July 16, 2012

Kardeşli hayata hazırlık

Kardeş projesi henüz hiç akıllarda yokken bizim yavru kendi kendine bir hayali kardeş edinmişti. İsmi Ayla idi. Arkadaşının kardeşinin adıydı Ayla, sanırım onu tüm kardeşlere verilen genel bir isim zannetti. O zaman henüz fikir düzeyinde bile tohum halinde olmayan Ayla, gündelik konuşmalarda kardeşlik hallerinden epey bir nasibini aldı. "Ben yapmadım, Ayla yaptı, Ayla kırdı, Ayla döktü..." Bizimkinin yaramaz yanı Ayla oldu.

Gel zaman git zaman biz de "Ayla" fikrine sıcak bakmaya başladık. Daha doğrusu bizimki 3 yaşına gelip de görece biraz daha rahatlayınca, alışmamış bünyeye rahat battı. Gerçi, T.Su hala gece birkaç kez uyanıyor, gündüz uyumamasına rağmen gece çok zor uyuyor, sabah erkenden hortluyor, gecenin bir vakti bizim yatağa geliyordu ama en azından çoğu işini kendisi halledebiliyordu. Yine de modern zamanlarda "çılgınlık" olarak tabir edilebilecek bu işe kalkışmak ancak delilerin cesaret edebileceği bir olaydı ki aslında biz çok sakin insanlardık :P

Nasıl olduysa oldu, "başa gelen çekilir, az çok tecrübemiz de var" diyerek olayı bir şekilde kabullendik. Ve fakat bizim kızın kendi bebekliğini ve bize çektirdiklerini hatırlaması çok mümkün olmadığı için, bizim yaşadığımız etkiyi o yaşamasın diyerek anlatmaya başladık: Bak kızım, bebek işi zor iş; kimse bize sen doğmadan önce anlatmamıştı, sen şanslısın, biz seni uyarıyoruz, "Ayla" gelince şaşırma, sabrımızı bir de sen taşırma diyerek olaya girdik (şaka :-) Ama anlattık uzun uzun, hatta onun kendi videolarını izlettik, resimlerini gösterdik; konuşamadığı için derdini ağlayarak anlatacak, bazen neden ağladığını anlamak için karıştırmadığımız kitap, sormadığımız insan kalmayacak ama yine de nedenini bulamayacağız; o zaman, kafa kafaya verip biz de ağlayabiliriz --özellikle de anne kişisi. Zaten anne denilen kişi, değişen hormonlarının etkisiyle vırta zırta ağlayacak, gecede bilmem kaç kere kalkmanın etkisiyle zombi gibi etrafta dolaşacak ama ne olursa olsun hepimizi sevmeye, çok sevmeye devam edecek. Ve hep birlikte bebeğimizi büyütüp kendimize sıkı bir oyun arkadaşı yetiştireceğiz :)   

Hazırlık
Bunları anlatırken ve YavruSu'nun sorduğu ahret sorularını yanıtlamaya çalışırken kitaplardan epey faydalandık. Zaten ikinci çocukta, hamilelik üzerine yoğunlaşma, ilkindeki gibi araştırma yapma, takip etme derdi pek olmuyor. Hem deneyim dolayısıyla rahatlamış olunuyor, hem de bu mucizevi olaya evdeki ufaklığın verdiği tepkileri izlemek her şeyden daha ilginç oluyor.

Öncelikle her zaman yaptığımız gibi en yakınımızdaki kütüphaneye koştuk. MCPL'in hazırladığı kitap listelerinden faydalandık. Brothers and Sisters and New Babies listesindeki çoğu kitabı kütüphaneden alıp okuduk. YavruSu'nun en çok hoşuna gidenler şu üçü oldu:

Sonra Banu'nun anne-log blogunda yazdığı "Kızım kardeşli bir hayata hazırlanırken" yazısından ve önerdiği şu iki kitaptan çok faydalandık: 
  • Baby on the Way (bu kitabı özellikle diğer ebeveyne okutmanız tavsiye olunur, durup dururken gelen ayak masajları bonusu oluyor :)
  • What Baby Needs

Bir de sağolsun Senem, Firarperest ve Sarı Çizmeli'nin hediye ettiği kardeşli kitaplar, Türkiye'de İngilizce konuşulmaz diyerek İngilizce kitaplarını okutturmayan YavruSu için ilaç gibi geldi:

