May 28, 2010

Freedom's just another word for nothing left to lose

Sevgili Günlük,
Bir süredir yazamıyordum. Türkiye'de vakit öyle hızlı geçiyor ki, tatilimizin yarısı bitmiş bile. Sadece 3 haftamız kaldı :( YavruSu ile burda çok mutluyuz, tüm gün birlikte, sürekli oyunlar, şarkılar, gezmeler, sevgi dolu yeni insanlar... Hülya ve Tuna, Babayız Biz ekibi ve daha bir sürü güzel insanla tanıştık. Burda maruz kaldığı yoğun ilgiden sonra kreşe tekrar başladığında sanırım biraz zorluk çekecek. Yine 1-2 saatle başlayıp yavaş yavaş artırmak gerekecek kaldığı süreyi. Gerçi bu sabah yine kreş arkadaşlarının isimlerini sayıp hayali olarak onları çağırdı: "Emily, come here, gel gel!", sonra sırayla Anton, Ryan,... Ordan başka arkadaşlara bağlandı, Sasha, Lara ve Lara'nın annesi (Y)eşim. Onlar Bloomington'dan ayrıldılar, YavruSu'nun en sevdiği arkadaşıydı, öyle ki kendi ismini öğrenmeye çalıştığı zamanlarda önce bir süre kendisine Lara dedi; ne zaman Lara'yla görüşsek 2 gün boyunca adını sayıklıyordu, dün birden yine aklına geldi, yüzüne bir tebessüm yayıldı, sonra da biraz hüzünlendi sanki. Sanırım Lara'yı epey özledi. Biz de çok özleyeceğiz Yeşimleri...

Şu anda Çeşme'deyiz, kimsecikler yok. Hava, su, tertemiz. Bütün gün koşturuyor yavru, 3 kişi zor yetişiyoruz enerjisine. Zaten 2 yaşındaki bir çocuğun bir günde yaptığı hareketleri bir atlet yapamıyormuş. Bizimki daha 17 aylık, demek ki 7 ay sonra vay halimize!




Bu akşam yemekte babası pırasa yedirmeye çalışırken kucağından fırlayıp kaçarak "nenem nenem" diye annemin kucağına attı kendisini. Alt metinde şikayet var tabii, bunlar bana nasıl böyle bir yemeği yedirmeye çalışırlar :) oysa uzun süredir hiç böye lezzetli pırasa yememiştim, Amerikadakilerin onda biri kadar incelikte, körpecik, tazecik, mini mini, güzel sebze :)

Dönüşte hep birlikte zorlanacağız besbelli. Keşke Avrupa'da olsaymışız; annem diyor ki o zaman 2-3 ayda bir gelirdim. Gerçi annem ayrı kalmaya dayanamayacak sanırım, maruz kaldığı yoğun YavruSu bıcırdamaları yüzünden belki kışın 1 aylığına gelecek ve bizi çok mutlu edecek :) Annem sağolsun sayesinde geceleri deliksiz uyuyoruz, hatta 17 ay sonra ilk kez gece dışarı bile çıktık ;) Yaşa annem, yaşasın anneler! Çalıştığı için annem kadar aktif olmasa da babam da çok ilgileniyor YavruSu'yla. Sürekli arıyor; artık telefonda sohbet etmeye başladı YavruSu da, "alo, dedem, meaba". Burdayken babam da altını değiştiriyor, oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyor, kitap okuyor, uyutuyor. Ama malesef Pazar günü hariç sabah 9 - akşam 9 çalışıyor. Dedemizi çok özlüyoruz. Anneanneler, dedeler bir taneler :)))

Sonra, bıcır bıcır konuşuyor bebiş. Burda Türkçesi epey ilerledi, 2-3 kelimeli cümleler kurmaya başladı. Dil gelişimi tahmin ettiğim sırayla ilerliyor. Önce isimler geldi, sonra fiiller, fiil çekimleri ve zamirlerle edatlar; bu son ikisi, hemen hemen aynı zamanda. "Anne gibi" diyor, uzun düz saçlı kadınlara; "makarna gibi" mantıya ve "DoDo" gibi köpek yavrusuna. Yavru da gerçekten çok benziyor DoDo'suna.

Sıfatları ve zarfları bekliyorum sırada. Durum zarfları, zaman zarfları, soru zarfları, miktar zarfları, yön zarfları ... böyle on bin çeşit zarf vardı ya, neydi o kabus günler :) Hala öğretiyorlar mı acaba çocuklara bunları? Ben üniversite sınavından sonra silmişim. Neyse ki bebekler bu şekilde öğrenmek zorunda değil.

Ünlü dilbilimci Chomsky'nin dediğine göre "evrensel dilbilgisi" diye bir şey var. Bu konuda fazla bir okumuşluğum yok, çok ilginç bir alan aslında, merak içerisindeyim. Eğer sizin de ilginiz varsa, Chomsky'nin BGST Yayınlarından çıkan pek çok kitabı var. Bilgi Sorunları ve Dil kitabı bunlardan biri. Orda, bu konuyla ilgili şöyle diyor Chomsky:
"Evrensel dilbilgisi kalıtım yoluyla aktarılan, doğuştan gelen genetik bir yetenektir; insan dilinin değişmeyen ve öğrenilmeden bilinen özelliklerini içerir. Dolayısıyla dil, deneyim yoluyla öğrenilen bir şey değil de deneyimi düzenlemenin bir yoludur."
İşte bu noktada bir süredir kafamı kurcalayan soru geliyor. İyelik ekleri olmadan yaşamak mümkün mü? Dilin parametrelerini değiştirdiğimizde özgürlük de beraberinde gelir mi? E ne de olsa Janis Joplin'in çok sevdiğim şu şarkısında dediği gibi, freedom's just another word for nothing left to lose!" (özgürlük kaybedecek hiçbir şeyinin olmamasıdır). Yani diyeceğim o ki, -ın, -in, -un, -ün'leri hayatımızdan kaldırmak mümkün mü? Çünkü bunlar olmazsa, sahiplik de olmaz, tümevarım yöntemiyle, özgürlüğe varırız belki :)

İşte YavruSu'nun bu aralar meşgul olduğu şeylerden biri de bu, dolayısıyla benim de ilgi alanımda. "Bu babanın, bu annenin, bu benim, vs." diye ayrıştırma işlemine başladı. Böyle bir şey söylediğinde, bu annenin değil diyorum, dünyanın, sırayla kullanıyoruz, şimdi sıra bende, yarın kimbilir kimde. Yiyecek, içecek gibi şeylerse söz konusu olan, hepimizin diyorum, paylaşıyoruz. Ursula K. LeGuin'in Mülksüzler kitabında okuduğum bir sahne geliyor gözüme. "Yemek için teşekkür etmene gerek yok" diyordu, "bu yemeği hep birlikte paylaşacağız". Çok etkilenmiştim o zaman.

