September 17, 2010

YavruSu'dan haberler

Merhaba, ben Su, nam-ı diğer YavruSu,
Merak ediyordunuz di mi aylardır nerde bu kız diye. Efendim hemen söyleyeyim, bu annem denen kadın aylardır ele geçirdi blogu, çan çan çan... yok kendi anılarından, yok plastik denen bir şeyden, öyle atıp tutuyor durmadan. Oysa blog benim adıma açılmıştı. Neyse ki sevgili abilerim ablalarım, teyzelerim amcalarım bunu ona hatırlattı da ele geçirebildim blogu nihayet. Neler oluyor neler, annem gelmeden anlatayım hemen.

Efendim, bu anne ve baba denilen insanlar çok garipler gerçekten! Hergün yeni bir şey çıkartıyorlar başıma. Yok plastik, yok demir, böyle yeni yeni şeyler duyup duruyorum. Hayır sadece duysam neyse, mesela geçenlerde daha plastiğin ne olduğunu anlamadan annem denen kadın tuttu attı bir sürü oyuncağımı! Oysa çok sevdiğim toylarım, müzik enstrümanlarım vardı, mesela kıstelefonum, orgum, hepsi gitti hepsi, çok üzüldüm valla, ne güzel oynuyordum onlarla...

Sonra bu demir, protein denen şeyler çıktı. Garip garip şeyler yedirmeye başladılar bana, yok üzüm çekirdeği yağında kızarmış sütlü tofu, yok multigrain oatmeal içine kuru üzüm ve kabak çekirdeği... bir de etleri minik minik parçalara bölüp güzelim pilavın makarnanın içine koymuyorlar mı, sanki ben anlamayacakmışım gibi... ama garipler işte, dedim ya. Her defasında yemiyorum, her defasında yine suratlarını garip garip şekillere sokarak önüme getiriyorlar. Bir tek, uçak gibi vuuu yaparak yedirdi bir kere annem onu sevdim çok ama herşeyi yemiyorum tabii yine de. Sanki kendisi yiyor. Bakınız vuu yapmama rağmen ağzını kapatmış duruyor öyle,

yok çok doymuş, yok kilo alıyormuş artık yemek yemeyecekmiş... biz de yemiyorsak bir nedeni var herhalde. Neyse ki benim hiç kilo sorunum yok; 1 yıldır 10 kiloyum :) Annem kriz geçiriyor tartının üzerine çıktığımda ama bence gayet iyiyim, sağlıklıyım koşup oynuyorum, daha ne istiyor bu kadın anlamıyorum.

Neyse bırakalım artık domates-peynir muhabbetlerini de ben size yazın neler yaptığımı anlatayım. Geçen ay çok heyecanlı bir geziye gittik: Noyel Baba kasabasına. Öyle çok seviyorum ki Noyel Babayı, ne zaman Değnek Adam kitabını okusak, çatıdan geldiği sayfaya gelene kadar sabredemediğim için ortalığı yıkıp direkt o sayfayı açıyorum, benim için kitap o sayfadan başlıyor. Herneyse, Noyel Baba kasabasında önce içinde küçük küçük parklar olan kocaman bir yere gittik, bütün gün değişik parklarda eğlendik, parkların her yerinde su vardı, kaydırağa bile su koymuşlardı, keşke Bloomington'daki parklarda da olsa... hep kaydıraktan kayarım o zaman, hiç çocuklara sataşmam. Sonra, akşam olunca orda bir eve gittik, evin içine noyel baba koymuşlar ama o da ne! Gözlerime inanamadım! Hey gidi çatılardan sığmayan noyel babanın düştüğü hallere bak! Hemen annemlere durumu bildirdim, "Noyel baba küçük" dedim. Sonra tuttum kolundan bezini değiştirmeye götürdüm; eee, o boydakilerin bez takması gerekir di mi? Dedim ki:

- Noyel baba? Diaper change, noyel baba? Come on!

Sonra da kendi bezlerimden birini ona verdim ve güzel güzel takmama izin verdiği için de "Good job!" dedim. Haketti yani aferini. Annem aslında noyel baba bezi bırakmam için iyi bir örnek olabilir diye düşündü ama yoook, o daha çok beklesin, ben rahatım böyle.

