May 26, 2012

YavruSu İstanbul'dan bildiriyor...

1 saat rötar yaparak evden eve 27 saatte geldik. Benim 3D düşünme yeteneğim sayesinde, valizlerle epeyce eşya taşıyıp, T.nin 2D algılama yeteneği sayesinde yolumuzu kaybetmeden sağ salim vardık. GPS cihazını "RECALCULATING!!!" diye sinirlendirerek ağlayacak konuma getirmiş olabilirim belki ama ben de yerleştirme işlerindeki performansım ve araba kullanmadaki ataklığım sayesinde epeyce katkıda bulundum bu yolculuğa :)

Çok mutlu olduk vardığımızda ama yerleri öpmedik; zira, havaalanından çıkışta ortalığı saran sigara dumanı, görüş alanımızı, izmaritler de öpülecek alanı epeyce daraltıyordu. Neyse, sonra arkadaşımız bizi aldı, beni deniz otobüsüne bıraktı, bizimkileri evlerine götürdü. Ben de, bu kadar yolculuk beni kesmez diyerek ayağımın tozuyla, o gece Oyun Atölyesinde bir oyuna gittim :) Sevilay Saral'ın yazdığı Otobüs oyunu. Gerçekten çok etkilendim. Metin, kareografi, oyunculuklar, müzikler, her şey, çok çok başarılı. Oyunda bir otobüste yolculuk eden, hepsi birbirinden farklı, hepsi birbirinden renkli on kadının (Bayan Kahverengi, Bayan Yeşil, Bayan Turuncu, Bayan Kırmızı, Bayan Sarı, Bayan Mavi, Bayan Pembe, Bayan Siyah, Bayan Gri, Bayan Beyaz) namusu tartışması konu ediliyor. Gülerken düşündürüp üzerine hüngür hüngür ağlatan, iz bırakan, bakış açınızı zorlayan, ince işlenmiş, çok çalışılmış feminist bir kadın oyunu. Bu sezon bir daha oynamayacakmış ama müjde, kitabı çıkmış.

Ertesi gün, büyük şehir maceramız başladı. Biz bu şehirde 15 yıl yaşadığımız için hemen adapte olduk ama bizim köylü kızımız biraz şaşkına döndü. "Ansansör"den korktu, sesler fazla geldi, Ortaklar'da bir arkadaşımıza gitmeye kalktığımızda arabalardan hiç hoşlanmadı. "Ben city'i sevmedim, nenenin turkey'sine gidelim" dediyse de, dostlar sayesinde, hiç arıza çıkartmadı ve gördüğü ilgi ve sevgiden fazlasıyla mutlu oldu; ağzı kulaklarında, jetlagi bile kolayca atlattı (sayılır...).

Neyse, bir log(su) ile bitireyim de yatayım ben de, sabah yeni buluşmalar bizleri bekler...
Sabah Bebek parkına gitmiştik arkadaşlarımızla. Bizimki kendisiyle aynı yaşta A. ve pek ilgili babası ile oynarken, ezan sesi duyunca sormuş:
-Kim sing yapiyo? (kim şarkı söylüyor anlamında)
Aslında her zaman bu kadar kötü değil artık, iki günde bile Türkçesi epey farketti (umarım benim de farkedecek). Yalnız, bu gidişle iki ay sonra İngilizceyi epey unutacak gibi görünüyor, o ayrı.

Bu arada bize de çok iyi geldi burada olmak. Arkadaşlarımızı gerçekten çok özlemişiz, şimdi ne çay ne çayhane, çok yazamazsam bilin ki muhabbetteyim muhabbette ;)

May 22, 2012

Yol

Çamaşırlar yıkandı 
Dikiş işleri halledildi 
Valizler hazırlandı 
Yol için kitap-oyuncak-yedek kıyafet ayarlarlandı 
Yolluklar paketlendi 

Bu arada bilgisayar başında oturan T.'ye soruldu:
- Eee, sen ne yapıyorsun? (kesinlikle kinaye yok; cidden! çok severim çünkü toparlama, yerleştirme, sığdırma, sıkıştırma sanatlarını :)
- Yolluk hazırlıyorum, dedi T.
Şaşırmış herhalde diye bakarken ekledi:
- Dijital yolluk.