Türkiye'de fazla yok ama Amerika'da acayip bir bireyselleşme ve aşırı bir kibarlık var ki bazen insanın deli olmaması işten bile olmuyor. Örneğin, insanların bireysel alanına girmeniz kesinlikle hoş karşılanmıyor, olur da karşınızdaki sizi anlamazsa, Türkiye'de yaptığınız gibi refleks olarak kulağına doğru eğilirseniz, aynı anda karşınızdaki insanın refleks olarak geri sıçradığını görebilirsiniz. Marketlerde uzaklarından geçerken bile "excuse me" demeniz icabediyor. Sanırım Türkiye'de zaten mümkün olamayacak bir uygulama; çünkü bu alan, birey merkezli, 1 m yarıçaplı çemberden oluşuyor ki burda bu kadar alanın (pi m^2), kişi başına düşmesi pek imkanlı değil gibi.

Şaka bir yana, mal mülkün olmadığı toplumlarda iyelik eki ve benzeri de yoktur herhalde. Yaşam tarzımız kullandığımız dili, kullandığımız dil de yaşam tarzımızı belirliyor. YavruSu'nun ilk doğum gününde arkadaşlarımızdan bir şey almamalarını rica etmiştik ve bu konuda gerçekten çok samimiydik, onlar aldılar gerçi. Oysa bize göre, bizimle, insanlarla, doğayla geçirdiği vakit, müzik ve kitaplar yeterdi. Oyuncak olarak da evdeki 3-5 oyuncak, kreşte ortak kullandıkları oyuncaklar, kütüphaneden haftada bir ödünç aldığımız oyuncaklar ve kitaplar yeter de artardı bile. Zaten oyuncaktan çok bizimle oynadığı oyunlarla, bizimle kurduğu etkileşimlerle daha çok ilgiliydi. Daha sonra ya da Türkiye'ye dönünce nasıl olacak bilemiyorum ama hala öyle. Neyse, bu konular derin konular, aslında daha ayrıntılı yazmak gerekir, şimdi yavru öğlen uykusundan uyandı, beni bekler; öpülmek ve koklanmak ister :))) 

May 7, 2010

Biz geldik :)

Merhaba ben Su, nam-i diger YavruSu.
Sizlere bu satirlari turkiye diye bi yerden yaziyorum. Coook uzun bi yoldan geldik buraya, ucaklara bindik, arabalara bindik, gittik gittik gittik ve 30 saat sonra Mufa dedemin Adana’daki evine geldik. Yolun basinda biraz huysuzlandim, hatta benim yuzumden 2 saat gec ciktik ama sonradan hosuma gitti, cunku once Mert dayimi gordum, sonra da bir suru yeni insan --bizimle ayni ucaga binmislerdi. Hepsine tek tek el sallayip “hay” dedim, sonra hostes ablalarin ve abilerin kucaklarindan hic inmedim. Onlar bana ne istersem verdiler. Cok iyi insanlarmis. Yalniz bi de basinet diye bisey verdiler, o hic hosuma gitmedi. Annemin uzerinde uyumak varken, neden o daracik yerde tek basima yatayim ki. Annem garip tepkiler verdi; gecen hafta ne guzel babamin kucagindan inmemisim, bula bula bu yolculugu mu bulmusum anne askina geri donmek icin, zaten onda sans olsaymis falan filan diye soylendi biraz ama sonra sizdi hemen, gunlerdir uykusuzmus cunku, finalleri varmis. Babama da soz vermisti, turkiyeye gidince benimle ilgilenmek icin ama hala bitiremedi finalini, Cuma sonmus neyse de babam da biraz calisabilecekmis sonunda.

Annem yol konusunda sinifta kaldiklarini soyledi --- pek salaklarmis, hatta bi grup varmis Nurturia'da Hulya teyzemin kurdugu, Anne Salakliklari diye, oraya da yazacakmis bunu. Efendim soyle ki, onumuzdeki 3 yil boyunca izleyebilecegim kadar cocuk sarkisi klipleri yuklemis bizimkiler sagolsunlar lapbatlara, ama temel ihtiyaclarimizla ilgili hicbir hazirlik yapmamislar. Ne bir yiyecek, ne yeterli sayida bez. Biraz agladim da yolda markete ugrayip meyve falan aldilar, cerealimla yedim neyse sonra birazcik uyudum. Annemin dedigine gore epey zor bir yolculuk olmus, oysa ben yolculugun tadini cikarmak icin uyanip durdum, insanlari goreyim, ucagi taniyayim istedim. Kitaplarda gordugum adam, kadin, cocuk ve bebekleri gordum, surekli isaret edip annemlere gosterdim. Neden oldugunu anlamadim ama annem kizardi bozardi biraz, e o da isaret edip gosteriyordu bana kitaplarda, bak bu kadin, bu adam diye. Megersem onlara abla-abi demem gerekiyormus ya da teyze-amca, bir de parmagimla gostermemem; haydaaa dedim ben de, e kitapta farkli, ucakta farkli olur mu, nasil is bu anlamadim. Neyse herseye ragmen guzeldi benim icin. Annemler sukretti aglamadigim icin. Baska bebekler cok agladilar, yanimizdaki kadin cok kizdi onlara, halbuki bir dertleri vardi onlarin, yoksa durduk yere neden aglar bebekler. Annemler de uzuldu bu duruma, bir suredir cok alismislardi yargisiz topluma. Onu da ilk gittileri zaman elestiriyorlarmis gerci biraz fazla mi vurdumduymaz, asiri mi kibar diye ya, belli olmuyor iste bu insanlarin sagi solu, sanirim yine de hos degildi ucaktaki teyzenin tavri. Bir de Adana ucagina giderken bir kadin oturdu yanimiza, annemin soyledigine gore elindeki cantanin icinde bebek varmis, nasil sakladilarsa ben bebek falan goremedim valla, daha cok battaniye ve yun hirkalar vardi. Baktikca ben terledim t-shirtumu bile cikarmak istedim, umarim cocuga bisey olmamistir orda. Bir de kadin anneme dert yandi durdu, kocasi yetmiyor senin sutun diyomus. Annem 2 dakikalık yol boyunca bunlari anlatmasina cok sasirdi, biraz da kizdi o adama soylendi. Kadinla biseyler konustu, sonra kadin gulmeye basladi. Siz kimseye bakmayin bu konuda, biz bebekler cok iyi ayarlariz, ihtiyacimiz kadar sut gelir annelerimizden, ona gore emeriz biz cunku. Hulya teyzemin soyledigine gore mafyaymis bunlar turkiyede, anneleri sutun yetmiyor diye bunalima sokuyorlarmis.