Sonra tatilin ertesi günü kasabadaki Noel Baba müzesine gittik. Kasabada zaten metrekare başına düşen noel baba figürü/heykeli/resmi/vesairesi on beşti, müzede bu sayı oldu mu 115. Müzeden kendimi dışarı zor attım, dedim ki yeter artık, "şimdi de noyel baba kadın görelim!" Annem nedense bu talebime kahkalarla karşılık verdi. Ah benim kızım, feminist kızım diye cümle aleme duyurdu. Kulağa hoş geldiği için ses etmedim ama böyle herkese de anlatılmaz yani, yeter di mi.

Benden haberler şimdilik böyle işte sevgili abilerim ablalarım, teyzelerim amcalarım... beni bu yaban ellerde unutmadığınız için size teşekkürü bir borç bilirim. Sizi çok seviyorum :)

September 16, 2010

Google yokken sorularımızı kime soruyorduk?


Eskiden, yani bundan 15 yıl önce, simitçiler ve büfeciler vardı. Onlar lokal Google maps gibi işlevlenirdi. Bazıları işi ticarete dökmüştü, "Soru Sormak 1 milyon" diye yazıp asarlardı tezgahlarının cam kısmına, kendi el yazılarıyla acayip tasarımlar yaparlardı. Çoğu zaman yanlış tarif ederlerdi, 500 metre ilerde dedikleri yer, 3 km geride çıkardı. Bir de böyleleri vardı :)


Ben hiç pes etmezdim ama, 50 kişiyse 50 kişiye sorardım. Bulana kadar canım çıkardı o ayrı. Şimdi arabaya yazıyorsun söylüyor sana: sağa dön, sola dön, düz git diye. Belki şimdi, yani sen bu satırları okuduğun sırada "mola ver, tuvalete git" diyenleri de çıkmıştır. Kimbilir belki de doğala dönelim kampanyaları ses getirmiş ve tüm araçlar satılmıştır bile (farkındayım biraz ütopik oldu ama geleceğe dair güzel hayallerimiz de olmasa neye yarar yaşamak şu dünyada).

Herneyse, başka bir bilgi deposu da sokaktaki abla, abi, amca, teyzeydi. Mesela biz üniversitedeyken şöyle olaylar yaşanabiliyordu:

Yer: Kız yurdu önü telefon kulubeleri (evet o zaman cep telefonu da yoktu, kartlı telefon kullanırdık. Jetonlu telefon da kullandık ama üniversitede kartlıya terfi etmiştik. Jeton ne mi? Para gibi bişey işte, git Google'a sor, hem böylece yarıçapının kaç milimetre olduğu gibi son derece 'gerekli' bilgilere de ulaşmış olursun, aman hiç bir bilgi eksik olmasın, zira çağ bilgicilik çağı...)

Kızyurduna dönecek olursak, anektodumuz, bir grup oda arkadaşının kiralık ev aramasıyla başlıyor. Gazeteleri paylaşmış, uygun gördükleri ilanlardaki telefonları arayıp detayları öğrenmeye çalışıyorlar (Detaylar neden mi gazetede yazmıyor? Gazete denilen şey, gerçek sayfalardan oluşuyor, öyle internet gibi sınırsız sayıda sanal sayfa olamıyor da ondan. Ha bir de kelime başına para ödemen gerekiyor ilan verirken. O yüzden ilanda yazılanlardan herhangi bir sonuç çıkarmak pek mümkün değil. İşte, verdikleri minicik telefon numarası bu noktada devreye giriyor.)

Ve telefon sesi duyulur: Zırr, zırr (böyle çalıyordu gerçekten, şarkı falan yoktu öyle eskiden, valla)
T: Bu ev de olmadı! Of ya gene bu yurda kaldık seneye! Kül kedisi bile 12'ye kadar serbest, 11'de yoklama mı alınır ya, olacak iş değil (belli bir saatten sonra kapılar kitleniyordu, geç gelenler imza atıyordu, sonra kalktı neyse ki bu 'demokratik' uygulama).

E: Aaaa bak şu ilana; ne kadar uygun fiyatı; 3 odalı diyor hem de! Arayalım mı?