E, o da haklı tabii. 26 saatlik bir yol söz konusu.
Sabah 9'a bir şey kalmadı, yalnızca 7 saat 20 dakika. Aslında çoktan yatmam gerekiyordu ama heyecandan uyuyamıyorum... özledim, çok özledim…

May 20, 2012

Yerel çiftçi pazarı

Buraya ilk geldiğimizde çok şaşırmıştık pazar olayına. Pazar, yalnızca Cumartesi günleri sabah 8 - öğlen 1 arası kuruluyor ve Nisan'da başlayıp Kasım'da bitiyordu. Neyse, sonra bir okulla anlaşıp kışın da okulun içerisinde kurmaya başladılar pazarı. Gerçi kışın pek fazla bir sebze olmadığı, yazın da burada olmadığımız için gitmedik ama baharda ve sonbaharda her hafta sonu iple çektiğimiz bir eğlence oldu bizim için pazar. Bu hafta son kez gittik, hüzünlendim veda ederken...

Pazarda neler var, neler! Tabii, meyve-sebze :) Yerel pazar olduğu için, yakın çevreden gelen çiftçilerin kendi yetiştirdikleri ürünleri. Organikti ürünler ama organik etiketi alabilmek için para ödemek gerektiğinden ve bu küçük çiftçiler için pek tercih edilesi bir şey olmadığından genellikle organik yerine pestisitsiz, kimyasalsız gibi şeyler yazarlardı. Meyve, sebze dışında bol miktarda bitki ve çiçek olurdu kendi bahçesinde yetiştirmek isteyenler için ve kışa doğru el örgüsü eldiven, çorap, atkı ve bere üşüyüp de giymek isteyenler için.   


Bir de yerel müzisyenler ve dansçılar. Her köşe başında sanatlarını icra ederlerdi. Performans gösterileri, caz grupları, çocuk müzisyenleri, tap dansçılar, oryantalciler, senfoni orkestrası, akapella grupları,... Ayrıca pek çok aktivite. Mesela bu hafta bahçecilik üzerine ücretsiz etkinlikler, mini dersler vardı. Başka haftalarda çorba tadımı, elma tadımı, sağlıklı yemek pişirme, satranç, el sanatları, gibi bir sürü aktivite düzenlendi. 


Son olarak da çocukların en büyük eğlencesi dev kase ve su yolu. Bizim Su da her zaman yolunu buldu tabii :)

Umarım hep böyle devam eder, güzel bir şekilde akar yaşamlarımız :) Güzel bir hafta ve eğlenceli pazarlar diliyorum herkese... 

May 17, 2012

100 puanlık çeviri sorusu

Aşağıdaki cümlede, altı çizili cümlecik hangi İngilizce cümleciğin Türkçe çevirisidir?

"Ben çay içiyorum, beyaz çay, süt değil; süt gibi bakıyor ama süt değil."


May 16, 2012

Maurice Sendak

Maurice Sendak'ı kaybetmemizin üzerinden bir hafta geçti. Çok farklı bir yazar ve illustratördü kendisi. Çocuk kitaplarının, örnek davranışları konu ederek çocukları 'eğitmek' üzere yazıldığı bir dönemde Where the Wild Things Are kitabı ile bir ilke imza atıp gerçekten bir çocuk gibi davranan Max'in hikayesini ve hayallerini çizdi. Aslında gayet klasik bir temayı işlemişti: "çocukların, yetişkinlerin dünyasıyla başedemeyip ya da onlara tepki duyup kendi dünyalarına kaçmaları." Alice Harikalar Diyarında, Pan'ın Labirenti, Koralin ve daha nice örnekleri olan bir tema. Ve belki de böylesine klasik ve evrensel bir tema olduğu için neredeyse 50 yıl boyunca bu kadar çok sevilmiş, bu kadar çok okunmuş bir kitap oldu "Where the Wild Things Are" (dünya çapında 200 milyondan fazla satmış, 15 dile çevrilmiş, ayrıca filmi ve operası yapılmış). Biz de 2 yıl önce tanıştık ve hala severek okuyoruz Sendak'ın bu kitabını.


