diğer canlıların giderek daralan yaşam alanları, sarılacak ağaçların hızla azalması, sonbaharda yerleri, dökülen yaprakların yerine çöplerin kaplaması, yediğimiz/içtiğimiz/soluduğumuz kimyasallar, ideolojik kazıklar... Bunlara ne zaman dönüp bakacağız, gerçekten ilgi duyup değiştirmeye çalışacağız? Çocuğumuzun hangi hareketini 'översek' gerçekten dönüşüm yaşayacağız? Böyle araştırmalar var mı acaba, bunları merak ediyorum şu ara...

Parka giden yolda...
Ama sanırım bu daha çok çocuğumuzun neyini övdüğümüzle değil, bizim nasıl yaşadığımızla ilgili. Süreçte neler olduğu çoğu zaman önemli değil bizim için. Hedefe kitlenmiş ilerliyoruz. Nedendir acaba? Giderek yalnızlaşan/yalnızlaştırılan ve kendine dönen insanın bencilliği mi? Sistemin getirdiği 'başarılı' olma hırsı mı? Parka birinci varınca bize madalya mı takacaklar? Ayrıca, taksalar ne olacak? Nedir bu hırs? 'Park' artık bir metafor tabii; çeşitli şekillere bürünmüş hedefler her yanımızda, her anımızda.

Aslında dönüp biraz çocuğumuza, çocuklara baksak, onları takip etsek? Tabii çaresizliklerimizi öğretmeden önceki hallerini. Çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz var. Unuttuğumuz, bastırdığımız, üzerine basılan, çiğnenen, ustalıkla parçalara bölünen, yavaş yavaş yokedilmeye çalışılan çok fazla şey. Ve bunları değiştirmek bizim elimizde.

Ama içselleştirmeden, hangi araştırmayı okursak okuyalım ezberci/yapay bir şekilde uyguladığımız sürece hiç bir şey değişmeyecek. Eğer biz yolda yürürken etrafımıza bakıyorsak, yanıbaşımızdaki insanları görüyorsak, dünyaya özen gösteriyorsak, 'başarı' hırsı sarmıyorsa dört bir yanımızı, hayatı insanca yaşamayı biliyorsak, işte o zaman, çocuğumuzun hangi davranışını övmemiz gerektiğini düşünmeye de gerek kalmayacaktır zaten.


November 16, 2011

Mavi/Blue

Teacher: What color is this?
YavruSu: Mavi
T: ??? Blue, this is blue.
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
Teacher: Moavee?
YavruSu: Yess, you got it!
T: ?!?!?!?!

Öğretmeni anlattı, Türkiye dönüşü YavruSu'ya mavi rengi öğretmeye çalışıyormuş ama bizimki baskın çıkmış, akşam almaya gittiğimde öğretmeni soruyordu "blue'nun Türkçesi moavee mi" diye. Dedim, biz çocuğu size Türkçe öğtretsin diye göndermemiştik ama... bir karışıklık oldu herhalde, neyse... :P Şaka bir yana, her gün eve bir yazı geliyor böyle: "bugün YavruSu çocuklara montlarını giymeyi öğretti", diğer gün "haftanın günleri şarkısını öğretti", başka bir gün "arkadaşlarının kıyafetlerini çıkartmalarına yardımcı oldu", vs. diye. E maaşa bağlasınlar bari, diğer öğretmenlere iş bırakmıyor.

Şaka bir yana, bizim kız sürekli öğretme peşinde. Sanırım bu doğuştan gelen bir şey. Çünkü daha 14 aylıkken, kreşte 2 numaralı kuzular (Lamb2) sınıfına transfer olacağı dönemde, öğretmeni geçeceği sınıfın öğretmenine "size 3 çocuk bir de asistan gönderiyoruz" demişti asistan diye YavruSu'yu kastederek. O zaman da öğretmenlerinin diğer çocukları uyutmalarına yardımcı oluyor, altlarını kontrol ediyormuş, kaka yaptılar mı diye. En son, "büyüyünce öğretmen olacağım, o zaman da birlikte öğretiriz yine" demiş öğretmenine.