T: Bakayım. Kızım sen şaşırdın mı, bu fiyata İstanbul'da 3 odalı ev verirler mi kadına! Ya da belki de tuvaleti de oda olarak sayıyolardır, hahaha. (emoticon kullanmıyorduk o zamanlarda :)

E: Ayşekadın'daymış, nerede ki acaba, sen biliyor musun?

T: İstanbul ilanlarına baktığına emin misin?

E: Aaa dur şu amcaya sorayım bir.... Pardon bakar mısınız, bir soru sorabilir miyim acaba? Ayşekadın nerde biliyor musunuz?

Amca: Valla kızım, biz bu yurtta yeniyiz, Ayşe Hanım'ı hiç görmedim. (Amca yurtta kalmıyor, kızını yerleştirmeye gelmiş de, canından bir parça olduğu için, ondan ilk kez ayrılacağı için, biz diye bahsediyor kızıyla ilgili şeylerden).

T: Hihohaha, aldın mı cevabını şekerim? Biz en iyisi bu ev arama işine son verip bütün kızlar toplanıp eylem yapalım, açsınlar kapıları, bu ne ya, kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz. (1996 senesiydi, yani 20. yüzyıl :)

Sonra yurtta eylemler yaptık, yalnızca kapılar için değil tabii ki, bütün anti demokratik uygulamalar için, yoklamalar için, tacizler için, ve daha başka bir sürü şey için darbukalı davullu şarkılı danslı eylemlerimiz oldu, yürüyüşler yaptık sonra. Topluca ilettiğimizde taleplerimiz kabul gördü. Hak verilmez aranır deyip hakkımızı aradık hep. Üniversite yılları gerçekten çok başkaydı. Hep o yıllara dönmeyi istemişimdir, baştan yaşasaydım neleri değiştirmek isterdim diye hala hayaller kurar dururum. Yani eğer üniversitedeysen hayatını bir daha gözden geçir derim.

Bir de derim ki (anne nasihatları serisi 15 bin): sen sen ol, başkalarının değil, kendi istediğin hayatı yaşa, hayallerinin peşinden git. Çünkü çocukken öyle yapardın; yürümeye başladığın andan itibaren başının dikine, bizim gösterdiğimiz değil, kendi istediğin yöne doğru giderdin. Şimdi de bakmana gerek yok birtanem, nereye gidersen git, biz hep senin arkandayız zaten.

Neyse, bu kadar duygusallık yeter. Şimdi yazının konusuna geri dönelim ve sorumuzu bir de seyircilerimize soralım. Evet, Google yokken siz kime soruyordunuz sorularınızı? İstediğiniz yanıtları alabiliyor muydunuz yoksa kafaya gelecek olan terlik veya öğretmen korkusundan rahatça soramıyor muydunuz? Sırf sorusunu araştırmak için kütüphaneye giden var mıydı aranızda. Varsa söylesin süpriz ödül vereceğim :P Ha bir de arkadaştan öğrenilen bilgilerin güvenilirliği meselesi vardı, başına böyle bir şey gelen var mı? Evet, heyecanla cevaplarınızı bekliyorum :)

September 14, 2010

Anthem


bir süredir moral yoktu, şimdi de zaman...
bu aralar yalnızca okula gidiyorum ve geliyorum...





5,3 kilometrelik bir yolun ardından kampüse varıyorum



Ve bisikletimi parkedip



şu binanın içerisinde penceresiz bir labaratuvarda süper verimli (!) bir şekilde 10'dan 5'e kadar çalışıyorum.



Bu arada evde bir kız çocuğu büyüyor, yakalayabilene aşkolsun!
* * *

Bir de ülkenin gündemi var ki onu yakalayabilmek için sürekli yeni düzenlemeler yapıyorum ama... Misal, anayasa tartışmaları ve toplumsal muhalefet üzerine güzel bir söyleşi ve bir yazı dosyası okudum bu süreçte ancak yazabiliyorum:

Bir de son bir duyuru: Yarın Hrant Dink'in doğum günü dolayısıyla çok anlamlı bir etkinlik gerçekleşecek, Hrant Dink Ödülleri verilecek. Bu ödül, "ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişilere verilecek".

Böyle insanlar olması ne güzel!

