August 21, 2010

Plastikle Başımız Ciddi Dertte!

Basit Bir Yaşam blogunun yazarı adaşım Evren'in, anaokuluna başlayacak Sincap'ı için alışveriş yaparken araştırmaları sırasında karşısına çıkan kimyasallarla dolu ürünleri değerlendirdiği şu yazısını okuyunca, bir düşüncedir aldı gitti beni. Ne yapmalı, ne etmeli, nasıl korumalı çocuklarımızı? Hadi, biz farkına varıp önlem alırız almaya ama ya diğer çocuklar? Ya çöp toplayarak geçinmeye çalışan insanlar? Bilmeden yavaş yavaş bu zehirlerle vücutları temas ettiğinde, bunları üretenler rahatça hayatlarına devam edebilecek mi!!! Bu tarz kimyasalların insanlar için yapılan ürünlerde kullanılmasını gerçekten akıl almıyor. Bunların kesinlikle üretilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Ne yapmalı, ne etmeli?
Derken önce kendi hayatımızdan başlamaya karar verdim. Biz almazsak, biz tüketmezsek 3 kişi eksik olacaklar. 2,5 derdim, başka bir şey olsaydı; ama içinde plastik kullanılan bebek ürünlerinin, plastik oyuncakların sayısını düşününce 3 az bile.

Herneyse, dedim ki, biz 3, bizden gören biri de eklenirse 4, o biri de başka birinin kullanmamasını sağlarsa 5 ve böyle giderse belki kısa zamanda toplu bir harekete bile dönüşür ki bu sayede pek çok şey yapılabilir. Örneğin Amerika'da ve Avrupa'da çoğu şehirde dükkanlar plastik torba yerine kağıt torba veya bez pazar çantası kullanmayı teşvik ediyor; hatta daha da sevindirici olan plastik torba kullanımının yasaklandığı şehirlerin sayısı giderek artıyor. Bunlardan ilki San Francisco olmuş, hem de bundan 3 sene önce. Yaşa San Francisco!

Ben de bu düşüncelerle, 2 gün önce plastiği hayatımızdan tamamen çıkartmaya karar verdim dedim T'ye. Bunun çok zor olacağını düşünmüyordum, çünkü geçen sene plastikle başımız dertte, yalnız bizim değil, tüm dünyanın ve hatta uzayın bile diye yazdığımda zaten eve hiç plastik ürün almamaya karar vermiştik ve birtakım adımlar atmaya başlamıştık. YavruSu'ya da kesinlikle plastik oyuncak almayacaktık. Lego dışında almadık da aslında. E peki bunlar nerden geldi o zaman?



Şaşırdım, çok şaşırdım. 2 gündür evde ordan burdan plastik topluyorum ki bu almama kararından 1 sene sonrası. Takmamış olsak kimbilir ne olacaktı evin hali! Hediye gelen çok oldu. Bilmiyor çünkü insanlar. Aslında ben de bilmiyordum bu kadar zararlı olduğunu, hadi biraz oynasın sonra veririz diyorduk, ama böyle olmadı. Neyse, şimdi birçoğunu topladım.


geri dönüşüm merkezine doğru yola çıkmak üzere paketledim.


Bunlar da mutfak ve banyodan çıkanlar:


Lego kaldı, çünkü onun geri dönüşüm kodu 5. Geri dönüşüm kodu 2, 4 ve 5 olanlar, görece sağlıklı olanlar; 1, 3, 6 ve 7 kesinlikle kaçınılması gerekenler. Healthy Child, Healthy World sitesinden ayrıntılarına bakabilirsiniz. Bir de Healthy Stuff diye bir site var, ordan da hangi oyuncağın içinde hangi kimyasal maddeler olduğunu kontrol edebilirsiniz. Örneğin, şu linkteki Dora oyuncağının çeşitli yerlerinde, kurşun, klor ve arsenik bulunmuş :(

İşin acı yanı, geri dönüşüm kodu olmayanlar, yani geri dönüştürülemeyenler. Bu da demek oluyor ki, yüzyıllarca doğada kalacaklar ve şu tablonun daha beterine 'katkıda' bulunacaklar!



Denizlere ve okyanuslara karışıp orada yaşayan canlıları zehirlemeye devam edecekler! Ne acı!



Çok geç olmadan birşeyler yapmak gerekiyor. Basit önlemler var aslında, herkesin rahatlıkla yapabileceği. Bir sonraki yazıda plastiğin insan sağlığına zararları ve plastik kullanımını azaltmak için yapılabileceklerden, bizim neleri yapıp neleri yapamadıklarımızdan bahsetmek istiyorum.

Ancak ne yazık ki, plastikten tamamen kurtulmak pek mümkün değil. O kadar çok şeyin içinde var ki bazılarını tahmin bile edemezdim: konserve kutulari, buz dolabının içi, bulaşık & çamaşir makinesinin bazı parçaları, makarna torbaları, pipetler, tuvaletler, ışık açma kapama düğmeleri, deterjanlar, sıvı sabun, şampuan, diş macunu, diş fırçası, banyo kovası, küvet, bilgisayar, mouse, cep telefonu, güneş gözlüğü, arabanın bilumum parçaları ve daha pek çok yerde kullanılıyor plastik. En kötüsü de çocuklar için üretilen biberon, emzik, diş kaşıyıcı gibi diretk ağızlarıyla temas eden şeylerin içinde olması.

Plastik kodlarına dikkat etmek gerekiyor, evet ama şu korkunç gerçekle yüzleşerek kullanımımızı en aza indirmek en iyisi:

Şu an kadar üretilen hiçbir plastik yok olmadı. Yeryüzünde devamlı olarak birikiyor ve çeşitli şekillerle besin zincirimize tekrar katılıyor.

Elinizin değdiği hiçbir şeyin plastik olmaması dileğiyle!

August 16, 2010

Beslenmeye devam, şerefe!

Geçen yazıya gelen yorumlardan sonra güncelleme ve ekleme yapma ihtiyacı duydum.
* Besin piramidi ile ilgili detayları bir önceki yazıya ekledim.