Neyse, Mufa dedemin evine geldik, cok guzel bir ev, kocaman --aslinda annemin dedigine gore Adana standartlarina gore kucukmus ama bence gayet buyuk, hem bizim evin en az iki kati! Karistiracak o kadar cok yer var ki hangi birine kossam bilemiyorum. Topraklari mi yerlere sacsam, yaglari mi doksem, koltuklara mi tirmansam, sus ciceklerini mi koparsam, sasirdim kaldim vallahi. Annem bazi seyleri kaldirdi hemen. Ne gusel Mufa dedem hic karismiyodu oysa. Guya kirilacak esyalar varmis, kirilacaklarsa kirilsinlar iste, adi ustunde kirilacak, ama elimi kesermis falan. Neyse, bu Mufa dedem seker gibi bi adam, sabah kalkar kalkmaz, Mufa dede diye yanina kosuyorum, gece bazen kalkip onu cagiriyorum ama o hor pis yapiyo.

Bu gece de yine kalktim, neyse ki tam annemle babam yatmak uzereydi de yakaladim onlari. Babamin pek uykusu yoktu zaten; ben de 4,5’a kadar ona eslik ettim, bir eglendik bir eglendik; sarkilar soyledik, oyunlar oynadik, sonra burda televizyon diye bisey varmis, icinde bir suru hayvan vardi, ben onlari babama gosterdim, isimlerini ogrettim. Sonra da cok gusel yemekler yedik ve yattik. Jetlag mi ne olmusuz, turkiyenin aydedesiyle gunesi farkli zamanlarda cikiyomus, o yuzden uyumamiz gerekiyomus, ama ben gunesi hep goruyodum zaten, aydedeyi de gormek istiyodum hemen uykum geliyodu, burda hic gelmedi, bi suru lamba gordum gokyuzunde, isik yaniyodu onlari izledim, cok sevindim. Annem fosur fosur uyuyordu. Ona jetlag neyin islememis, saglam kadinmis vesselam.

Bugun bir de parka gittik babam ve dedemle birlikte. Annemin kil tuy isleri varmis; turkiye, bu islerin anayurduymus. Annem, iyi oldu buraya geldigimiz dedi, yoksa babam balta alacakmis. Halbuki ne kadar yanlis, babam kendi bacaklarina bakmali once, onun ormanlari da anneminkilerle kapisiyor ama.

Biz parka giderken, yolda bir suru insan vardi. Babam dedi ki, bu yol boyunca gordugum insan sayisi bloomingtonda 1 ayda gordugum insan sayisindan cokmus. Ben de sasirdim vallahi. Bir de burdaki insanlar tanidik tanimadik hemen kucaklarina aliyorlar, sonra da sapur supur opuyorlar beni. Orda uzaktan bakip uzata uzata “aaah, she is adorable” gibi laflar soyleyip geciyorlardi. Annem duyunca biraz kizdi gerci, hemen her yerimi yikadi ama ben cok sevdim bu kiss (opucuk) olayini. Bir de bugun ilk kez sahneye cikip dans ettim ve ilk cicegimi aldim. Sokagin ortasina sahne kurmuslar, bi adam da gitar caliyodu, bilirsiniz hic dayanamam gitarin sesine, annemin karninda bile oynardim; ativerdim kendimi sahneye, bir oynadim, bir oynadim, bi adam geldi ve rengarenk guller verdi bana; annem dedi ki keske bu cicekleri koparmasaymis, solacaklarmis simdi, ben de uzuldum, kokmayacaklar bi daha diye, oysa daha yeni kesfetmistim bu koklama duyumu; sonra ogrendim ki cicek dalindayken hic bitmiyormus kokusu. O yuzden siz lutfen anneler gununde annenize cicek almayin kardesler, olur mu? Onun yerine Acalya teyzemin, Sari Cizmeli teyzemin ve diger teyzelerimin amcalarimin yaptigi gibi yapin lutfen. Nehir arkadasima gonderin o paralari, cunku onun cok ihtiyaci var. Biz onunla ameliyattan sonra oynayacagiz birlikte.

Bu turkiyenin baska guzel bir tarafi da goflet, bunu da Nehir arkadasimla paylasmak istiyorum o hastaneden gelince. Zaten dedem ben gelicem diye bir suru almis. Inanamadim yiyince, annemler nasil saklamislar bu lezzeti benden bunca aydir diye. Annem dedi ki bloomington’da yokmus bundan. Ben de inandim tabii ona, ders olsun bi daha yalan soylemesin diye bugun baska yemek yemedim ki karnimda ikincisi icin yer kalsin, neyse ki halamlarda da varmis, onlar da verdiler hemen, bi guzel onu da yedim. Oooh gidene kadar hep goflet yiycem artik. Annem hem pisman oldu, hem de cok kizdi dedemlere o kadar cok yedim diye ama o kendisine baksin, ben yatinca dedemin bana aldigi antep fistikli cikolatalari mideye indirmesini biliyo. Ben de zaten annemler ne yaparsa onu yapmayi seviyorum. Mesela onlar kendi yemeklerini kendileri yiyo ya, ben de kasigimi, corba bile olsa kesinlikle vermiyorum ki onlar gibi kendi basima yiyebileyim. Etraf dedikleri sey cok batiyomus ama sahsen beni hic ilgilendirmiyor, hatta sevmedigim bisey oldu mu, cikartip ativeriyorum o etrafa, bizimkiler bunun icin birseyler deyip duruyorlar ya anlarim herhalde yakinda.

Burdaki yemekler guzelmis gerci, manti diye bisey yedim -Adana'da tatar corbasi diyorlarmis, babamin kuzeni Ayse halam sagolsun, ilk kez bi yemekten bu kadar cok yedim, ama biraz fazla kacirmisim malesef, arkadan gelen herkesin bayila bayila yedigi icli kofteyle sarmaya yer kalmadi, neyse artik onlari da annemin sutunden alirim. Annem surekli “gitmeden sunu da yiyelim, bunu da yiyelim” diye garip garip isimler soyleyip duruyo, cennete gelmisiz, cok guzelmis burasi. Ama kilo alacakmisiz. Benim icin iyi olabilir de annemin gobegi ilk kez bu kadar one gecti, emmem zorlasacak diye korkuyorum. Zaten Acalya teyze sayesinde zor kurtardim memeyi. Hulya teyzem mafya demis ama sagolsun, onun sayesinde annem birakmaktan vazgecti. Hulya teyze, annemi de feminist mafya bellemis, kendileriyle tanismayi cok istiyorum, turkiyede yasiyormus onlar da. Bir de baska blogcu anneler de varmis, annem hepsini cok merak ediyor, hepsiyle gorusmek istiyormus ama bazilari uzaktaymis malesef, keske onlar da Izmir'e ve Istanbul'a gelseler. Ben hepsinin cocuklariyla oynamak istiyorum cunku. Bu turkiye ne guzelmis ya, keske hep burda kalsak.