3 Aşama
Aslında olayın 3 aşaması vardı anlatılacak:
  1. Hamilelik ve bebeğin anne karnında gelişimi
  2. Doğum
  3. Kardeşli hayatımız

İlk aşama: Bizimkinin sorduğu "O bebek senin karnına nasıl girdi? İçerde ne yapıyor? Neden hep senin karnında büyüyor, biraz da babamın karnında büyüse olmaz mı?" gibi soruları için birtakım yanıtlar veriyorduk ama bu konuda derli toplu bir kitap yeni elimize geçti. Sağolsun Bir Dolap Kitap bu konuda çok güzel bir kaynak oldu:

İkinci aşama için yani YavruSu'nun "o bebek ordan nasıl çıkacak?" sorusu için daha önce bahsettiğim doğum simulasyon videosunu izlettik. Aslında çocuklarını doğuma götürenler ve hazırlık olsun diye gerçek doğum videosu izletenler de varmış ama biz doğuma sokmamaya karar verdik. Benim kasılmalar yüzünden acı çektiğimi düşünebilir ve etkilenebilir diye istemedik. Ama çocuğunun doğuma girmesini isteyenler için aşağıdaki linkte harika bir kaynak yazı var: 

Son aşama için de henüz net olarak işe yaradı diyemem elbette ama diğer tüm kitaplar, eve gelen yeni bir bebeğin hayatımızı nasıl etkileyeceği, bizi neler beklediği, kardeşli hayatın iyi ve zor yanları için fikir veriyor. "O hep benim kardeşim mi olacak?" sorusuna da kendi kardeşli hayatlarımızdan güzel anektodlarla cevap oluşturmaya çalışıyoruz. Bakalım dışarı çıkınca neler olacak, heyecanla bekliyoruz...

* * *
Şu aşamada kardeş olayını epey kabullenmiş görünüyor. Gelip karnımı öpüyor, sürekli onunla konuşmak, daha doğrusu tarafımdan konuşturulmak istiyor, seni çok özledim, gel artık diye sabırsızlanıyor ve hatta ona şarkı bile yazıyor :)

July 14, 2012

Başka Bir Okul Mümkün!

Evet evet, yanlış duymadınız; mümkün! Başka Bir Okul Mümkün!
Birtakım güzel insanlar uzunca bir süredir bunun için canla başla uğraşıyorlar. 
Bu Pazar günkü tanıtım ve dayanışma toplantısının çağrı metni aşağıda...
Ve sonunda hayallerimiz gerçek oluyor, "başka bir okul" çocuklarla birlikte "mümkün" oluyor :)  



Merhaba;

Başka Bir Okul'u mümkün kılmak adına çok çalıştık, çok koşturduk. Sonuçta hatırı sayılır bir yol aldık. Niyetimiz, çabamız 2013 yılının Eylül ayında okulumuzun kapılarını aralamak.

Bugüne dek neler yaptık, bundan sonra nelere ihtiyaç var sizlerle paylaşmak, konuşmak istiyoruz. Aramıza katılmak isteyip bugüne dek fırsat bulamamış, vakit ayıramamış arkadaşlarımıza yer açmak, yeni dostların enerjisiyle sorunları daha hızla aşmak istiyoruz.

"Başka Bir Okul" hayalimizi, kat ettiğimiz mesafeyi ve şimdi bizi nelerin beklediğini paylaşacağımız Dayanışma ve Tanışma Toplantısı'nda hepinizi aramızda görebilmek umuduyla.

Toplantımıza tabi ki çocuklarımız da davetli. Toplantı boyunca Serkan Kırmızı "Davulumdan Masallar" atölyesiyle onlarla birlikte olacak.

Yer: Boğaziçi Üniversitesi, Güney Kampüs, Demir Demirgil Toplantı Salonu Tarih: 15 Temmuz 2012, Pazar Saat: 17:00 - 20:00

Sorularınız ve daha fazla bilgi için aşağıdaki iletişim bilgileri üzerinden bize ulaşabilirsiniz.