* Balık yağının hamilelikte kullanımı için dikkat etmek gerektiğini de ekledim. Gözden kaçmasın diye bir kez de buraya yazıyorum. Bazı balık yağlarında fazladan A ve D vitamini oluyor ancak hamilelikte A vitamini alımına dikkat etmek gerekiyor; yazın da D'nin fazlası zarar. Benim kullandığım hamilelere göreydi, içinde ne A ne de D vitamini vardı. Bu arada balık yağı strese de iyi geliyor, benim hamilelikte çok fazla mide problemim olduğu için son 3 aya kadar kullanamamıştım ama hamilelikte, hatta doğum sonrası emzirirken de kullanılabilir. Son 3 ay beyin ve göz gelişimi için de önemli, o yüzden zor da olsa hamileliğin son 3 ayı içmeye çalıştım. Emzirirken de 4 aylık olana kadar ara ara devam ettim. Sonra DHA ve EPA destekli bir pirinç mamasına geçtik de kurtuldum neyse ki :) Takdir edersiniz ki pek kolay içilebilen bir şey değil kendisi. Yine de içmek isterseniz motivasyon için bakınız: http://www.organicfacts.net/organic-animal-products/organic-fish/health-benefits-of-fish-oil.html

* Son olarak, bir de müzik vardı çokça hayatımızda ki bu, en az beslenme kadar dert ettiğim bir şeydi, hatta çoğu zaman okuduğu kitabı ve dinlediği müziği karnına giren yemekten daha fazla dert ettim. Karnımdayken kalkar kalkmaz müzik açardım. Her tür müzik dinlerdik beraber. Şimdi yine müzik var, bu sefer o kalkar kalkmaz kendisi istiyor müzik açmak/çalmak/yapmak. Ve kendi özel istekleri var. Üstüste dinlediği şarkılar, saniyesinde kapattırdıkları, ateşliyken bile zorla açtırdıkları,... Müzikli diyaloglar bolca tezahür ediyor nicedir. "Müziiik, müziiik,..." diye açana kadar ağlıyor bazen. Geçen sabah "aşağı inelim, hep beraber müzik dinleyelim, tanam mı?" dedi.

Madem bu kadar çok seviyor, yemek yedirmek için kullanayım dedim ben de; ama eline verdiğim çatalı laptopa uzatıp "müzik yesin" deyince vazgeçtim artık. Çok takmamaya çalışıyorum. Babam günde 1 yumurta yiyorsa boşver diyor, gerekli olan vitamin ve mineralleri ordan alıyormuş vücut. Bir de şimdi fıstık ezmesi (peanut butter) olayına taktık, 1 dilim tam buğday ekmeğinin üzerine sürülerek tüketildiğinde, günlük protein ihtiyacının %82'sini, kalsiyum ihtiyacının %30'unu, magnezyumun neredeyse tamamını ve çinko ihtiyacının yarısını karşılıyormuş. Ama işte söz konusu kişi YavruSu; bugün yer, yarın ağzına sürmez. Ya da, bezini bile klorla beyazlatılmamış alırız, gider havuzun klorlu suyunu lıkır lıkır içer. Ve bahsettiğimiz şahıs 19 aylık bir bebiş. 19 yaşı bıraktım, 9 yaşına gelmeden neler göreceğiz bakalım.

Not: Mr T., geçen yazıyı okuduktan sonra evde biraz alay konusu oldum, patates kızartması boğazımda kaldı desem anlarsınız :) Efendim şunu söyleyeyim, hamileyken ve öncesinde dikkat ettim ama dediğim gibi o zaman dahi "asla yemem/içmem" dediğim şeyler olmadı (içki gibi bebeğe direkt zarar verebilecek şeyler dışında). Şu anda da genel olarak dikkat etme eğilimim olsa da arada cozutmuyor değilim, tamam itiraf ediyorum: haftada bir patates kızartması & bira ikilisiyle takılmazsam olmuyor, peki tamam, arada bazen abur cubur da kaçıyor, oldu mu! Gerçi bu hafta Açalya'nın gönderdiği şu linkten sonra eskisi gibi zevk alamadım yediğimden ama yine de yedim. Neyse, haftaya sweet potato fries deneyeceğim, üzüm çekirdeği yağında (zeytinyağı belli bir derecenin üzerinde serbest radikal ürettiği için kızartma ve fırında yapılan yemekler için önerilmiyormuş, onun yerine ycurl'ün önerdiği üzüm çekirdeği yağını kullanmaya başladık). Gördüğünüz üz're kızartma olayından vazgeçmek yok. Haftada bir, bu tarz şeyler yemenin sağlığa olan zararlı etkileri, yememek için vereceğim sinir mücadelesinden daha fazla olmayacağı için, no problem :) Aman ya, rakı içen öldü de su içen ölmedi mi! Şerefe :)

August 12, 2010

Beslenme

"Bundan 10 sene önce birisi bana sigara içmeyeceksin, çayı azaltacaksın ve sağlıklı hatta çok sağlıklı besleneceksin deseydi, "hadi ordan, yürü git, benden olsa olsa yeşil üzümcü olur, Efe de zengin olur" derdim. Çünkü çay, sigara ve içki içmeyi çok seviyordum; vücudum içki konusunda zihnimde tasavvur ettiğim kadar direnç gösteremediği için içki içmeyi beceremiyordum, o ayrı. Ama sigara günde en az 1,5 paket içmezsem olmuyordu, gün bitmiyordu; sabah kalkar kalkmaz da ilk işim sigara içmekti. Herkes bırakacak olsa bile ben bunu yapmam diyordum, insan sevdiğini bırakır mı? Sevdiğimin sevenlerini yarı yolda bıraktığını bildiğim halde cevabım "hayır" oldu uzunca bir süre. Tam 14 yıl boyunca içtim. Ta ki evlenene kadar.

Aslında evlendiğimde çocukla ilgili hiçbir düşüncem yoktu. Ama hiç bırakmayacağım dediğim sigarayı bırakabildiğime göre belki de vardı da bunu kendime ifade etmek için 3 yıl beklemem gerekti. 3 yıl sonra hamile kalmaya karar verdiğimde önceden 'gıcık' bulduğum tipolojilerden biri oldum çıktım: organik beslenme derdinde, öyle basit şekerler yememeye dikkat eden, düzenli spor yapan, 10 yıl sonra görenlerin umutsuz gözlerle baktıkları bir tip.