Bir de burda televizyon diye bisey var. Her yerde var ve genelde hep acik duruyor, dedem bakmasa da oyle seviyomus mesela, halamlar da dizi diye bisey izliyorlarmis onun icinde. Annem de izledi bu gece onlarla birlikte, Bihter mi Behlul mu oyle birileri garip garip isler yapmislar ben hic anlamadim valla. Zaten pek ilgimi cekmedi bu kutu, bi’tek hayvanlara baktim bi de reklam diye bisey var, onun muzigini cok sevdim, duydum mu dayanamiyorum, basliyorum popomu sallamaya. Ama hemencecik bitiyo, dedem de yenilerini ariyo buluyo benim icin sagolsun. Ozgur teyze dediydi zararli 3 yasina kadar, izletmeyin diye ama burda birazcik izleyecegim galiba. Neyse, annem herseyin azi karar cogu zarar der ama siz yine de Ozgur teyzemin yazdigi yaziyi okuyun mutlaka. Bizim de Bloomingtonda yok zaten televizyonumuz. Orda gece yatmadan once birkac tane muzik videosu izliyorum bilgisayardan o kadar —o da cocuklar icin olanlarindan. Siz de dinlemek isterseniz, yan tarafta benim favori sarkilarim var, annem playlist yapmis yutubtan ama burda acilmiyormus malesef, internet baglantisi rahatladigi zaman bu sorunu halledecekmis.

Simdi gitmem lazim, sokaklar parklar insanlar beni bekliyor, bir de esas akraba dedikleri insanlar var ki, bloomingtona da goturmeyi planliyorum birkacini. Annem boyle olmuyor, bu kiz buyumeden donmemiz gerekiyor diyor ama onun icin de cok calismalari gerekiyormus. Ama onu da beni daha cok gormek istedigi icin istemiyor ve boyle surekli ikilemler yasayip duruyormus. Neyse ki tatil diye bisey var, boyle cok mutluyuz...

April 19, 2010

İlimlerin en güzeli

Hani derler ya "anne olunca anlarsın"; aslında artık o sözü "anne olunca alim olursun" diye değiştirmek gerekir. Çünkü, kitaplar ve internet sağolsun, annelerin çocuk ve bakımı ile ilgili hamilelikten ve hatta öncesinden başlayarak okuduğu materyaller, doktora tezi yazmaya yeterli olacak nitelik ve niceliktedir. O yüzden çoğu anne "ulen, bu kadar okuduk boşa gitmesin, bari bir blog açalım da yazalım, millet de bilgilensin" diyerek blog dünyasına giriş yapar. Ama bilmez ki blog dünyası anneliğin kitabını yazmak üzere olan insanlarla dolup taşmıştır. Acayip bir bilgi akışı vardır burda, referanslar verilir, teoriler üretilir, yazılır çizilir, son araştırmalar takip edilir ve daha neler neler.

Ben üniversitede olasılık teorisi, istatistik çalıştım, böyle hesap yapmadım valla. Örneğin "3 kilo 250 gr. doğan bir bebeğin 6 aylıkken kilosu 6,5, boyu 65 cm ise 7. ayda catwalk yapma olasılığı nedir? Persentil eğrilerine göre 3 boyutu da 75. ve 97. eğrilerin arasında kalan bir çocuğun, 3 boyutlu film çekme ihtimali yüzde kaçtır?" gibi sorulara gözüm kapalı cevap verebilirim; öyle alim oldum yani :)
Ayrıca daha başka neler öğrendim neler; mesela, BPA nelerin içinde vardır, nasıl geçer, biluribin seviyesinin kaç olması gerekir, mekonyum ne demektir [hayır canım, son bulunan elementin adı değil o; "Allahım bebek yerine makine doğurmuş olmalıyım" diye tepki vermenize yol açan, bebeğin zift şeklindeki ilk dışkısının adı, onun bile özel bir adı var, evet :-]. Bir de görenlerin vay be kadına bak, kimya profesörleri gibi konuşuyor dedirteceği fiyakalı kelimeler girdi hayatıma: Omega3, folik asit, amniyosentez, Beta-HcG, bunlardan yalnızca bazıları.

Evet bütün bunları ben anne olunca internetten ve kitaplardan öğrendim. Bir sürü şeyi anne olunca anladım ama bir tek şey dışında, o da kendi bebeğim. Hayır, okuyup araştırıp, bütün gün yavrumu gözlemlediğim yetmiyormuş gibi, bir de akşamları çektiğim binlerce resim ve videoya baktım ama tık yok, nafile, ne yapsam boş ;) Kitapta diyor ki, çocuğunuz şu ayda şu kadar uyur, bu ayda bunu yapar; bizimki ne uyur, ne söyleneni yapar. Başlamaz mı bende bir telaş, bu çocuk normal mi, allahım neydi günahım, günahım neydi allahım diye çevirip çevirip sordum durdum bir süre. Bizim kuşağa özgü bu sanırım, kitapta yazanları ezberleyince bütün problemleri çözecekmişiz gibi geliyor, sanki üniversite sınavına giriyoruz; oysa iç sesimizi dinlesek, ya da annelerimizi...

Annem doğuma gelmişti, 5,5 ay kaldı yanımızda. Kolay olmadı elbette, çünkü ben sürekli 'ama kitaplar böyle demiyor', o da 'biz sizi kitaplarla mı büyüttük sanki' diyordu. Orta yolu bulmamız vakit aldı. Ama, ben sonuçta yine annemin dediğine geldim, aldım yavrumu koynuma, ona sarılarak uyudum. Fakat başlangıçta çok büyük vicdan azabı duydum, çünkü okuduğum tüm kaynaklarda çocuğun kendi kendine uyuması gerektiği ve bunu öğretmek için geç kalınmaması yazıyordu. Ben ona sarılarak uyumayı çok seviyordum. Belki de hayatımda sadece bir kere böyle bir şansım olacaktı. Ama kitaplar ve internet kaynakları yüzünden içim bir türlü rahat edemiyordu. Ta ki, YavruSu 1 yaşına gelip de bağımsız bir birey olma yolunda ilk adımlarını atana kadar: "Anne sen daha takıl orda ya, bak ben büyüdüm de senin yöntemlerine itiraz bile ediyorum, istersen artık biraz da beni dinle ha?" sinyallerini verene kadar okudum durdum.