Dayanışmayla;
Feyza EYİKUL
Koordinatör
Başka Bir Okul Mümkün Derneği
İletişim Ofisi:Sinanpaşa Mah. İlhan Sok.
Pembe Rüya Apt. No:15 D:4
Beşiktaş/ İstanbul
Gsm: 533 383 4316

July 4, 2012

Nasihat etme 'becerisi'


Gece bir türlü uyumak bilmeyen keçi Su, sabah bir türlü ayılamayınca kahvaltıda bunu fırsat bilip nasihat etme çalışmalarına başlamıştım:
- Biliyor musun, bütün canlıların uykuya ihtiyacı vardır...
ki hemen T. araya girdi:
- Canlı ne demek biliyor musun T.Su?
Ben hızlıca atladım
- Mesela canlılar hareket ederler,
deyip tekrar konuya dönecektim ki, YavruSu atladı bu sefer; ayıcıklı bal şişesini sallayarak 
- aaa bak bu canlı, hareket ediyor,  
dedi ve sonra aklına geleni saymaya başladı.
- deniz de canlı, yani dalgalar canlı, onlar da hareket ediyor, sonra rüzgar canlı, bisikletimin pedalları canlı, canavarlar canlı, ...
- :/
Sonuç:
Babanın baltalama becerisi: 100
YavruSunun sıvıştırma becerisi: 100
Annenin nasihat etme becerisi: 0


June 24, 2012

Kayu plastik mi?

YavruSu: Sen Kayu'yu sevmiyor musun?
Evren: Hayır sevmiyorum. 
YavruSu: Neden? Kayu plastik mi?
* * *

Geçen yıl, sevmediğim her şeyin plastik olduğunu düşünmeye başlamıştı bir ara. Neyse sonra öğrendi plastiğin ne demek olduğunu. Ama daha sonra ben öğretirken hata yaptığımı anladım, çünkü Kayu da plastikti aslında. Bir sahtelik, bir yapaylık vardı bu çizgi filmde, bir türlü ısınamadım. O yüzden artık cevabım "Evet! Kayu plastik." 

Plastik olmasının dışında, bir de çok mızmız bir çocuk bu Kayu, sürekli bir şeylere kızıyor, mızır mızır mızırdanıyor, sonra annesi babası geliyor, 1 dakikada olayı çözüyor. Ama bunu izleyen çocukların aklında kalan sahne, ne anne babanın davranışları, ne de olayın nasıl çözüldüğü. Daha önce bahsettiğim Nurture Shock kitabında bahsi geçen bir araştırmaya göre, çocukların çizgi film izlerken beyinlerine kayıt ettikleri şey, filmdeki çocukların birbirlerine olan davranışlarıymış. Örneğin Arthur çizgi filmi göründüğü kadar masum değilmiş. Çünkü bu çizgi filmin yarım saatlik bir bölümünde en az 6-7 kere çocukların birbirlerine olumsuz davrandığı, birbirlerini aşağıladığı anekdotlar oluyormuş. Ve araştırma yapılan kreşlerde, bu çizgi filmi izleyen çocukların filmde gördükleri olumsuz davranışlara benzer şekilde davrandıkları gözlemlenmiş. O yüzden televizyonu bakıcı olarak kullanmamak, birlikte izlemek önemli. Ama bu tarz çizgi filmleri birlikte izlemek için içinizdeki çocuğun 0-1 yaş dönemine dönmesi lazım, aksi halde katlanılması mümkün değil. Hele o Pepee tarzı çizgi filmler...  yalnızca birkaç kez izledim ama o yapay diyaloglar, yalnızca gündelik sorunlara odaklı, pek bir sanatsal değeri olmayan, aynı basit ezginin üzerine yazılmış, eğitim-öğretim kaygısı güden sözlerle dolu şarkılar, konuşmalar, biri bizi gözetliyor ve hatta gözetlemekle de kalmayıp direkt eğiyor/eğitiyor, kafamıza dan dan mesajları kakıyor/kakalıyor tarzı bana çok rahatsız edici geldi.

Bu plastik yaşamlar, plastik diyaloglar, plastik gibi görünen animasyonlarda vurgu da artık hikayede değil, bireyde. Merkezdeki bireyin yaşamı, onun dünyanın en önemli sorununu yaşıyormuş aksiyonu, gündelik yaşamda kayda değmeyecek, basitçe geçilebilecek 'sorunlar' odak noktası haline getiriliyor ve yeniden yeniden üretiliyor. Bireye yapılan bu vurgu, bireyciliğe ve akabinde daha fazla mızmızlanmaya yol açıyor. Sorunların çözümünün sürekli olarak dışarıdan (Kayu'da ebeveynlerden) veya dış sesten (Pepee'de 'Big Sister'dan) gelmesi, sorunların da, çözümlerinin de dışsallaştırılmasına hizmet ediyor.