Maurice Sendak, profesyonel hayatına aslında bir çizer olarak başlamış ama sonradan hem yazmış hem de çizmiş. Where the Wild Things Are kendisinin yazıp çizdiği bir kitap. Bu kitabın resim dizaynı da Sendak'ın kendisi gibi sıradışı. Max'in annesi ile diyaloglarında kullanılan boşluk, Max'in hayal dünyasına çıktığı yolculukta giderek azalıyor ve vahşi şeylerin yanına vardığında tamamen kayboluyor. Max'in hayal dünyasında, sayfalar tamamen resimle kaplanıyor, figürler groteskleşiyor. Kitabın sayfalarını çevirirken, gerçekten farklı bir dünyanın içerisine yolculuk yapıyormuşsunuz gibi oluyor.

Sendak'ın bir başka önemli eseri de In the Night Kitchen. Bu kitap da yine küçük bir çocuğun hayal dünyasını konu ediyor. Bu sefer yatağında yalnız başına uyumaya çalışan bir çocuk, aşağıdan gelen birtakım sesler duyuyor ve yatağından sarkarak sessiz olmaları için seslenirken bir anda düşmeye başlıyor ve kendisini "gece mutfağı"nda buluyor. Binalar, şişe, mikser, limon sıkacağı gibi mutfak malzemelerinden oluşuyor bu şehirde. Mickey'nin düştüğü yer de 3 tane aşçının sabah keki hazırladığı karıştırma kabı. Kabın içerisine düştüğünde, aşçılar Mickey'i de karıştırıp kekin içerisinde fırına atıyorlar. Sonra, Mickey'nin kurtulma macerası ve geri dönüşü anlatılıyor enfes çizimler eşliğinde.

In the Night Kitchen, Amerika Kütüphaneler Birliği (ALA) tarafından önce yayınlandığı yılın en iyi resimli kitabı olarak ödüllendirilmiş. Fakat sonradan bazı kütüphanelerde yasaklanmış. Sebebi de Mickey'nin süt şişesinin içerisine düştüğü sahnede çıplak resmedilmesi. Ama bazı şahs-ı muhterem kütüphaneciler 'dahiyane' fikirler üretmişler ve Mickey'nin pe.nisinin göründüğü yerlere bebek bezi çizerek sansürlemişler. Bakınız: Şekil X! Ve evet, burası Amerika Birleşik Devletleri, nam-ı diğer 'özgürlükler' ülkesi!

Kitabın hikayesinin yanında bu yapılanlar öyle sığ kalıyor ki, dellenmemek elde değil... Maurice Sendak, Amerika'da yaşamış ancak Polonyalı bir Yahudi olarak kökeni ve Polonya'da yaşayan geniş ailesi dolayısıyla soykırımdan etkilenmiş epeyce. Ve bu kitapta da bu konuya çokça gönderme yapmış. Örneğin, aşçıların Hitler bıyığı, çocuğun fırında pişirilmeye çalışılması bununla ilgili. Çocuğun pi.pisinin ise bu hikayede hiçbir rolü yok. Zaten bu kısma takılanlar da çocuklar değil, yetişkinler! Böylesine zengin dünyaları olan çocukların böyle bir şeyi dert edeceğini sanmıyorum. Ancak yetişkinler yüzünden dert ettikleri şeyler var maalesef, hem de ciddi şeyler.

Evet, her çocuk, maalesef, tatlı hayallere dalarak uyuyamıyor yatağında. Kimisi fırında pişirilmekten korkuyor, kimisi tacizden, kimisi nefret cinayetlerinden, kimisi tecavüzden... Ha bir de puşi korkusu eklenecek şimdi memleketim çocuklarına, hadi bakalım hayırlısı!

Neyse, kitaba dönecek olursak, Mickey kurtuluyor; hem de çok eğlenceli ve yaratıcı bir şekilde :) Darısı tüm çocukların başına! Kitabın Türkçe çevirisi yok sanırım ama animasyonunu izlemek isterseniz, YouTube'da bulabilirsiniz...

May 14, 2012

'Dolu' kadınım vesselam...