Ama öğrenme derseniz, cık! Es kaza bir şey öğretmeye kalkalım, öyle büyük kriz çıkar ki vakti zamanında yaşanan Türkiye-Yunanistan krizi hiç kalır yanında. Ne haddimize bir şey öğretmek, nasıl yapıldığını göstermeye kalkmak!!! Oysa ne büyük hayallerimiz vardı, gitar öğretip orkestra kuracaktık, birlikte konserler verecektik. Şimdi bildiklerimizi de unuttuk sayesinde. Neyse ki okula gidiyor. Haftada 1 gün de müzik dersine gidiyor ve gelip bizi aydınlatıyor. Akşamları gelsin "circle time"lar, gitsin "group time"lar... Bir geliştik ki sormayın!

Bu arada o kadar laf ediyordum Montessori okullarına, ama bu sene döndük dolaştık sonunda biz de nasibimizi almaya karar verdik sevgili Madam Maria'dan. Eski okulundaki öğretmeninden sürekli negatif elektrik alıyordum. Bizim yavru da birkaç kez öğretmeninin bağırdığını söyleyince ipleri koparmak için etraftan bulabildiğim tüm kesici aletleri toplamaya başlamıştım. Başta dişlerimle başladım. İdare ve öğretmenin kendisi ile dişli konuşmalar yaptım ve okulla ilgili bulabildiğim kadar bahane buldum. Yok oyuncakların çoğu plastikti, kullanılan köpük sabunun içerisinde sağlığa zararlı maddeler vardı, sınıfın bir köşesine düşünme köşesi koymuşlardı, vs. Aslında bunların hiçbiri öyle büyük şeyler değildi... ah öğretmen iyi olaydı, kreş kar amacı gütmeyen sevdiğimiz bir işletmeydi.

Öğretmenin bu yaş grubu için özel bir önem teşkil ettiğini düşündüğümden hemen arayışlara başladım. Bir tane kooperatif kreş bulduk önce, fikir olarak çok hoşumuza gittiyse de ortam biraz kaotik geldi; 10 aile çocuklarına dönüşümlü olarak birlikte bakıyordu. Sonra eski kreşin müfredat geliştiricisinin Montessori okulu açacağını duyduk. Kadının çocuklara yaklaşımı hoşuma gittiği için daha yakından tanımak üzere hemen eve davet ettim. Kızı bizimkiyle birlikte aynı sınıfta bulunmuştu 3 ay; sonra ayrılıp ev okuluna geçmişti. Birkaç kez buluştuk. Kadının ve kızının bizim yavruyla ilişkisi çok iyiydi. YavruSu da seviyordu onlarla birlikte olmayı. Zaten önemli olan da buydu.

Sonra evlerinin iki odasını birleştirip küçük bir Montessori okulu açtılar. Yalnız diğerlerinden farklı olarak, ilk sene yalnızca 2-3 yaş grubunu aldılar. Biz de böylece, bu küçük ve sevimli okuldan nasibimizi aldık. Şu anda 6 kız öğrenci, 1 Montessori öğretmeni, bir yardımcı, bir de kütüphanede çalışmadığı zamanlarda yardıma gelen bir eşi var okulda.


Aslında hala şikayetlerim var Montessori okulu ile ilgili ve fakat bu okul farklı. Gerçekten farklı :P Ağızlarıyla kuş besliyorlar mesela. Şaka şaka :) Ama gerçekten de kuş besliyorlar, özgür kuşlar için minik kuş evleri var bahçede; bir de bir kedileri var. Çok büyük bir bahçeleri var; domates-biber yetiştiriyorlar çocuklarla birlikte; şimdi kış sebzeleri ekecekler; hatta geçen gün sarımsakla başlangıç yapmışlar. Hava ne kadar soğuk/yağmurlu/(henüz olmadı ama) karlı olursa olsun mutlaka her gün dışarı çıkıyorlar/çıkacaklar. Bunlar çok büyük artıları. Ayrıca ev bazlı bir okul ve tüm materyaller özenle seçilmiş, plastik yok. Ama en önemlisi YavruSu, hem öğretmenlerini, hem de arkadaşlarını çok seviyor. Öyle ki Cumartesi-Pazar bile bazen okula gitmek istiyor.