Ve sonunda farkettim ki, bizim kuşağa özgü olan başka birşey de apolitiklik; ve anaakım kaynakların bunu sonuna kadar kullanması; çocuklarımızla aramızdaki ilişkiye ince ayar çekmemizi öğütleyen, çocuklarla ilgili herşeyi son derece abartıp sadece çocuk merkezli bir hayat yaşamamıza sebep olan, gündemden, dünyadan son derece kopuk kendi küçük dertlerine gömülmüş bireyler olmamızı destekleyen bir sistem. Şüphesiz mama kullanılıp kullanılmayacağı, bebekle birlikte mi ayrı mı yatılacağı gibi sorunlar da önemli; hatta emzirmek, yıkanabilir çocuk bezi kullanmak kişinin politik tercihlerini de içeriyor ancak bunun ötesinde koskocaman bir dünya ve çok önemli dertler de var (Peters, 2002). Çocuklarımıza emanet edeceğimiz dünyanın gidişatı, bizi en az çocuğumuzun o gün geç yatması, uyuyamaması, vs. kadar endişelendirmeli diye düşünüyorum. Bu konularda okuyup bilgilenmek, tartışmak aslında çocuğumuz için de yapacağımız en güzel şey olacaktır sanırım. Onu, izole bir birey olarak değil, hayatın içerisinde etkin bir birey olarak yetiştirmek, ona bakabileceği, katılabileceği daha geniş bir dünya sunmak, birlikte bu dünyayı, yaşamı güzelleştirmek için çalışmak, birlikte okumak, birlikte öğrenmek, birlikte söylemek, birlikte yazmak... ilimlerin en güzeli hayat ilimini icra etmek, bu anlamda yaşamı ve yaşamayı destekleyenleri dinlemek, ister internetten ister canlı yayından, ister kitaptan ister candan, canandan; ama hep candan olandan, candan yana olandan!


Kaynak:
Peters, C. (2002). Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik. http://www.bgst.org/keab/cp20080323.asp

April 13, 2010

Kuzu 2'nin Kreşi

Bugün değişik bir seyirciye gitar çaldım. Beğenilerini komik danslarıyla gösteren, hoşlarına gitmeyen şarkı olduğunda çekip giden 7 minik insan yavrusu, 7 minik kuzu. Bu 7 cüce artık yeni öğretmenleriyle birlikte yeni sınıflarına geçtiler, büyüdüler ve Kuzu-2 oldular ama hala kuzuluktan çıkamadılar ve sanırım uzunca bir süre de öyle kalmaya devam edecekler :)

Yeni öğretmenleri okullu. Bir öncekiler 50'li yaşlarında iki anneydi; bir de 20'li yaşlarında iki yarı zamanlı öğretmenleri vardı ve ben bu durumdan oldukça memnundum, sevgi dolu, rahat, çok sevdiğim insanlar. Benden ziyade YavruSu'nun sevmesi önemli tabii. Ve o da öyle çok seviyordu ki bazen gece kalkıp Mindy diye ağlıyordu. Geçişten üç hafta sonra bile ne zaman kreşe gidiyoruz desem hemen Mindy, Daisy, Britti (Britney) diye önce onların isimlerini, sonra da arkadaşlarını sayıyordu: Beeen, Ena (Ana), Noa, Yayen (Ryan), Alek (bu arada Alex Çinli ve YavruSu tüm Çinli çocuklara Alek diyor, sanırım o ismi jenerik isim olarak algıladı :)

İçim içimi yiyordu, kızım Sarah de, Randi de, bak onlar senin yeni öğretmenlerin, seni çok seviyorlar. Cık! Bu sabaha kadar demedi, sonunda bu sabah Şeya (Sarah) ve Randi dedi önce, sonra arkadaşlarını saydı :) Ben de rahatladım ve vicdan azabım biraz olsun azaldı.

Yeni öğretmenleri heyecanlılar, programları var, hedefleri var ama anne değiller :( Geçiş döneminden önce bizimle toplantı yaptılar. Geçişten 1 ay önce de ara ara devralacakları sınıfa gidip çocuklarla oynuyorlarmış. Toplantıda yapacakları aktivitelerden bahsettiler (hergün farklı nesnelerle etkileşim, örneğin brokoli, yulaf ezmesi, bezelye, portakal, vs., hissetme, tatma, sonra da onunla boya yapma, vs. --bu arada kreşte yedikleri yiyecekler organik); bu dönemki hedeflerinden bahsettiler (örneğin, henüz konuşamayan çocuklar için işaret dilinde belli kelimeler ki bizim kuzu da öğrenmiş yapıyor, biz de öğreniyoruz sayesinde). Çocuklar işaretle rahatça anlatabiliyorlar dertlerini, bence çok güzel bir uygulama, konuşamadıkları için çaresizce ağlamalarının önüne geçilmiş oluyor. Ama benim en çok hoşuma giden zamanlarının çoğunu bahçede özgürce geçirecek olmaları, her gün dinleyecekleri farklı tarzlarda müzikler ve haftada iki gün gitar çalmaya gelecek olan müzisyen abileri oldu. Biri yine aynı kreşte okul öncesi öğretmeni Chris, diğeri de Kid Kazooey.

Ben de dedim ki bir de ablaları olsun!!! Offf daha 30'umu yeni geçtim, sadece 2,5 yıl oldu ama! Aman iyi, teyzeleri olsun (!), Evren teyzeleri de biraz tıngırdatsın, oynatsın dedim :)

Kreş, kar amacı gütmeyen, yani alınan tüm parayı çalışanlarına veren bir işletme olduğu için tüm velilerin yıllık 12 saat çalışması gerekiyor. T. geçen gün bahçenin reorganize edilmesi işinde gönüllü oldu, ben de sınıflarında. Onu bahçe işine önerdiğim için sağlam bir küfür yedim :) çünkü ertesi günü her yeri tutulmuştu. Alternatif olarak kitap sergisinde durma işi de vardı ama dedim ki biraz çalışsın, bahçe işi öğrensin, hem yaz geliyor, kas yapsın ;) Ama sanırım pek etkili olmadı, üzerine de Bengay'la sırtını ovmak bana düştü bir hafta! Neyse, benim işim zevkli, haftada 1 gün 10-11 arası gidiyorum, biraz gitar çalıyorum, biraz oynuyorum çocuklarla --tabii YavruSu izin verirse. Bkz. en alttaki resimde, Anton gitarımı çalarken YavruSu nasıl kızıyor. Herhangi bir çocuk annesine değmeye görsün yiyor zılgıtı oturuyor aşağıya --bir tek bu A. dışında :)

Neler çalıp söylediğimize gelince, Wheels on the Bus, Head Shoulders Knees and Toes, Itsy Bitsy Spider gibi klasik çocuk şarkılarının yanısıra bir de Barok müzik parçaları çaldım ki meğer ne göreyim, buymuş esas duymak istedikleri. Bir danslar yaptılar minicik bedenleriyle, şaştım kaldım :) Yalnız, tutturdum zihniyetiyle aynı telden çok çalmamak gerekiyormuş, kaçarak uzaklaşıyorlar sonra ;)