Ve ödül heykelciğini -ki heykelcik denir mi bilmem, şu ana kadar gördüklerimden epey farklı- tasarlayan Erdağ Aksel Leonard Cohen'in Anthem şarkısından esinlenmiş, ben de paylaşmak istedim, haftanın şarkısı olarak sidebar'a koydum, sonra da buradan dinleyebilirsiniz.
Diyor ki Cohen:

"Herşeyin üzerinde bir çatlak vardır
Ve ışık da oradan içeri girer"

Haydi size bol ışıklı günler!

Güncelleme: Hrant Dink Ödüllerinden birisi Türkiye'den vicdani retçi Mehmet Tarhan'a verilmiş. Kendisiyle ben de Çıplak Ayaklar Kumpanyası tarafından Mehmet Tarhan'dan esinlenerek hazırlanan "Mehmet Barışı Seviyor" adlı oyunda tanışmıştım (belki yeni sezonda tekrar oynarlar, kaçırmayın derim). Mehmet Tarhan, gerçekten de "ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren" bir insan. Bu habere çok sevindim :) Haberin ayrıntıları ve Mehmet Tarhan'ın konuşma metni için tıklayınız.

Hrant Dink Ödülü'nün ikincisine ise Türkiye dışından haksızlıklara karşı durmadan, usanmadan, korkmadan mücadele eden İspanyol bir yargıç layık görülmüş: Baltasar Garzon Real.

Ve Karanlığa Işık Tutan diğerleri de anılmış gecede, ayrıntılar için buraya bir tık. Bu insanlardan biri de Nezahat Gündoğan. Kendisi "İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları" adlı belgeselinde 1938'de Kürtler Dersim'den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımıyla görünür kılıyor. Karanlığa Işık Tutan insanların gösterdiği karanlıkları gördükçe ne kadar üzülsem de, böyle insanların haberlerini okuyunca insanın içi ışık doluyor.

September 3, 2010

Plastik kullanımını azaltmak için neler yapılabilir?

Yine bir arkadaş dürtüklemesiyle geri döndüm :) Sağolsun Gülçin mesaj atmış, nerdesiniz diye sormuş, merak etmiş, en çok da YavruSu'yu. Kısaca yazayım, YavruSu'yla ilgili özel bir post yazacağım bilahare, şimdi kendimden bahsedeyim. Burada okullar açıldı, dersler başladı. Bu dönem biraz sınırlarımı aşayım, bakalım hangi noktada cozutacağım diye test yapayım dedim kendime. 1 ders alıp 1 ders vermeye karar verdim. Ancak normal aritmetik kuralları işlemediği için sıfıra eşitlenmedi, bilakis 2'yi de aştı, 3 gibi bir şey oldu. Bir de üzerine 3 farklı araştırma projesi eklendi veee dönem sonuna yetişmesi gereken nurtopu gibi 3 makale demek oldu. Bu durumda 3 vakte kadar kafayı kırmazsam iyidir deyip arayan, soran, merak eden, bu vakte kadar aklına gelmiş gelmemiş tüm dostlara selam ederim!

Nerde kalmıştık? Evet, aslında önce, plastikte bulunan kimyasalların sağlımıza etkilerini yazacaktım ancak çeviri yapmaya fırsat bulamadım. En yakın zamanda deyip sizi Evren'in bu konuyla ilgili yazılarına yönlendiriyorum:
ve çevreyle ilgili yazdığı çok önemli yazıları için: http://basitbiryasam.blogspot.com/search/label/çevre

Hep beraber yazalım plastik konusuyla ilgili demiş, çok da güzel demiş. Ben de bu ay içerisinde 2-3 yazı daha yazmayı planlıyorum bu konuyla ilgili. Şimdilik geçen hafta yazdığım, plastik kullanımını azaltmak için yapılabileceklerden bahsettiğim yazıyla başbaşa bırakıyorum sizleri:

Bizim evimizde gönüllü bir çevreci yaşadığı için bir süredir bazı önlemler alıyorduk. T. sağolsun pek çok şeyi araştırıp gündeme getiriyordu ve biz mümkün olduğunca uygulamaya çalışıyorduk. Çalışmalarımız her gün öğrendiğimiz yeni bir korkunç gerçekle aynen devam etmekte.
  • Markete bez torbalarımızla gidiyoruz, yetmezse kağıt torba kullanıyoruz ve bu kağıt torbaları tekrar kullanıyoruz. Açık çerez, baklagil veya fasulye gibi çok taneli ürünleri koymak için plastik torba kullanıyorduk. Şimdi bulk ürünler için kavanozlarımızı götüreceğiz, taze fasulye gibi ürünler için de küçük bez torba kullanacağız. Bu konuda Ibeking'in başlattığı çok güzel bir kampanya var: http://pazarfilesi.blogspot.com/
  • Kendi yoğurduğumuzu yapıyoruz. Mümkün olduğunca ekmek de yapmaya çalışıyoruz ama hala dışardan paketlenmiş ekmek alıyoruz, ekmek konusunda daha çok çalışmamız lazım.
  • Mutfak eşyası olarak cam, tahta ve çelik tercih etmeye çalışıyoruz. Ancak bıçak sapları, blenderın dışı hala plastik, tez zamanda alternatifleri araştırıla, teflon tavaların saplarından tutup ilgili şahısların kafalarına vurula!
  • Okula ya da kahve içmeye gittiğimizde kendi kupamızı götürüyoruz.
  • Sandviçlerimizi koymak için tekrar kullanılabilir paket kullanıyoruz.
  • Plastik şişe yerine paslanmaz çelik veya cam şişe kullanıyoruz. Ben okula da götürüyorum ve bittikçe musluktan dolduruyorum.
  • Kağıt peçete yerine bez peçete kullanıyoruz. %100 geri dönüştürülmüş ve tamamen suda eriyen tuvalet kağıdı kullanıyoruz. Kağıt havluya da gerek yok aslında, düşünceli annem gitmeden almıştı çok sayıda, 1 seneden fazla oldu hala bitiremedik. "Kullan at"lari minimuma indirmek lazim. Hatta, şimdi aklıma geldi, doktora giderken yanımızda temiz bir kaşık bile götürülebiliriz. Çocuğun ağzına soktukları kullan-at plastiklerden kurtulmuş oluruz. Babam boğazımızı temiz bir kaşığın sapıyla kontrol ederdi eskiden. Hala yaşıyoruz hepimiz.
  • Alışverişimizi çiftçi pazarından (bununla ilgili daha sonra yazacağım) ve üyesi oldugumuz kooperatif marketten yapıyoruz. Herşeyi organik almaya özen gösteriyoruz. Mümkün olduğunca taze sebze ve meyve tüketmeye çalışıyoruz. Ama, et, makarna, süt gibi şeyleri almaktan vazgeçemiyoruz. Vakit olsa da kendi makarnamızı yapabilsek, ve bu tarz aletlerde plastik kullanılmasa. Ancak sıvı sabun, şampuan, ve diş macunu kullanıyoruz.
  • Bisiklet kullanıyoruz. Ama arabayı daha çok kullanıyoruz. Şimdi yeni bir bisiklet daha almaya karar verdik. Artık okula gidip gelirken hava durumu müsait oldukça bisiklet kullanacağız.
  • Çöplerimizi geri dönüştürüyoruz. Plastik, kağıt, cam, pil, teneke gibi çöpleri ayrı torbalarda biriktirip ayda bir geri dönüşüm merkezine götürüyoruz. Umarım geri dönüşüm merkezleri yakın zamanda tüm şehirlere kurulur.