Ve fakat bayan pimpirik olarak ben hala özenle diken buluyorum üstüne basacak. Çocuğum bir yerlerde şablonlara mı sokuluyor, yaratıcılığı mı öldürülüyor acaba diye esiyor arada. Evet bu işin cılkını çıkarttım iyice :P Gerçi, Montessori'de diğerlerine göre minimum seviyede yönlendirme yapılıyor, en azından felsefesinin temeli bu: "child-led learning" yani "çocuk önderliğinde öğrenme, çocuğu takip etme". Bu gerçekten çok güzel bir felsefe! Ancak Montessori'nin felsefesini hayata geçirdiği dönemde, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, yani çocukları iş hayatına hazırlamaya yönelik bir program geliştirdiğini düşünüyorum. Zaten başta "oyun" değil de "iş" denmesi pek çok şey anlatıyor. Evet Montessori'de oyun yok, var. Kullanılan terim bu. Şimdi çocuk bize de gelip evde iş seçtirmeye çalışıyor, "you wanna choose your work?" diye başımızın etini yiyor. Yavrucum zaten bütün gün çalışıyoruz, evimizde bari iki dinlenelim diyoruz ama anlatamıyoruz :P Şaka gibi.

'İş'in şakası bir yana, gündelik hayatla ilgili ihtiyaçlarını karşılamayı öğreniyorlar. Farklı bir matematik ve edebiyat programları var. Örneğin harfleri ey-bi-si diye öğrenmiyorlar, çıkardıkları sesleri öğreniyorlar. Matematik müfredatı da ezbere yönelik değil; uzunluk, ağırlık, taneler, gibi deneyimleyebilecekleri somut şeylerle çalışıyorlar. Resim de yapıyorlar, müzik de. Güzel sesler çıkaran, gerçek enstrümanları var. Bahçede ekim dikim işlerini öğreniyorlar. Kısacası alternatif bir müfredatları var ve herkes hayatından çok memnun görünüyor.

Benim tek derdim, çocuklar yapmak istedikleri işi seçtiklerinde, önce öğretmenin göstermesi. Ben kendi çocuğuma bir şey gösteremiyorum ya, çatlıyorum :P Şaka bir yana, önce çocukların kurcalayıp çeşit çeşit oynama-yapma şekli keşfetmelerini tercih ederdim. Gerçi, geçen gün öğretmeni yeni gelen bir geometrik puzzle'ı incelemeleri için önce çocuklara bıraktı ama sanırım genelde önce kendisi gösteriyor nasıl yapmaları gerektiğini. Daha önce de pek çok kere yazmıştım, bir şeyi yapmanın, problem çözmenin, A noktasından B noktasına gitmenin en az bir yolu vardır diye... çeşitlilik güzel şey; tek bir yol, tek bir doğru, tek bir cins, tek bir cinsiyet, tek bir kültür yok bu dünyada diye... Bu tarz şeyleri çocukluktan itibaren öğretmenin yollarını aramalıyız, bunları hayatın zenginlikleri olarak göstermenin, takdir etmenin, öne çıkarmanın...

İşte budur derdim. Ama sanırım daha önce burada bahsedildiği gibi ailelerin tavrı önemli. Su'cuk oradan gelip bize "watch me and then" (önce beni izle sonra...) diye iş göstermeye çalıştığında mümkün olduğunca "bak böyle de olabilir" diye farklılıkları göstermeye çalışıyorum. Ancak, şu ara çok mümkün değil bayan natural-born-teacher'ın bunları kabul etmesi ama umuyorum ki ileride maviyi de kabul eder, blue'yu da, avgon'u da, երկնագույն'u da, kırmızıyı da moru da... Çok kültürlülük, çok dillilik, çok cinslilik, genel olarak çeşitlilik güzel şey, vesselam :)