Oysa hikaye anlatımı farklı bir mizaç ister. Clarissa P. Estes'in dediği gibi,
"Öyküler ilaçtır; içsel hayatı harekete geçirir, kaldıraçları ve makaraları yağlar. Öyküler bize dışarı, aşağı ya da yukarı çıkış kapılarını gösterir; daha önce boş olan duvarlarda güzel ve geniş kapılar açar."
İşte Miyazaki de öyküye önem veren, onu ince ince işleyen bir manga sanatçısı, animasyon film yapımcısı ve yönetmen. Miyazaki'nin animasyonlarında da ana karakterler var, üstelik çok güçlü feminen karakterler var; ancak onlar, gündelik meselelerin içerisinde kaybolup mızmızlanmak yerine, aktif bir şekilde hayatlarına müdahil olup yeri geldiğinde başkalarıyla birlikte olup çözüm arıyorlar. Ve yalnızca kendi sorunlarına da değil, başkalarına da. Karakterler kendi benlerine odaklı değil, yüzleri dışarıya, doğaya, dünyaya, insanlığa dönük...

Ayrıca klasik anlamda iyi ve kötü yok Miyazaki'nin filmlerinde. Hatta bazılarında kötü hiç yok; "Totoro" ve "Kiki"de örneğin. Büyüme öyküleri anlatıyor, insanların doğa ve teknoloji ile kurduğu ilişkiyi inceliyor, çocukların gözüyle aşkı, uçmayı, özgürleşmeyi anlatıyor Miyazaki.

Sağolsun arkadaşımız Şirin sayesinde YavruSu'nun da hayatına girdi Miyazakiler. Çok uzun, izleyemez diyorduk ama 3 yaşına doğru keyifle izlemeye başladı bizim yavru. Şimdi başka bir şey izletmekten çekinir oldum.


Resim: My Neighbor Totoro

Şu ana kadar izlediklerimiz:
  • Ponyo
  • My Neighbor Totoro
  • Kiki's Delivery Service
  • Howl's Moving Castle
  • The Cat Returns 
  • Whisper of the Heart
  • Princess Mononoke
  • The Story of Heidi (bu YouTube'da var)   
Sıradakiler:
  • Spirited Away
  • The Secret World of Arrietty
  • Castle in the sky
  • Porco Rosso
  • Nausicaä of the Valley of the Wind

Hepsini çok sevdik! Plastik kesinlikle değiller; kalbe dokunan, sıcacık ve bir o kadar da sıradışı öyküler. Her daim tekrar tekrar rahatlıkla izlenebilirler.

Uyarı: "Çocuğa açayım da, bu arada iki işimi halledeyim" diye bakıcı olarak kullanılması mümkün değil bu filmlerin. İlk kareden itibaren içerisine düşüyorsunuz, bitene kadar da çakılıp kalıyorsunuz olduğunuz yerde, uyarmadı demeyin, kendinizi bırakıp kalbinizle izleyin :) 

June 20, 2012

Televizyonun kısa keşif tarihi

YavruSu sonunda televizyon denen icadı keşfetti ve çok şaşırdı. Geçenlerde bir çocuk kanalı açmış nenesi, bizimki de bir güzel kurulmuş karşısına izliyor. "Anne bak, yine başladı" diye beni çağırdı;  çizgi filmin biri bitip diğeri başlayınca şaşırmış. Evet yavrucum bu makine tam otomatik dedim, hiçbir şey yapmana gerek yok, bütün gün karşısına oturup uyuşabilirsin! Hakikaten öyle oluyor, bizimki karşısına oturunca uyuşuyor. Neyse ki evimizde televizyon yok.

Bir de reklamlara rast gelmiş bizimki, babalar günü için gömlek reklamı. Dönmüş babasına sormuş: "sana da gömlek gönderecekler mi?" :) Babası gülerek bakmış, bizimki anlamamış cevabı. E haklı çocuk, vermeyeceğiniz şeyi niye gösteriyorsunuz! Çocuk bu, gördü mü ister. Neyse ki bozuldu artık, fişi çıkınca çalışmıyormuş meğer, sözde tam otomatik :P

June 18, 2012

Sevgili günlük...