Hamile kalmadan önce balık yağı içmeye başladım, hatta abartıp T.ye de içirdim (önemli not: hamileler dikkat, bazı balık yağlarında A ve D vitamini oluyor fazladan ancak hamilelikte A vitamini alımına dikkat etmek gerekiyor; yazın da D'nin fazlası zarar. Benim kullandığım hamilelere göreydi, içinde ne A ne de D vitamini vardı. Bu arada balık yağı strese de iyi geliyor, benim hamilelikta çok fazla mide problemim olduğu için son 3 aya kadar kullanamamıştım ama hamilelikte, hatta doğum sonrası emzirirken de kullanılabilir). Elevit kullandım bir de, sonra burda başka bir organik bitkisel vitamine geçtim. Deterjanlara varana kadar herşeyi organik aldım. Hergün 1 kuru incir, 2 ceviz, 10 badem, 20 kuru üzüm yedim --1'e 2 oranına dikkat çekerim, gıcıklık işte, uğraşıyorum geçsin diye ama nafile :)

Hamile kaldıktan sonra da devam ettim, ayrıca yüzdüm, yürüyüş yaptım her gün. Ulen, yoga bile yaptım ve başka hiçbir şeyi değil ama bunu kafasına kakacağım büyüyünce; çünkü, hiç tarzım değildir böyle dingin sporlar yapmak. Neyse ki artık aktif sporlara geri dönebildim :) Ve onları hamileliğin 3Y'si olarak kalbimin derinlerindeki yerlerine gönderdim.

Hiçbir zaman asla yemem, ağzıma koymam dediğim şeyler olmadı ama hamilelikte çok fazla sindirim problemim olduğu için öyle herşeyi yiyemedim. Ayrıca kokulara karşı hassasiyetim (deodorant-parfüm- kokulu deterjanlar kullanamazdım zaten) iyice arttı ve çikolata kokusuna bile tahammül edemez hale geldim. T. yerken bile yanında duramıyordum. İçki içmedim, kahve içmedim, çaydan vazgeçemedim ama onu da çok azalttım ve açık içtim. Toplam 11 kilo aldım ve yaklaşık 4 saat gibi bir sürede epiduralsiz vajinal doğum yaptım. Benden gıcığı yoktu artık alemde :)

Doğumdan sonra da aynen devam ettim yediğime içtiğime dikkat etmeye çünkü bebeğimi emziriyordum ve biliyordum ki yediğim herşey sütümü etkiliyor. Öyle süt yapsın diye özel olarak birşey yemedim, çünkü sütü artıran tek etken bebeğin emmesi ve benim bu konuda pozitif düşünmemdi ama yediklerimin kalitesi sütüme de yansıdığı için elimden geldiğince yararlı şeyler yemeye devam ettim. 2Y de burdan geldi, etti mi size 5Y (yüzme+yürüyüş+yoga+yararlı yiyecekler). Ben de burada, iyice Amerikalılar gibi oldum ya hadi bakalım... herşeye bir akronim, bir basitleştirme çabası.

Ama basitti hakikaten. Şimdi yazınca çok büyük bir şeymiş gibi gözüküyor ama o zaman bunları yapmak için zerre kadar zorlanmadım. Kimbilir belki de biyolojik saatim gelmişti, daha doğrusu geçiyordu ve vücudum otamatik olarak adapte oldu bu özenli yaşama."

Bunları 2 hafta önce yazdığımda emzirmeyi bırakmaya karar vermiş ve panik olmuştum; hatta "ben bu kadar dikkat ettim, özen gösterdim, şimdi artık benden çıktı ne yapacağım" diye ortalığı ufak çapta verveleye verdim. Emzirirken hayat çok daha kolay oluyor. Zaten sırf bu yüzden katı gıda maceramız çok uzun bir süre yoğurt ve multi grain cereal'ın ötesine geçemedi. Sebze çorbası içmedi mi, olsun ben sebze yerim, ona da geçer; eti sevmedi mi, olsun ben onu da yerim, faydası olur diye düşünüyordum. Belki de bu yüzden çocuğu farklı tatlara alıştırmak için çok uğraşmadık, şimdi de ceremesini çekiyoruz.

Oturdum liste hazırladım geçen hafta, ne yer ne sever yazdım, sevdiği şeylerin içine neler karıştırılabilir hesapladım. Hangi besinden ne kadar tüketmesi gerekir görelim diye be.sin pi.ra.mi.di.nin çıktısını alıp buzdolabına astım (benim kullandığım şu linktekiydi aslında, Yasemin sorunca tekrar ararken bunu buldum daha sempatik geldi:)



Bunlara uygun sağlıklı atıştırmalıklar ve tarifler buldum ve bir hevesle denemeye başladım. Gerçi yeniden emzirme kararı alınca biraz rahatladım ama yine de sağlıklı beslenmesini önemsiyorum. Çünkü hem eskisi kadar yoğun emmiyor hem de buna beslenmeden çok beslenme alışkanlığı olarak bakıyorum.

Şunu öğrendim, 1-2 denemeden sonra sevmedi diye bir kenara atmamak gerekiyormuş yemeği. 15-20 kezden sonra yemeye başlıyormuş bazı inatçı keçiler ki bizimki bu grubun baş temsilcisi. Oysa ne güzel olurdu şu kereviz sapını doğal kaşık olarak kullanmak yerine ilk seferde yeyiverseydi.

Neyse ki meyveyi çok seviyor, blueberry'e deli oluyor. Acalya'nın ben de dahil 'araştırmacı-polemikçi' yorumcuları sayesinde hiç yoktan varedilen berry tartışmasından sonra, en azından bu konuda çok sevinçliyim :))


* Yiyeceklerle ilgili ayrıntılı bilgi için: The The World's Healthiest Foods güzel bir kaynak.
* Çocuklar için Türkçe bir yemek sitesine rastladım geçenlerde, facebook sayfaları da var: Yiyorum Büyüyorum
* Açalya ve Fethiye sağolsunlar bu işe el atıp bir Facebook grubu kurdular: Çocuk Yemekleri

"Yemekleri hap yapsınlar artık" diyen ve hap gibi 'lezzetli' yemekler yapan biri tarafından büyütüldüğüm için zor gelse de yemek işleri, artık çaresi yok deneyeceğiz bu güzelim tarifleri.
Sizin de varsa çocuğunuzun sevdiği tarifler ya da yemek konusunda ilgi çekici veya önemli bulduğunuz yazıların linkleri yorumlara eklerseniz pek sevinirim.
Bizim felsefe: azı karar, çoğu zarar; organik, lokal gıdalar; genetiği değiştirilmiş olmasın aman, glisemik indeksi de düşük olsa ne yaman :)