Okulları bitireli neredeyse 2 hafta oluyor. Sonra rahatlarım diyordum ama nerdee? 10 gün sonra Türkiye'ye gidilecek, burada taşınacağımız şehirde hala ev bulabilmiş değiliz. Türkiye dönüşü 1 hafta içerisinde taşınmamız gerekiyor. Ama neyse ki toparlanma işlerinde epey yol katettik. 5 sene önce 3-4 valizle geldiğimiz evden 34 valizle çıkacak olmayı sindiremediğim için epey bir eleme yaptım, eledikçe rahatladım. Güya hiç eşya sevmeyen insanım, kullanmadığımız şeyleri hemen elden çıkarırım ama her nasılsa ev dolmuş taşmış. Neyse, eşyalar yeni sahipleriyle mutlu mesut yaşarlar umarım... Bir kısmı geri dönüşüme gitti, bir kısmı yeniden kullanım merkezine, bir kısmı da ikinci elcilere. Tabii maalesef çöpe de gitti epeyce. Bundan sonra çöpe atılacak hiçbir şey almamaya karar verdik. Bakalım 2 sene sonra neler çıkacak evden...
* * *

Bu arada bir müjdem var ama ben susayım, diyaloglar konuşssun...

YavruSu: (Gittiğimiz bir davette) Sen neden şarap içmiyorsun?
Anne: Çünkü ben hamileyim, hamile kadınlar şarap içmez, alkollü içkiler anne karnındaki bebeğe zarar verir; çocuklara da tabii...
YavruSu: Yalnızca boş kadınlar mı şarap içebilir?

* * *
Evet, 20 hafta oldu. Artık 'dolu' kadınım vesselam. Bir kızımız daha geliyor :)) YavruSu başlangıçta kardeşinin sürekli benim karnımda olmasından biraz rahatsızlık duyuyordu. "Kardeşim de seninle birlikte mi okula gidecek?" diye sorup duruyordu. Bir gün isyan etti, "Biraz da babanın karnında büyüsün!" dedi, ben de ah keşke dedim. Valla, ne iyi olurdu --özellikle ilk 3 ay. Bir de çıktıktan sonra dönüşümlü emzirebilsek, başka da bir şey istemem :P

Varmış aslında emziren babalar. Milk Junkies, böyle bir transgender babanın blogu. Kendi bebeğini doğurup emzirmiş. Sonra, yeni doğum yapmış bir arkadaşı ameliyat olması gerekince onun bebeğini de emzirmiş bir süre.
"The pull of her lips is strong and determined, yet precarious. I don't dare move my arms for fear of unlatching her. I hear her rhythmic, satisfied gulping and know that I am the centre of her universe. Nothing can distract her from her desire to breastfeed. She doesn't know or care that I'm a transgender guy using a supplemental nursing system and donated breast milk. I share in her bliss."
Devamı burada


April 20, 2012

"Agaclar adina konusuyorum"

1940'larin ortalarinda "Hava bedava, su bedava" demisti Orhan Veli; 1980'lerin sonunda "Hava bedava, su pet siselerde" dedi Cem Karaca; simdi, 2010'larin basinda, Dr. Seuss'un distopik oykusunden uyarlanan The Lorax filminde ise, hava da su da, artik pet siselerde.

Bastan soyleyeyim, filmin cok fazla handikapi var. Her ne kadar cevreci ve kapitalizm karsiti bir mesaji olsa da klasik Hollywood animasyonu olmasi dolayisiyla kapitalizm cemberinin tam ortasina dusen bir film. Ayrica kitapta olmayan bir ask oykusu eklenmis ki, akillara zarar oldugu kadar, cinsiyetci de. Filmin kahramani Ted, sevdigi kizi etkilemek icin, kizin hayali olan gercek bir agac bulmaya calisir. Cunku kiz kendisi kocaman bir binanin dışını agac resmiyle kaplayabilir ama tohum arama isini 'nedense' kendisi yapamaz!

Evet kasabada tek bir tohum yoktur, tek bir agac, tek bir bitki, insanlar disinda yasayan tek bir canli. Hepsi, vakti zamaninda Truffula agaclarini kesip "thneed" (baslangicta anlamsiz bir orgu parcasi ama sonradan cok amacli kullanimi kesfedilen bir sey) yaparak zengin olmaya calisan Once-ler tarafindan yok edilmistir (burada bir parantez acip Dr. Seuss tarafindan yaratilan "Once-ler" kelimesinin anlami uzerinde durmak gerekir, cunku gercekten ozenle secilmis, anlam dolu bir kelime: bir kaynagin yeniden uretilmesini dusunmeden yalnizca bir kere (once) kullanan birisi anlaminda). Ormanda yasayan canlilar da agaclar kesilince, ormani terk etmek zorunda kalmistir. Tabii agaclar yok olunca, isini kaybeden Once-ler da kasabayi terk edip eskiden ormanin oldugu yerde, herkesten uzakta pismanlik icinde yasar.