Merak edenler için kreşin adresi: http://bdlc.org/

April 5, 2010

Denkleme Kartları ve Bir Aktivite

Fibonacci sayılarını bilir misiniz? 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, ... diye giderler. İlk iki sayıyı toplayıp üçüncü terimi (1+1=2), iki ve üçüncüyü toplayıp dördüncüyü (1+2=3), üçüncü ve dördüncü terimleri toplayıp beşinciyi (2+3=5) elde edersiniz. Ve bu böyle sürer gider. Peki nerden çıkmıştır bu dizi? Tabii ki doğadan. Fibonacci, vakti zamanında (1202), tavşanların ideal koşullar altında ne kadar hızlı ürediklerini ve 1 sene içinde tavşan popülasyonunun ne kadar olacağını merak etmiş ve oturmuş bu diziyi ortaya çıkarmış. İşin detayına girmeden kısaca gösterecek olursak, şöyle bir tablo ortaya çıkmış:



İşte ben de ailemizin önümüzdeki 10 yıl içerisinde kaç kişi olacağını hesaplamak için....
Şaka şaka henüz o kadar delirmedim :) Ama yakındır. Yine bir final dönemine girdik de. Neyse ki son üç haftamız ve sonra ver elini tatil, türkiye, YavruSu'yla kabusa dönüşecek bir uçak yolculuğu... Of, bitsin artık şu öğrencilik, yeter! Ama kurtuluş yok bana, annemler göbeğimi Ege Üniversitesine gömmüşler. O yüzden ben de kazık çaktım üniversitelere. Oysa racon çatısından atmakmış :(

Anti parantez, dertlerimi ve göbeğimle ilgili gizli gerçekleri sizlerle paylaştıktan sonra konuma döneyim. Şimdi diyeceğim şu ki, yaptığınız şeyleri doğayla, hayatla ilişkilendirdiğiniz zaman hem daha ilginç buluyor hem de hiç unutmuyorsunuz değil mi? Değilse hemen bu yazıyı okumayı bırakıp doğru bir doktora koşun! Çünkü çoğu insan için öyle, en azından benim gözlemlediğim kadarıyla. Mesela, bu yüzden Fibonacci sayıları tarihte en çok ödev yapılan konu olmuştur. Çocukların çok ilgisini çeker, yaşayan matematik, herkes için matematik gibi kitaplarda, bilimum okul dergileri, ve çeşitli yerlerde hep karşımıza çıkar. Bunlara göre matematik aslında yaşamın kendisidir. Yalan! Sevimli göstermek için, Fibonacci dizilerini örnek verirler. Sonra öğrenci (ben oluyorum bu kişi) bir girer matematik bölümüne ki, hayatı olur külliyen yalan. Yani Fibonacci ve bunun gibi doğayla hayatla örtüşen şeyler de vardır tabii ama genelde teoridir, soyutlamadır matematiğin kendisi. Neyse biz yine işin sevimli kısmına dönelim.

Fibonacci sayıları ile doğada pek çok yerde karşılaşabiliriz. Mesela çiçeklerin yaprak sayıları: 3, 5, 8, 13, 21, ... diye gider. Hoş giden kısmındaki kadar yaprağa sahip olan bir çiçek görmedim henüz ama 21 gördüm, bkz. papatya; 13 de sarı papatya:


Ya da bir elmanın çekirdeklerinin gizlendiği bölme sayısı:



Bir de spiral yapı vardır, yine Fibonacci sayıları ile bağlantı kurabileceğimiz. Hatırlarsanız ilk iki terimimiz 1'di. Önce kenarı bir birim olan iki tane kare alırız, bunları yanyana koyunca iki birim olur, sonra bu iki tane bir birimlik karenin üzerine iki birimlik bir kare koyarız, etti mi size yana gelecek 3 birimlik bir kare daha, işte aynen diziyi oluşturduğumuz gibi oluştururuz spiralimizi de.


Ve doğadaki Fibonacci spiralleri:


Bir de bu Fibonacci dizisinin ardışık terimlerinin birbirine oranı altın oranı verir. O yüzden Fibonacci sayıları ile oluşturulan spirallere de altın spiral denir ve bu konuyla ilgili yazacak daha çok şey vardır da sizin "eee???" dediğinizi duyar gibi oluyorum. E'si şu: flashcardlara alternatif buldum :) Birbirinin aynı eşini bulmak durumunda olduğunuz flashcard türünü baştan beri pek sevmemiştim. Bu tarz aktiviteleri yaratıcılıktan uzak ve tek tipleştirici buluyordum. Geçenlerde kütüphaneden Eric Carle'ın şu kitabını almıştık ve çok hoşumuza gitmişti. Kitabı yatay olarak ortadan ikiye ayırmışlar, üstte geometrik şekil var (üçgen, kare, daire, yarım daire, eşkenar dörtgen, vs.) alttaki sayfalarda da doğadan örnekler (çadır, resim çerçevesi, güneş, uğur böceği, karpuz dilimi, uçurtma). Yani birbirinin tıpatıp aynısı olan iki şeyi bulmaya çalışmak yerine, doğadaki paternleri keşfediyorsunuz. Böylece algınız yalnızca aynı olanlara değil, farklı şekillerdeki binbir çeşit şeye de açık oluyor. Hem, kimbilir belki bu sayede farklı bir farkındalık da yaratılmış olur farkında olmadan. İşte en güzeli de o olur o zaman :)

İnternette Almanca örneğini bulabildim ama kabaca şöyle bir şey:


Tabii ki bu kitapla sınırlı kalmak zorunda değilsiniz. Siz kendiniz de evde yapabilirsiniz. Tamam sadece evde olmak zorunda değil, hatta mümkün mertebe dışarı çıkmakta fayda var. Fotoğraf çekmeyi, resim yapmayı sevenlere de çok güzel bir aktivite çıkmış olur burdan. Internetten indirdiğiniz resimlerle bile olur. Ama tabii bu download işini ahlakına uygun yapmak koşulu ile. Şu anda vaktim olmadığı için yapamıyorum; umarım yazın YavruSu ile birlikte çektiğimiz fotoğraflardan birşeyler hazırlayabilirim. Bu arada yapıp da paylaşmak isteyen olursa çok sevinirim. 10 tane denkleme kartı hazırlayıp gönderen ilk üç anneye süpriz hediyelerim olacak duyurulur ;)


Kaynaklar:

April 4, 2010

Son Durum :)