August 8, 2010

Yok bunun ötesi

Olmadı işte yapamadım, bırakamadım emzirmeyi. Nasıl yapayım, gece eve geldik, çok ağlıyordu, babası uğraştı uğraştı sakinleştiremedi, ben kucağıma aldım, ne yaptı etti, memeleri açtı ve emdi, azıcık emdi, belki 3-5 saniye... sonra başladı şarkılar söylemeye, önce memelere pat-a-cake oynattı sonra tutup "kutu kutu pense elmamı yense arkadaşım meme arkasını dönse" diyerek şarkı söyledi, onları öptü, sevdi ve yarım saat boyunca bildiği bütün şarkıları söyleyerek neşe içerisinde kendi kendisine uykuya daldı. Şimdi ben nasıl yaparım, nasıl bırakırım! Haksızlık olmaz mı? Onun bu kadar sevdiği ve bağlı olduğu bir şeyi onun fikrini almadan kesmek pek demokratik olmaz sanırım.

Hoş bu demokratik karar her ne kadar benim uyku durumumu etkileyecek olsa da... Artık hayatıma dair yeniden bir düzenleme yapmam gerekecek. Okulda verimli çalışıp işlerimi bitirecek, akşama iş bırakmayacağım ve erken yatacağım (bu cümleyi çerçeveletip bütün duvarlara assam, yapabilir miyim acaba :) Ama mutlaka yapmalıyım, çünkü benim geceleri 9 saat, gündüzleri de en fazla 1,5 saat uyuyan bir kızım var ve kendisi tam bir maymun :) Beni de maymun etti beni ama olsun, ben şimdi mutluyum bu durumdan. Aksi halde içimde hep bir ukte kalacaktı. Haksızlık ettiğim düşüncesi beynimi kemirecekti.

* * *
Öte yandan annelik fikriyle obses olmamak gerektiğini düşünüyorum. Bebeğini 3 yıl emziren bir anne, 3 ay emzirmiş ya da hiç emzirememiş bir anneden daha iyi bir anne değildir. Ya da bebeğine 3 yıl kendisi bakmış bir anne, bebeğini başkalarına emanet eden bir anneden daha çok annelik yapıyor diye bir şey yoktur. Böyle şeylerin muhasebesinin yapılmasını pek doğru bulmuyorum. Bunlar pratik tercihlerdir. Hayat bunların çok daha ötesinde bir yerdedir.

* * *
Emzirme konusuna geri dönecek olursak, sanırım en önemli şey, kararlı olmak ve Archi*Sugar'ın dediği gibi kulakları tıkamak. Kimsenin ne dediğine aldırmadan yalnızca kendinizi ve çocuğunuzu dinlemek. Burada, annenin kendine güvenmesi çok önemli. Ben ne zaman sütüm yetmiyor desem göğüslerim acıyordu, aradan 2 hafta geçtikten sonra bu sabah yarım saat emmesine rağmen hiçbir acı hissetmedim.

O yüzden lütfen annelerin kendilerine olan güvenlerini sarsmayın. Kilo veya boy persentillerine takılıp morallerini bozmayın. Örneğin, biz çoğu zaman bilmeyiz yavrunun ölçülerini. Tabii ki gelişip gelişmediğini gözlemlemek gerekiyor, ama bunun için santim hesaplarına düşmek şart değil. Kıyafetleri artık dar geldiğinde, uzanamadığı yerlerden tehlikeli şeyleri aşırmaya başladığında, içi içine sığmadığında, kendini ifade edebilmek için çırpındığında, her gün yeni şeyler öğrenip sizi hayretler içinde bıraktığında... her an, her saniye şahit oluyorsunuz zaten büyüdüğüne. Yok eğer tatmin olmuyorsunuz bu gözlemlerinizden, fotoğraf arşivinize de bir göz atabilirsiniz. Büyümüş mü?

9. ayda 6. perdeden 19. ayda 2. perdeye gelmiş, tam 4 perde yani :)

Ayaktaki büyüme de gerçekten çok çarpıcı gözüküyor :)



Ancak en önemli soru, mutlu mu, keyfi yerinde mi?



Eee o zaman yok bunun ötesi.

August 4, 2010

Emzirme Haftanız Kutlu Olsun!


Daha önce de bahsetmiştim, emzirmeyi çok sevdim, her şart her koşulda emzirdim. Emzirme konusunda herhangi bir sıkıntı da çekmedim. Doğum yaptığım ilk hafta tahriş olmadı mı göğüslerim, oldu elbette. Olmaması pek mümkün değil sanırım. Serçe parmağınızı yenidoğan bir bebeğe kaptırırsanız ne demek istediğimi anlarsınız. O derece şiddetli bir çekme gücüyle hangi uzvunuz karşılaşsa rengi saniyeler içinde kırmızıya dönecektir. Ve buna günün o kadar saati maruz kalınca, morarır bile valla. Benim de ilk hafta emzirirken biraz canım acıdı ama 1 hafta sonra alıştım. Doğum yaptığım hastanedeki emzirme danışmanı çok yardımcı oldu. Bana, kolostrumun (ilk gelen süt) tedavi edici özelliği olduğunu ve göğsüme birazcık sürüp havalandırmamı söyledi. Çok iyi geldi hakikaten de.

Tek aksilik yenidoğan sarılığı olmasıydı. Geçen gün okuduğum şu yazıya göre, yenidoğanlar, ışık tedavisine gerek olmadan 1-2 hafta içinde kendi kendilerine atabiliyormuş fazla biluribini. Ancak, YavruSu'da 17'ye çıktığı için ışık tedavisi şart oldu (20'de beyinde kalıcı hasar meydana getiriyormuş). Işık tedavisi alınca da vücutta hızla biriken biluribini dışa atması için sıvı alması. İlk günler olduğu için anne sütünün yoğun kolostrum yapısı yeterli olmayacağından ek mama verdiler. Ancak mamayı biberonla değil de şırıngayla ve anne sütünün üzerine vermemizi önerdiler. Böylece memeyi kabul etmesinde hiçbir sorun olmadı ve neyse ki ışık tedavisiyle 2-3 gün içerisinde geçti de mamaya devam etmek zorunda kalmadık.