İstanbul'da dostlarla muhabbet çok keyifliydi. Fakat "senede bir gün" ilişkisi biraz düşündürdü bu sefer. Turist gibi gelip gitmek, senelik muhabbeti 2-3 saate sığdırmaya çalışmak, konudan konuya atlayarak tüm konuları konuşmaya çalışmak, dolayısıyla yüzeylerde gezinmek, yüzeyselleşmek... Sanırım gurbetçiler için kaçınılmaz bir durum...

Bir de bu sefer gördüm ki İstanbul dolmuş taşmış, bize yer kalmamış sanki. Dağ taş tuğla olmuş, trafik geçen senelere oranla iyice artmış gibi geldi. Ya da hamile halimle bir yerden bir yere giderken 8 kere arabayı katla, aç, çantaları yerleştir, çantadan akbil çıkar, para çıkar, onu çıkar bunu çıkar, çocuğu oturt, 5 dakikalık yoldan fazlasına alışmamıs çocuğu eyle, saatlerce süren yollarda miden bulanarak kitap oku, insanların uyarılarıyla muhatap ol... biraz fazla gelmiş olabilir. Daha pre-iki-çocuklu hayatta böyle zorlanmışken, ikinci doğduktan sonra nasıl olacak bilemedim.

Sanırım fazla alıştım oradaki sakinliğe. Şehir hayatı çok üstüme geldi, fazla stresli geçti bu kez. Kendine ait odası olsa da insanın, trafikte ve kalabalıkta geçen zaman öyle yorucu ki odaya ayak basmak mümkün olsa bile bir şey yapmaya halim kalır mı bilemedim...

Neyse, sonra Adana'ya geçtik. Yolları artık asfalt olmuştu Adana'nın ama bu sene de bizi baştan çıkarmaya devam etti birtakım güzellikler. Ayıptır söylemesi en başta T.nin kuzenlerinin yaptığı içli köfteler, sarmalar, dolmalar, lahmacunlar, pideler... mmm...

Adana'da yoğun akraba ziyaretleri, ilgi, şefkat, yemek ve kebaba doyduktan sonra bir de üzerine bir arkadaşımızı gördük, aradaki uyuşmaya şaşırdık, sevindik ve depoları iyice doldurup yine yollara düştük. T.nin babasını da alıp İzmir'e ayak bastık sonunda. Bizimki geldiğinden beri "nenenin Türkiye'sine gidelim" diye sayıklıyordu, pek sevindi nenesine kavuşunca.

Nene-dede, akrabalar, komşular, arkadaşlar sağolsun, yoğun ilgi ve sevgi sonucu çok çok mutlu oldu YavruSu.


Bu arada Türkçesi de epey ilerledi. Ancak repertuvara birtakım 'sakıncalı' kelimeler de eklendi tabii. Oradayken Türkçeyi sadece bizden duyduğu için gayet kontrollü bir kelime dağarcığı vardı, burada serbest kaldı. Bizim information science masterında yaptığımız tartışmalar canlandı gözümde "controlled-vocabulary vs. free-text..." Dokümanlar, kolay ulaşım için indexlenirken kontrollü kelimeler mi kullanılmalı, yoksa her kelime indexlenerek serbest bir şekilde aranabilmeli mi? Kısaca önceden belirlenmiş anahtar kelimeler mi, gugıl mı? Yerine göre ikisinin de avantajı ve dezavantajı var elbette ama bizim için şu aşamada kontrollü-sözcük-dağarcığı daha iyi sanırım, zira insanlara anlamını bilip bilmeden sakıncalı sözler söylemesi alışmamış bünyemizde diken batmış hissiyatı yarattı. Hele kendinden yaşça epey büyük insanlara karşı etti mi bu lafları, insanlar gül gibi seveyim derken, sanırım ağacın dibinde buldular kendilerini.

Bir de kazanma meselesi var. Geçen sene de burada tanışmıştı bu mühim meseleyle, yine hemen adapte oldu. Yalnız bunun da anlamını tam olarak idrak edememiş sanırım ki babasıyla havuzda yüzme yarışı yapıyor güya, baba bekletiliyor, bizimki hedefe yüzüp yarışı kazandıktan sonra babanın yüzmesine izin veriliyor, "ben kazandım, ben kazandım" nidaları eşliğinde. Arkadaşı yarışalım deyince de "önemli olan yüzmek" diyor sıpa.