Haftasonları kreş tatil olduğu için ve malesef bizim tatil matil demeden çalışmamız gerektiği için bir süredir farklı yollar deniyorduk sonunda bir sistem oturttuk :) Günü ikiye bölüyoruz, sabah birimiz, öğleden sonra birimiz bakıyor bebişe. Cumartesi öğlen, bebiş uyandıktan sonra hep birlikte yemeğe gidiyoruz, sabahki nöbetçi içtiklerine dikkat ediyor ki çalışabilsin günün kalan yarısında. Pazar günü de tersi oluyor, yani Cumartesi sabahçı olan Pazar günü öğleden sonra bakıyor. Bir sonraki haftasonu ise tam tersini uyguluyoruz, çünkü Cumartesi ve Pazar'ın dinamikleri farklı oluyor. Kısaca formüle edecek olursak şöyle bir şey çıkıyor ortaya:
1.hafta: Cumartesi: A-B, Pazar: B-A
2.hafta: Cumartesi: B-A, Pazar: A-B
Eee, bebek bakmak zor zenaat, öyle düzensizliğe, programsızlığa gelmez yani, çok ciddi :) Muhtemelen kafayı bozduğumuzu düşünüyorsunuz ama bir şekilde paylaşmayınca, bebiş de dahil herkes için verimsiz geçiyor haftasonu. Böyle olunca herkes ne yapacağını, kaç saati olduğunu biliyor ve ona göre planlıyor işlerini veya aktivitelerini. Ve merak ediyorsanız söyleyeyim, gerçekten bunu başından böyle planlamadık, kendiliğinden oluvermiş :) Denge yasası doğruymuş yani, ispatlamış olduk ;)

İşte böyle haftasonlarının olmazsa olmaz, en önemli bölümünü kütüphane oluşturuyor. Birimiz kuzuyla çocuk bölümünde ey(ğ)lenirken, diğerimiz de üst katta çalışıyor.


Arada oyuncaklarla oynuyor --daha çok trenlerle; arada oturup puzzle yapıyor sakince...

Biz pek bulaştırmamaya çalışıyoruz ama Çinli veya Amerikalı abi ve ablalarına özenirse, bilgisayarın başına da oturuyor 5 dakika...

Bir de oyun odası var, uğramadan geçmiyoruz tabii. Burda her hafta farklı yaş gruplarına yönelik kitap okuma ve müzik saati düzenleniyor, 0-12 ay, 12-24 ay, 24-36 ay, 3-6 yaş. Cumartesileri 11'de de kukla gösterileri oluyor...

Bitmedi! Orda geçirdiğimiz güzel vakitlerin dışında bir de eve elimiz kolumuz dolu dönüyoruz ve 1 hafta boyunca kütüphaneden aldığımız kitaplarımızı okuyoruz

Bir de yine hafta boyunca kütüphaneden aldığımız oyuncaklarımızla oynuyoruz (-ruz derken yani biz oynuyoruz, oyuncaklar da oyunumuza eşlik ediyor :)

Bir de DVD'ler ve CD'ler var. DVD'ler için yaşımız henüz tutmuyor ama arada CD de alıyoruz dinlemek için. Kısaca biz bu kütüphaneyi çok seviyoruz!
* * *
Evet şimdi size soruyorum, ister misiniz böyle bir şey Türkiye'de de olsun? Ben isterim, hem de çok! Buraya geldiğimizden beri en çok sevdiğim şey kütüphaneler oldu. Bizim okulun 24 saat açık kütüphanesi şehrin en büyük binası. Yok yok; olmayanlar için de interlibrary loan sistemi var, kütüphaneler arası ödünç alma/verme. İsterseniz dünyanın bir ucundaki kütüphaneden kitap bile getirtebiliyorsunuz. Bir de il halk kütüphanesinin çocuk bölümü var. İlk kez bebişe hamile kaldığımda tanışmıştım ve öyle çok etkilenmiştim ki annemler doğum için buraya geldiklerinde kar kış demeden 39 haftalık göbeğimle/bebeğimle onları doğru kütüphaneye götürmüştüm :) Onlar da tuhaf tuhaf yüzüme bakmışlardı, "biz Amerika gezicez diye geldiydik ama, kızın bizi getirdiği yere bak, cins bu cins, aynı sana çekmiş" diye birbirlerini suçlayıp durdular ;)


Monroe il halk kütüphanesi çocuk bölümü

İşte böyle, kütüphane müptelası olduktan ve Bir Dolap Kitap'ı okumaya başladıktan sonra alınacak listeleri hazırlayıp kara kara düşünüyordum, Zeynep de teyit edince düşüncelerimin karalığını, Türkiye'ye dönmesek mi diye düşünmeye başlamıştım artık. Sonra arkadaşım Illias ve eşim T. tez konuma odaklanmak yerine bu hayatta ne yapmak istediğimi düşünmemin daha anlamlı olacağına dikkat çektiler ve o günden beri bin tane farklı şey düşündüm, çok düşündüm ve en sonunda buna karar verdim, yani çocuk kütüphaneciliği çalışmaya :)

Danışmanım önce "ama nasıl olur sen analitik bir insansın" dedi (!!!), (alt metinde şu vardı galiba: ama daha data analiz edeceğüdük) . Sonra "emin misin?" diye sordu, "yani bunu yeni anne olduğun için istiyor olmayasın" diye üsteledi. Ben de düşündüm taşındım, ve hayır dedim. Mutlaka onun da etkisi vardır ama daha çok da yaşadığım kitapsız çocukluğun içimde kalan uktesi, ve de her gün doğan yeni umutların kitapla daha güzel bir gelecek kurması, tüm çocukların kitaplara ulaşabilmesi hayalleri,... "Bir çocuğa bile faydam olursa ne mutlu bana" dedim gururla. Tabii bunu söylerken kafamdan ülkenin her yerine kuracağım çocuk kütüphanelerini geçiriyordum. Böyle de kocaman hayaller kuruverdim bir anda yani, pes valla bana ;) Kültür Bakanlığı da beni bekliyordu zaten, hemen danışman olarak işe alacaklarmış :) Üstelik koleksiyonları istediğim şekilde düzenleyebilecekmişim. Çok kültürlü, çok dilli, 'farklı' cinsiyetlere de yer veren 'farklı' kitaplar da olacak bu kütüphanelerde, tüm blogcu anneleri de işe alıyorum :) çalışanlar da istifa etsin gelsin, çocuklara kitap okuyalım, şarkı söyleyelim hep birlikte, "Dünyayı güzellik kurtaracak" demiş Dostoyevski, bundan güzel şey var mı bu hayatta...

İşte böyle sayın seyirciler, hayallerim büyük anlayacağınız. Ama ulaşılmaz değil, hiçbir şey ulaşılmaz değil, yeter ki gerçekten isteyip inanalım. Üstelik yaptığım araştırmalara göre İstanbul'da bazı semtlerde kurulmuş bile :))) İçini içeriğini pek bilmesem de, sayıca çok az da olsa, bu bile cesaret verdi bana. Ayrıca çocuk kütüphaneciliği ile ilgili ders veren bölümler de varmış. Ben de bu alanda dersler alacağım seneye, döndüğümde aktarırım ilgili kişilere, ve daha pek çok şey yapabilirim, yapabiliriz. Olmaz mı? Neden olmasın?