Sonra full emzirdim demek isterdim ama sütün yetmiyor mafyası beni ele geçirdi. Şimdiki aklım olsa ya da Blogcu Anne'nin kurdugu Emziren Anneler gibi bir mail grubuna üyeliğim, ya da Acalya gibi bir emzirme gurum, buna kanmazdım. Fakat o zaman malesef annem kanıma girdi ve günde 1 öğün mama verdik. Bu dünyanın sonu olmadı elbette, hatta avantaj olarak arada dışarı çıkıp arkadaşlarımla bir şeyler bile içtim. Şart mıydı, tutamaz mıydım kendimi; tutardım belki ama uykusuzluk ve bebekli hayata alışmanın stresini atmak için itiraf ediyorum arada iyi geldi ve hatta kendimi yenilenmiş olarak bebeğime koşarken buldum. Yani bu beni daha kötü bir anne yapmadı, belki daha iyi bir anne de yapmadı ama tazelenmiş, mutlu bir anne yaptı :)

Ama yine de mama yerine kendi sağdığım sütlerden kullanabilirdim --tabii her süt azaldığında mamaya güvenip sütümü iyice azaltmak yerine süt sağabilmiş olsaydım. Bu bir kısır döngü yani anlayacağınız, girmemekte fayda var.

Neyse ki sonra bizim kız fazla inatçı anne de fazla uykucu olduğu için anne sütüne geri dönüş yaşadık. Beraber yattığımız için gece açık büfe şeklinde mık dedi emdi, cık dedi emdi, o kadar çok emdi ki artık annesini acıdan ciyaklar hale getirdi. Yani hiçbir şeye uyanmayan anne, o ilk hafta bile gayet rahat emziren anne başladı bu sefer mıkırdanmaya: "uyuyamıyorum da, acıyor da, şöyle de, böyle de" dedi dedi ve ne yaptı etti bırakmaya karar verdi. Bu kararından cayması daha önce yazdığı gibi pek zor olmadı.

Ama artık uykusuzluktan harap ve bitap düştüğü için, pek sık hastalanmaya başladı, migren atakları artış gösterdi, verimli çalışamaz oldu, kilo aldı ve hatta doğum kilosuna epey yaklaşarak Damla'nın Kitubi'de bahsettiği araştırmayı doğruladı. Sonuç olarak karar verdi, bırakacaktı. Her ne kadar bebeğini emzirmeyi çok seviyor da olsa, uykusuzluk onu çok fazla etkilemeye başlamıştı. Gece kalkmalarına tahammül edemez hale geldi. Gece emzirmemeyi de denedi ama başarılı olamadı, ya hep ya hiçti artık.

Çok zor bir karar oldu. Hele bunu emzirme haftasında buraya yazmak çok daha zor. Öyle ki birinci tekil şahıs bile kullanamadım bu kısmı anlatırken. Cesaret! Evet, uyku durumlarımızın düzelmesi umuduyla 2 hafta önce bıraktım emzirmeyi. Onun için de çok zor oldu. Ben dayanamayıp emzirmeyeyim diye, her akşam bir bira içtim. Ve bu halde emzirirsem ona zarar vereceğimi bildiğim için kendimi tuttum. Çok zordu!

Peki uyku durumlarımız düzeldi mi? Yooo! Tam tersi iyice azıttı. YavruSu zaten hiçbir zaman iyi uyuyan bir bebek olmadı. Ycurl'ün linkini gönderdiği şu habere göre ebeveynler ilk 2 yıl boyunca 6 aylık uykularından oluyorlarmış, bir arkadaşı da yazmış "bazı durumlarda da ilk 6 ayda 2 yıllık uykudan olunabiliyor" diye, işte biz o bazı durumların içerisine giriyoruz malesef. Şu ana kadar (19 aylık) 2, en fazla 3 keredir 7 saat uyuduğu. Her gece defalarca, şanslıysak 2-3 kere kalkar cadı Su. Emzirmeyi kesmemin esas nedeni gece uykularıydı ama kestikten sonra kalkma sayısı olarak bir şey değişmedi malesef. Tek değişen, gece uyandığında ağlama şiddeti oldu; artık 20 bin megahertz'ün çok üsünde ses şiddetiyle ağlayan bir bebeğimiz var. Ne kadar ağlasa da hiç "emmek please" demedi ya, o benim içimi biraz burktu açıkçası. Hoş, gündüz memelere kontrol çekmedi ve arada birkaç fırt götürmedi değil ama sanırım artık kabul etti. Geçen gün babasına "annenin sütü bitti" demiş :(

Bu hafta ne kadar çok gaza gelmiş olsam da sanırım bir üçüncü kez başlayamam emzirmeye. Yani onda da güvensizlik oluşturur bu durum herhalde. Ama eğer uykularında bir düzelme olmazsa, ah bir düzelme olmazsa... yapacak bir şey yok elbette, bu da böyle bir cins diye bağrımıza basacağız, uyku ilacı verip uyutacak değiliz ya!

Ve fakat siz, imkanınız varsa çocuğunuz bırakana kadar emzirin derim. Çünkü antropolog Katherine Dettwyler'ın yaptığı araştırmaya göre doğal olan bu. Örneğin köpekler 8 haftada, atlarsa 8-12 ayda kendiliğinden bırakıyorlarmış, kimse yavrusunu zorla ayırmıyormuş memeden. Araştırma sonuçları şöyle (özet olarak):
  1. 21 farklı cins maymunu inceleyen Holly Smith'in bulgularına göre, maymunlar çocuklarını ilk kalıcı azı dişleri çıkana kadar emziriyormuş. İnsanlardaki karşılığı: 5,5 - 6 yaş.
  2. Bazı çocuk doktorlarının savunduğu argüman, hamilelik süresi kadar emzirilmesi. Fakat insanlarla benzer boyutlardaki maymunlar karşılaştırıldığında bu oran 6:1. Yani maymunlar hamilelik sürelerinin 6 katı kadar emziriyorlar. İnsanlardaki karşılığı: 4,5 yaş.
  3. Çocuk doktorları arasında diğer savunulan bir argüman, çocukları doğum kiloları 3 katına çıkıncaya kadar emzirmek, yani ortalama 1 sene. Ama bu doğal yaşamda, vücut ağırlığıyla orantılı. Yani daha büyük memeliler, çocuklarını doğum kilolarının 4 katına çıkana kadar emziriyorlar. İnsanlardaki karşılığı: 2,5 - 3,5 yaş.
  4. Primatları inceleyen bir çalışma, çocuklarını yetişkin ağırlıklarının 1/3'üne ulaşıncaya kadar emzirdiklerini ortaya çıkarmış. İnsanlardaki karşılığı: 5-7 yaş.
  5. İnsan olmayan primatlarla yapılan bir araştırmada cinsel gelişim yaşı ve memeyi bırakma yaşı karşılaştırılmış. Üreme sistemini olgunlaştığı yaşın yarısına ulaşılmış. İnsanlardaki karşılığı: 6-7 yaş.
  6. Bir çocuğun bağışıklık sisteminin tamamen gelişimi 6 yaşa kadar sürüyormuş. Ve anne sütü bağışıklık sisteminin gelişmesine, anneye ait antikorlarla güçlendirilmesine yardımcı oluyormuş.
Sonuç olarak doğadaki emzirme yaşını baz alırsak minimum 2,5 maksimum 7 rakamına ulaşırız. Dettywiler, anne sütünün bebeğin sağlığı ve zekası üzerindeki etkilerinden de bahsediyor. Devamını okumak isterseniz burada, bir de anne sütü ve formul sütün karşılaştırması için Açalya'nın şu yazısına bakmanızı tavsiye ederim.