Neyse, şimdi önemli olan birlikte güzel vakit geçirmek, güzel arkadaşlar ve aileyle tatilin tadını çıkarmak. Bu bağlamda, beni yolun yarısına geldiğim gün yalnız bırakmayan Günün Çorbası ekibine ve Gülçin'e bir kez de buradan teşekkür ediyorum. T. dedi ki, yolun bundan sonraki yarısı daha zorlu geçecekmiş :/

May 26, 2012

YavruSu İstanbul'dan bildiriyor...

1 saat rötar yaparak evden eve 27 saatte geldik. Benim 3D düşünme yeteneğim sayesinde, valizlerle epeyce eşya taşıyıp, T.nin 2D algılama yeteneği sayesinde yolumuzu kaybetmeden sağ salim vardık. GPS cihazını "RECALCULATING!!!" diye sinirlendirerek ağlayacak konuma getirmiş olabilirim belki ama ben de yerleştirme işlerindeki performansım ve araba kullanmadaki ataklığım sayesinde epeyce katkıda bulundum bu yolculuğa :)

Çok mutlu olduk vardığımızda ama yerleri öpmedik; zira, havaalanından çıkışta ortalığı saran sigara dumanı, görüş alanımızı, izmaritler de öpülecek alanı epeyce daraltıyordu. Neyse, sonra arkadaşımız bizi aldı, beni deniz otobüsüne bıraktı, bizimkileri evlerine götürdü. Ben de, bu kadar yolculuk beni kesmez diyerek ayağımın tozuyla, o gece Oyun Atölyesinde bir oyuna gittim :) Sevilay Saral'ın yazdığı Otobüs oyunu. Gerçekten çok etkilendim. Metin, kareografi, oyunculuklar, müzikler, her şey, çok çok başarılı. Oyunda bir otobüste yolculuk eden, hepsi birbirinden farklı, hepsi birbirinden renkli on kadının (Bayan Kahverengi, Bayan Yeşil, Bayan Turuncu, Bayan Kırmızı, Bayan Sarı, Bayan Mavi, Bayan Pembe, Bayan Siyah, Bayan Gri, Bayan Beyaz) namusu tartışması konu ediliyor. Gülerken düşündürüp üzerine hüngür hüngür ağlatan, iz bırakan, bakış açınızı zorlayan, ince işlenmiş, çok çalışılmış feminist bir kadın oyunu. Bu sezon bir daha oynamayacakmış ama müjde, kitabı çıkmış.

Ertesi gün, büyük şehir maceramız başladı. Biz bu şehirde 15 yıl yaşadığımız için hemen adapte olduk ama bizim köylü kızımız biraz şaşkına döndü. "Ansansör"den korktu, sesler fazla geldi, Ortaklar'da bir arkadaşımıza gitmeye kalktığımızda arabalardan hiç hoşlanmadı. "Ben city'i sevmedim, nenenin turkey'sine gidelim" dediyse de, dostlar sayesinde, hiç arıza çıkartmadı ve gördüğü ilgi ve sevgiden fazlasıyla mutlu oldu; ağzı kulaklarında, jetlagi bile kolayca atlattı (sayılır...).

Neyse, bir log(su) ile bitireyim de yatayım ben de, sabah yeni buluşmalar bizleri bekler...
Sabah Bebek parkına gitmiştik arkadaşlarımızla. Bizimki kendisiyle aynı yaşta A. ve pek ilgili babası ile oynarken, ezan sesi duyunca sormuş:
-Kim sing yapiyo? (kim şarkı söylüyor anlamında)
Aslında her zaman bu kadar kötü değil artık, iki günde bile Türkçesi epey farketti (umarım benim de farkedecek). Yalnız, bu gidişle iki ay sonra İngilizceyi epey unutacak gibi görünüyor, o ayrı.

Bu arada bize de çok iyi geldi burada olmak. Arkadaşlarımızı gerçekten çok özlemişiz, şimdi ne çay ne çayhane, çok yazamazsam bilin ki muhabbetteyim muhabbette ;)