April 2, 2010

Doktora durumları

Bir arkadaşım, doktora yapanların ‘gerçek’ hayatta bir şey yapmaya cesareti olmayan insanlar olduğunu söylemişti. Kimbilir belki de onlar, küçükken sorgulamaya kalkışan insanlardı, ‘gerçek’ hayatla ilgili sorgulamaların iyi birşey olmadığını öğrenmiş, ama sormak araştırmak güdülerinden vazgeçememiş, zamanla sorularını farklı şekillerde sormaları konusunda yönlendirilmiş, eğitim almış insanlardı. Sorularını kalıbına uydurdukları sürece bir zararı yoktu. Hatta her ne kadar 'gerçek' hayatla ilişkilerini minimuma indirmiş olsalar da toplumda sükseli gözüken bir iş sahibi olacaklardı: Profesör. Toplumdan uzak olmasına rağmen toplum tarafından koşulsuz saygı duyulan bir meslek. 'Gerçek' hayata dair araştırmalar yapmasına rağmen çoğu zaman gerçek hayatla ilgisi olmayan, kopuk ve izole kişi.

Akademik dünya gerçekten enteresan burada. İnsanlar sayılarla varoluyor, sayılarda varoluyorlar. Yaptığınız yayın sayısı, aldığınız referans sayısı, gittiğiniz konferans sayısı, araştırmanızda kullandığınız olmazsa olmaz sayılar. Örneğin ben "critical theory" (eleştiri teorisi) çalışmak istediğimi söylediğimde danışmanım, bunun demode olduğunu, araştırmamda deneysel bulguların olmasının çok önemli olduğunu, aksi takdirde kimsenin beni işe almayacağını söyledi. Yani kısaca istatistik testleri uygulayabileceğim veri toplamalı ve bunları sayılara dönüştürüp o şekilde konuşmalıymışım, diğer bilim dallarını çok bilmiyorum ama en azından bilgi bilimi için bu böyleymiş.

Ben de peki dedim, o zaman blogları çalışayım, annelik bloglarını. Bizim alan daha çok Web'le ilgili analiz yapıyor zaten, e bloglar da bir nevi bilgi paylaşımı görevi görüyor, belki "information retrieval" alanında yeni birşeyler bulurum ve koparım :) Kopmaya niyetim olduğundan değil tabii, tek amacım bir an önce doktorayı bitirip öğrencilikten kurtulmaktı bu diyaloglar yaşanırken; zaten 'critical theory'de de bu yüzden ısrarcı olmamıştım, çünkü onun için pek aşina olmadığım bir literatürü (klasik felsefe, politik felsefe) çokça okuyup anlamam ve güzel bir şekilde yorumlamam gerekiyordu. Aslında yaratıcılığa en açık alan burası ve fakat benim gözüm iki senede böylesine ağır bir literatürü okumayı çok kestiremedi. Bu noktada üniversitede felsefe okumadığıma çok pişman oldum. Kafamı duvarlara vurdum ama burdaki duvarlar kağıttan yapıldığı için, olan bizim evin duvarlarına oldu. Ah kalın kafam, bi' işe yaramadığı yetmiyormuş gibi bir de zarar vermeye başladı...

...derken bölümden Grek kadom Illias'la konuştum. Bana tezim için konu bulmaya odaklanmaktan çok, ilerde ne yapmak istediğimi düşünmemi salık verdi. Mezun olduktan sonra ne olacaksın dedi? Nasıl yani dedim, e işte herkes gibi ben de üniversitede hoca olucam, yetmez mi. Yok dedi, "Bu hayatta ne yapmak istiyorsun?" diye tekrar sordu. Aynı akşam, yüzüncü kez eşim T. de benzer şeyler söyleyince, o noktada vurgun yemiş balık misali tutuldum kaldım...

Bu arada, seçtiğim konular dolayısıyla üniversitede işe alınmamın çok çok zor olduğunu öğrendim. Eğer üniversitede devam etmek istiyorsanız, tez konunuzun ‘marketable’, yani pazarlanabilir ve ‘serious’ yani ciddi olması gerekiyormuş. Öyle ideoloji, annelik falan çalışırsam vay halimeymiş; çünkü ilki pazarlanabilir değil ikincisi de ciddi değilmiş. Bloglar da, "public information" (halk bilgisine dayalı) olduğu için, bu tarz araştırmalar akademi dünyasında pek rağbet görmüyormuş. Ne olurdu sanki, ben de herkes gibi social network theory'e (sosyal ağ teorisine) ilgi duysaydım. Sosyal ağ derken, tabii ki akademi dünyanın içerisindeki ağdan bahsediyoruz, öyle blogroll'daki facebook'takine falan benzemez yani, çok ciddi(!) Şaka bir yana bunları çalışanlar tabii ki var ve bence olmalı da. Hatta bizim bölümden bir çocuk facebook profillerini inceliyor, sosyolojik açıdan. Ve bir başka doktora öğrencisi de bilimsel blogları inceliyor. O da annelik çalışmak istemiş ve minor'ını kadın çalışmaları bölümünde yapmış ama sonradan vazgeçmiş, gerçi şu anda da iş bulamıyor o ayrı.


Ama ümitsiliğe düşmemek gerekiyor. Bu konuda çalışıp iş bulanlar da var elbette, hem de çok güzel çalışmalar üretiyorlar. Bir tanesi: Association for Research on Motherhood (Annelik Araştırma Kurumu). Burdan çıkan kitaplardan birini okuyorum ben de şu aralar: Mothering and Blogging: The Radical Act of the Mommyblog. Bir de yeri gelmişken bahsedeyim, aynı yayınevinden değil ama doktora yapan ve üniversitede çalışan kadınların üniversitede anne olmakla ilgili yazdıkları makalelerden oluşan Mama PhD adlı bir kitap var, yine şu aralar okuduğum ve kendimden çokça şeyler bulduğum bir kitap. Sağolsun Lerna tanıtmıştı, kendisi 2 çocuk annesi ve doktorasını bitirmesi an meselesi :) Eğer siz de üniversitede varolma mücadelesi veren bir anne veya evde annelik mücadelesi veren bir akademisyenseniz mutlaka bu kitabı okuyun derim.

Benim mücadeleme gelince, yine merak içerisinde bırakıp kaçayım. Ama çok yakında döneceğim :) Şimdilik kitaplarla kalın, hoşçakalın!
* * *
Ve işte son durum...