Benim son olarak değinmek istediğim nokta, Dettywiler'ın son paragrafta bahsettiği duygusal bağlılık durumu. Çocukların duygusal olarak zorlandıkları durumlarda, oyuncak ayı ya da battaniye gibi cansız bir objeye yönlendirilmeleri ne kadar doğru! Bu materyalist bir yaklaşım değil mi! Belki de sırf bu yüzden ağlayana meme verilmeli. Ben de üzülüyordum, YavruSu'nun bir güvenlik oyuncağı/uyku arkadaşı yok diye. Benden iyi arkadaş mı varmış ona. Yine hala beraber yatıyoruz. Koyun koyuna, kol kola... arada ayak göze giriyor ama olsun, o minicik ayaklardan bir zarar gelmiyor bu gözlere :)

Ve hatta daha çok açılıyor bu gözler. Ben de şimdi böyle düşünüyorum: Bir oyuncağa bağlanmaktansa, insana bağlanmak, insan merkezli bir yaşamın da kapılarını açacaktır. İnsanca bir yaşam için emzirelim.

Emzirme Haftanız Kutlu Olsun!

Güncelleme: Bu yazıdan iki gün sonra tekrar emzirmeye başladım :)

July 24, 2010

Senin baban erkek mi?

Karikatür: Piyale Madra

:) Toplumsal cinsiyet rollerinin neden bu şekilde evrimleştiğine dair çeşitli teoriler var. Bu teorilerden birine göre, kadın doğum yaptığında, yeni doğan çocuğuna bakmak, onu emzirmek, uyutmak, temizlemek için mağarada/evde kalıyor, erkek de avcılık/toplayıcılık işlemleri için dışarı çıkıyor. Dolayısıyla kamusal alanda varlık gösteren, yemek bulma savaşı esnasında beceri ve kaslarını geliştiren erkek olurken, evde kalıp çocuğa bakan ve evde olduğu için evle ilgili işleri yapan da kadın oluyor. Bu yalnızca bir teori ve bu teorinin geçerli olmadığı binlerce durum var. Örneğin, benim babam fındık zamanı doğduğu için, babaannem o gün bahçede akşama kadar fındık topladıktan sonra eve gelip doğum yapmış ve 2 gün içinde bahçeye geri dönmüş. Gelini gelene kadar da hem bahçe işlerinde hem de evde çalışmış. Feodal sistem öncesi daha iyiymiş yani, en azından sadece evde çalışıyormuş kadınlar :P

Şaka bir yana, bunun tam tersi örnekler de var. Mesela bizim üniversitede doğum veya çocuk evlat edinilmesi durumunda hem anne hem baba 12 hafta ücretli izin alabiliyor --genelde sırayla kullanıyorlar. İzin süresi çok yetersiz de olsa, babaların bundan yararlanabilmesi çok güzel bir şey çünkü her ne kadar ev içi emeğin ücretlendirilmesi ile ilgili çalışmaları savunsam da, bu tarz rutin işlerin sırayla ya da birlikte yapılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü rutin işler, ücretli de olsa, insanı bezdirebiliyor.

Birlikte yapmak her zaman kolay olmuyor tabii. Örneğin, bizim durumumuzda, her ne kadar herkesin her işi yaptığı, eşitlikçi bir anne-baba modeli sunmayı istemiş olsak da belli şeylerde farketmeden bir ayrışma yaşandığını gördük. Evet, baba gerçekten bir sürü iş yapıyor, ama bu işler genellikle annenin de yapabildiği ve de dışarda yapıldığında erkeklerle özdeşleştirilen işler. Diş fırçalığın temizlenmesi gibi detay işlerde ya da çamaşır gibi yalnızca kadınların bulunduğu alanlarda yine kadınlar var, yani ben varım.

Çamaşırcı Erkek
Siz hiç çamaşırcı erkek gördünüz mü? Mesela çamaşır reklamlarında çantasından deterjanı çıkarıp "üzülme be Osman, bak bu Momo'yla yıka, muhteşem beyazlığı yakala" diyen bir tipleme? Ali amca? Yok böyle bir tipleme. Bu Ali amca, genelde hep kirletir. Çocukluğunu da biliyorum ben onun... hep koşardı, top atardı, nedense gidip inadına inadına çamurda oynardı, olmadık yerlere girer çıkar, yemek yerken de hep üzerine dökerdi. Toplum mu bu hale getirdi onu? Sen erkeksin, erkek adam ev işi yapmaz diyerek. Yoksa annesi mi yaptı ona bunu? Yıllarca onun işlerini yapıp yemeğini yedirerek, çamaşırlarını onun yerine yıkayarak, hatta üniversiteye gittiğinde bile, kargoyla temiz çamaşır, yemek göndererek, onun kendi kendine yetecek bir birey olmasını engelledi mi farkında olmadan. Oysa çocuğunu çok severdi, hep iyi şeyler düşünürdü onunla ilgili. Yoksa eşi mi sebep oldu buna? Sen bırak ben hallederim diyerek...