Kasabanin yeni patronu ise, agaclarin yoklugundan fayda saglayan Mr. O'Hare'dir. Pet siselerde ve su bidonlarinda hava satar herkese. Insanlar da uzaktan kumandayla renk degistiren teknolojik ve de plastik agaclarla bezenmis bu pseudo-utopik kasabada mutlu mesut yasarlar. Gencler bilmez bile bir zamanlar gercek agaclarin oldugunu.

Filmin kahramani Ted, agaclar hakkinda arastirma yaparken anneannesinden Once-ler karakterinin yasadigi yeri ogrenir ve onun pesine duser. Burada ikinci oyku, gecmisin oykusu anlatilmaya baslanir ve Lorax karakteri de bu noktada devreye girer.


Lorax orman cini gibi bir seydir. Buyulu bir sekilde gokyuzunden iner ve "agaclar adina konusur." Ne yapar ne eder ama Once-ler'i bir turlu agaclari kesmekten alikoyamaz. Ve orman tamamen yok edilince, Lorax da uzgun bir sekilde gokyuzundeki yerine geri doner. Ancak tek bir tohum birakir Once-ler'a, bir de uzerinde UNLESS yazan taslar. Ve Once-ler Ted'le karsilasinca anlar ki, Lorax'in demek istedigi sudur:

Tam olarak cevirebilmem mumkun degil ama kabaca soyle: 
"Senin gibi birisi cokca dert etmedikce, hicbir sey iyiye gitmeyecektir

Sonunda, Once-ler, Ted'in bu ozel kisi oldugunu, bu isi dert ettigini anlar ve tohumu Ted'e verir. Ted de tohumu kiz arkadasina goturur ve birlikte kasabanin merkezine dikmek icin yola duserler. Baslangicta kimse gercek bir agac fikrine sicak bakmaz. Cunku agaclar toprakta yetisir, toprak pistir, sonra gercek agaclarin yapraklari dokulur, ortalik kirlenir, vs. Ama orada klasik Hollywood sahnesi devreye girer ve Ted'in konusmasinin uzerine herkes bir anda birlikte sarki soylemeye baslar, O'Hare da korumalari tarafindan hava yoluyla bir zamanlar rant elde ettigi havaya gonderilir.

Simdi ben daha once cok etkilendigimi yazmistim ama dusundum ki, film degil oykuydu beni etkileyen, Dr. Seuss'un orijinal oykusu. Ve Dr. Seuss gibi cevreci ve tuketim karsiti bir insan, oykusunun bu sekilde tuketim malzemesi haline donusturuldugunu gorseydi eminim kahrolurdu. O yuzden Lorax'in yolundan gidip ben de agaclar adina konusmaya karar verdim ve diyorum ki, siz bu filme gitmeyin! O para ve zamanla, iyisi mi, bulundugunuz yere bir agac dikin. Hem ben size butun filmi anlattim, gerek kalmadi artık izlemenize :) Ayrica bakin 22 Nisan Dunya Gunu. En iyisi siz bu hafta sonu dunyaya bir guzellik yapin ve su agaci dikin, olmadi bir agaca sarilip tesekkur edin. Hala sarilabildigimiz bir agac oldugu icin sansli oldugumuzun farkinda degiliz belki ama unutmayin, bir zamanlar sular da ozgurce akiyordu, HES'ler gelmeden kisa bir sure once... Hatta cok fazla canli turu vardi, simdi bu hizla gidersek 2050'de baliklar da terk edecekmis bu dunyayi... O yuzden "Her Gun Dunya Gunu" deyip cok gec olmadan eyleme gecin. Nasil mi? Mesela Bir Dolap Kitap Hafta Sonu 9. sayisindaki geri donusum fikirlerine bakarak, ya da asagidaki gibi sehir pazarini basarak :) Unutmayin "sizin gibi biri olmazsa olmaz!"