Kimin ne kadar payının olduğu tartışılır ama Ali için iyi oldu bir taraftan; kendini bilime verdi. Ve hiçbir şeyden de geri kalmadı; para da kazandı, çamaşır reklamlarına da çıktı deneylerini anlattı: "2 ölçek bundan, 8 ölçek şundan koyduk, 3 yıl deney yaptık ve beyaz ötesine ulaştık" gibi saçma sapan replikler söylese de, o, dağ gibi çamaşırla başetmek zorunda kalan kişi değil, beyaz gömlekli bilim adamını oynadı.

Tabii ki bunun tam tersi durumlar da var. Bilim kadınları yanısıra çamaşır yıkayan erkekler de yaşıyor bu dünyada. Ben çamaşırhanelerin önünden geçerken görüyorum mesela. Ama neden medyada, kamusal alanda görünür değiller merak ediyorum. Google imajlarda aradım (bu arada yeni arayüzü çok şık olmuş imaj aramanın) ve tahmin edeceğiniz üzere açık ara farkla kadınlar önde çıktı resimlerde. 3-5 tane çamaşırcı erkek ya var ya yok. Türkçe terimlerle aradığımda ise hiç bulamadım. Ataerkil sistem, mahremiyet mevzuları dışında sanırım bir etken de bu işten para kazanılması.

Hep söylenir ya, en iyi aşçılar erkeklerden çıkar diye; ya da terziler, modacılar, bulaşıkçılar, ütücüler, ... bu alanlarda da hep erkekler varlık gösterir bir şekilde. Bu işleri kadınlar da yapar ama erkekler yaptığında bu işlerden para kazanırlar, dışarda yaptıkları için üzerine bir de ünlü olurlar. Ve kıyaslama yapılır. Kadınlara fırsat verilmiş de dışarıdaki işlerde çalışıp kendilerini gösterebilmişler gibi. Ya da, çalışan erkeklerin kadınlara oranı, aldıkları ücret eşitmiş gibi. Bunları pek anlayamıyorum malesef. Bu söylemler beni hep şüpheye düşürüyor.

Şablonik Hatalar
Çünkü bence bu, gerçekten ataerkil sistemin dayattığı toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili. Siz de bir erkeğe doğduğu andan itibaren "sen erkeksin, senin kafan buna basmaz" ya da "aman oğluşum, hassas kırılgan oğluşum" diye şartlarsanız, onun gelecekte kendine güvenen, tuttuğunu koparan bir insan olması çok zor olur muhtemelen.

Ben hiçbir zaman kendimi kadın olduğum için yetersiz veya beceriksiz hissetmedim. Yeri geldi, musluğu söküp tamir ettim, yeri geldi, eşimin yerine paralel park yaptım. Gözü karaydım hep; arabayla 200km/s hız yapıp bisikleti ellerimi bırakarak kullandım, havuza ters takla atarak girip bulduğum her türlü duvara tırmandım. Matematikte de iyiydim her zaman --tüm bu konularda/işlerde iyi olan başka pek çok kadın gibi.

Annem, feminist itkilere sahip bir kadındı. Evlendikleri ilk gün babamın en sevdiği gömleğini ütülerken 'yanlışlıkla' yakarak hayatı boyunca ütü yapmaktan kurtulmuş, çeşitli sosyal derneklerin, partilerin kadın kollarında aktif olarak (gece 11'lere kadar) çalışmış, beni daima üniversite mezunu olmam, çalışmam konusunda yönlendirmiştir. Babam da her zaman bana destek olmuş, "aslan kızım, herşeyin en iyisini yapar" diyerek teşvik etmiştir. Bu durumun yarattığı negatiflikler olmuş olsa da (bazen gerektiğinden fazla hırs yapmam gibi) genel olarak hayatımı olumlu etkilediğini söyleyebilirim. İstediğim ve yeteri kadar çalıştığım zaman herşeyi yapabileceğime inandım. Herhangi bir eziklik ve eksiklik duymadım.

Ne güzel, değil mi? Film gibi geçti gözünüzün önünden: Kara Evren Ataerkiye Karşı!

Fakat sonra ne oldu? Film bitmedi elbet ama şeridi koptu. Tahmin edeceğiniz üz're, bebiş doğduktan sonra hayatım değişti. Bir kere korkak oldum. Önce ilk zamanlarda o bana muhtaçken (ya da ben öyle olduğunu düşünürken), başıma bi'şey gelecek diye ödüm patladı, ya bana bişey olursa, yavrum ne yapardı!!! Düşüncesi bile gözlerimi doldurmaya yetiyordu. Sonra, o kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladı ve bu sefer onun başına bir şey gelecek diye korkmaya başladım. Hele ilk zamanlar, her düştüğünde yüreğim ağzıma geliyordu. Çaktırmamaya çalıştım, hep serin kanlı durmaya, ama epey korktum, gelecek yılları düşünüp korktum. Ya bungee jumping yapmak isterse, paraşütle atlamak, dağa çıkmak, tehlikeli eylemlere katılmak; kendini koruyamazsa, ya da kadın veya erkek bir itin tekine rastlar ve hayatını zehir ederse. Of ya, ben bunları düşünecek kadın mıydım!

Sonra, bir süre, bebeğin tüm bakımını ben üstlenmek istedim. Bilinçli olarak değil tabii ki ama baba da dahil olsun derken, farkettim ki, bazı alanlarda güvensizlik yaratmışım. Örneğin, kıyafetlerini o giydirdiğinde, hiç olur mu böyle diye değiştirdim, ve bir gün onun "ne giydireyim?" sorusu karşısında, "giydir işte birşeyler" dediğimde, "bana güveniyorsun yani?!?" sözüyle kafamda çakan şimşeklerle kendime geldim. Sonrasında hiç müdahele etmemeye karar verdim ve hatta destekledim, ta ki morla cırtlak yeşili üstüste giydirene kadar. Herkesin bir sabrı var, değil mi ama :)

Şaka bir yana; hiç istemedim yavrunun kadın ve erkeği belli rollerle özdeşleştirmesini. Çünkü biliyorum ki herkes herşeyi yapabilir, yeter ki istesin, yeter ki kendine olan güveni zedelenmesin, yeter ki şevki kırılmasın, bastırılmasın, yeter ki doğru kuvvetlerce desteklensin, gerektiğinde dürtülsün. Şablonlara sokulmaya çalışılmasın. Özellikle de aklımızdaki şablonlara. Çünkü Sally Kempton'ın dediği gibi
It's hard to fight an enemy who has outposts in your head.
Yani "kafanızda ileri karakol kurmuş bir düşmanla savaşmak zordur". Üzerine bir de anneliğin karakolları eklenince, gerçekten, iyice zor oluyor. Ama tabii ki imkansız değil. Çünkü hiçbir şey imkansız değildir! Yeter ki isteyin, yeter ki gözlerinizi biraz daha geniş açın. Olmadı annenize şiir yazın. Anne olunca daha iyi anladığınızı düşündüğünüz annenize :)


Karikatür: Piyale Madra (www.radikal.com.tr)

July 12, 2010

Merkezkaç

Cocuklarimiz basimiza gelen en guzel seylerden biri. Ve onlari oyle cok seviyoruz ki... saniyorum bunu bazen abartiyoruz. Sadece, 3 yasina geldiklerinde asiri ilgiden simarmis, cekilmez birer cocuk olmalari degil sorun; bence asil sorun hayatin ileriki asamalarinda cikiyor. Herkesin her yaptigi davranisa alkis aramasi, her yazdigina yorum beklemesi; bir nevi kendi imajina tapinma hali yani. Surekli tapinilarak sevildikleri icin karsilarindaki insanla duzgun bir iliski kuramamalari, surekli ve daha fazla ilgiye muhtac konuma gelmeleri...

X: Beni neden aramadin? Senin aramani bekledim saatlerce. Nerdeydin? Bi'sey mi oldu!!!
Y: E sen arasaydin.
X: Sana en son ben mesaj atmistim. Senin araman gerekirdi. Bohuu, beni sevmiyorsun sen, sevseydin boyle yapmazdin, uaaaaa...

diye surup giden cozumsuz diyaloglar neden kaynaklaniyor? Neden kadinlar genelde erkeklerden birtakim seyleri yapmalarini bekliyorlar ve erkekler bekledikleri seyleri yapmadiginda uzuluyorlar, hayal kirikligina ugruyorlar ve hayatlarini drama ceviriyorlar? Simdi dusunun, kizinizin boyle sacma sapan 'acilar' cekmesini ister misiniz ilerde?

Prenses sendromu denilen bir sey var psikolojide. Buna sebep, sadece pembe oyuncaklar, taclar, elbiseler degil elbette. Buna asil sebep bizim cocuklarimizla kurdugumuz iliski ve toplumun onlari soktugu kaliplar, dayattigi roller. Yavuzdogan ailesinin Endonezya Macerasi blogunun yazari Selen, Prenses sendromunun insanliga zararlari baslikli cok guzel bir yazi yazmis. Mutlaka okumanizi tavsiye ederim. Bu sendrom, cogu genc kizi eline geciriyor ama bundan tabii ki sadece kizlar etkilenmiyor, erkekler de nasiplerini aliyorlar. Bir kadinla birlikte olabilmek icin, beyninin onemli bir kapasitesini sadece ona ayirmasi gerektigini ogreniyor erkek kisi; ona hediyeler alabilmek, suprizler yapabilmek icin cok calismasi gerektigini, aksi halde turlu turlu suçlamalara maruz kalacagini. Sanirim sonunda o da kendinden suphe ediyor, yeteri kadar sevemedigini dusunuyor, ne yapsa olmuyor, yaranamiyor ve bu durumdan sıkılıp kaciyor. Hayatinin merkezi olmak isteyen kisiden hizla uzaklasiyor.

Bunu engellemek biraz da bizim elimizde. Cocuklarimiza, tapinilacak hassas kirilgan bebekler olarak yaklasmaktan vazgecsek ve onlar icin surekli bir seyler yapmak yerine, onlarla birlikte bir seyleri yapsak. Ornegin, kitaplari sadece onlara okunacak, onlar icin yaratilmis birer obje olarak gormek yerine, kendimiz de kitabimizi ayni ortamda onunla birlikte okusak. Cok mu zor?

- Oyle valla :) Krese part-time giderken daha kolaydi ama artik zorlasti. Cunku birbirimizi cok ozluyoruz aksamlari. Ben kitabimi actigim zaman 1 dakika icinde yanimda bitiyor bit :)

Ic ses: Bahaneye bak! Sen Turkiye'den donerken ona kac kitap getirdin, kendine kac?

- Iıı, tamam itiraf ediyorum ona 14 kitap getirdim, kendime 2. Ama onun kitaplari cok tuttu. Hem butun gun makale okumaktan kitaba sira gelmiyor ki. Ayrica evde daha okunmayi bekleyen kitaplar, ....

Ic ses: yaptigin guncellemelere ve yorumlara gelen yorumlar (cocugun hakkinda), fotograflarini (cocugunun) kimlerin begendigi, ... Aferin! Bu bakis acisiyla fezaya cikarsin sen yakinda!!! Ama cocugunun uydusu olarak!
* * *

Evet, kimsenin hayatinin ne merkezi ne de uydusu haline gelmek saglikli olmasa gerek. 'Birinin birisi icin birseyler yapmasi' fikri yerine, 'beraber birseyler yapmak' fikri daha saglikli. Ornegin, birlikte gunesin cevresinde donmek :) Evet evet, ihtiyacimiz olan sey bu! Guzel gunesler bulup etrafinda turlamak beraberce. Tek bir merkeze bagli kalmamak, farkli farkli gunesleri de gormek...

Saka bir yana, sadece onu eglendirmek icin onun etrafinda pervane olursak, hayatta da karsilastigi insanlardan ayni seyi bekleyebilir ve yeteri kadar ilgi gormediginde mutsuz olabilir. Oysa mutlulugun alinan/verilen bir sey olmadigini gormek ve gostermek gerekiyor. Ama bunun icin bir kardesi olmasini beklemek gerekmiyor. Gecenlerde, Pratik Anne bununla ilgili bir yazi yazmisti, eger okumadiysaniz su linkten ulasabilirsiniz. Ikinci cocuk olsa da olmasa da (ki bugun Senem yazmis, uzerimden buyuk bir yuk kalkti, sanirim olmasa daha iyi :) cocugunuzu kendi basina kalmaya alistirmak onemli. Prens/prenses sendromu disinda, bunun olasi faydalarindan biri de yaraticiliklarinin gelismesi olacaktir. Sıkıldıkları zaman, sizden yeni bir aktivite beklemek yerine, kendi kendilerine oyun uydurmaya, hikaye yazmaya calisabilir, muzik calip dans etmeye baslayabilirler ve bir gun bir de bakarsiniz ki cilgin dans figurleri bulmuslar, dans ediyorlar.