  • Ve yeniden kullanıyoruz. YavruSu'nun kıyafetlerini, hatta ayakkabılarını ve bazen oyuncaklarını Once Upon A Child adlı bir ikinci el mağazasından alıyoruz. En iyi durumda olanları arkadaşlara veriyoruz, kalanları ya yine Once Upon A Child'a geri satıyoruz (bağış gibi oluyor aslında, fazla bir para ödenmiyor) ya da geri dönüşüm merkezine götürüyoruz. Oyuncakları ve kitapları kütüphaneden alıyoruz. Kendi kıyafetlerimizi ilgili yerlere veriyoruz (örneğin burda My Sister's Closet diye bir yer var, bağış olarak kabul ediyor ve her parçayı 1 dolara satıyorlar. Türkiye'den gelmeden önce ben belediyeyi aramıştım ve gelip evden almışlardı, temizleyip ihtiyaci olanlara veriyorlarmış. Kırık kalem çalışması sağolsun, İstanbul'da verilebilecek adresleri ve telefonları toplamış, sizin de kullanmadığınız mobilya, kıyafet, kitap gibi şeyler varsa buraya bir tık).
  • Minimum tüketmeye çalışıyoruz. Para önceliğini kaliteli beslenmeye veriyoruz. Şöyle diyeyim, Japon komşumu cep telefonumun oyuncak olmadığına ikna edemedim, benim onunla dalga geçtiğimi düşünüyor ve YavruSu'nun oyuncağı olduğuna inanıyor :) Pek sık kıyafet almıyoruz, aldığımızda da outletlerden indirim zamanında almaya özen gösteriyoruz. Denk gelirse ikinci el kullanıyoruz.

Başka neler yapsak iyi olurdu?

Pamuklu bez kullansak, daha doğrusu kullan-at'ları hayatımızdan tamamen çıkarabilsek, kendi meyve sebzemizi yetiştirsek (aslında T. bu konuyla da epey uğraştı ama yazın burada olmadığımız için deneyleri hüsranla sonuçlandı), güneş enerjisi veya rüzgar enerjisiyle yaşasak, arabadan tamamen kurtulabilsek, kurutma makinesi kullanmasak, çamaşırlarımızı güneşte kurutsak, karbonat sirke gibi alternatif temizlik ürünleri kullansak ve çevreye zarar veren tüm devletleri, fabrikaları, insanları protesto etsek çok ama çok güzel olurdu.

Elinizin değdiği hiçbir şeyin plastik olmaması dileğiyle...

August 21, 2010

Plastikle Başımız Ciddi Dertte!

Basit Bir Yaşam blogunun yazarı adaşım Evren'in, anaokuluna başlayacak Sincap'ı için alışveriş yaparken araştırmaları sırasında karşısına çıkan kimyasallarla dolu ürünleri değerlendirdiği şu yazısını okuyunca, bir düşüncedir aldı gitti beni. Ne yapmalı, ne etmeli, nasıl korumalı çocuklarımızı? Hadi, biz farkına varıp önlem alırız almaya ama ya diğer çocuklar? Ya çöp toplayarak geçinmeye çalışan insanlar? Bilmeden yavaş yavaş bu zehirlerle vücutları temas ettiğinde, bunları üretenler rahatça hayatlarına devam edebilecek mi!!! Bu tarz kimyasalların insanlar için yapılan ürünlerde kullanılmasını gerçekten akıl almıyor. Bunların kesinlikle üretilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Ne yapmalı, ne etmeli?
Derken önce kendi hayatımızdan başlamaya karar verdim. Biz almazsak, biz tüketmezsek 3 kişi eksik olacaklar. 2,5 derdim, başka bir şey olsaydı; ama içinde plastik kullanılan bebek ürünlerinin, plastik oyuncakların sayısını düşününce 3 az bile.

Herneyse, dedim ki, biz 3, bizden gören biri de eklenirse 4, o biri de başka birinin kullanmamasını sağlarsa 5 ve böyle giderse belki kısa zamanda toplu bir harekete bile dönüşür ki bu sayede pek çok şey yapılabilir. Örneğin Amerika'da ve Avrupa'da çoğu şehirde dükkanlar plastik torba yerine kağıt torba veya bez pazar çantası kullanmayı teşvik ediyor; hatta daha da sevindirici olan plastik torba kullanımının yasaklandığı şehirlerin sayısı giderek artıyor. Bunlardan ilki San Francisco olmuş, hem de bundan 3 sene önce. Yaşa San Francisco!

Ben de bu düşüncelerle, 2 gün önce plastiği hayatımızdan tamamen çıkartmaya karar verdim dedim T'ye. Bunun çok zor olacağını düşünmüyordum, çünkü geçen sene plastikle başımız dertte, yalnız bizim değil, tüm dünyanın ve hatta uzayın bile diye yazdığımda zaten eve hiç plastik ürün almamaya karar vermiştik ve birtakım adımlar atmaya başlamıştık. YavruSu'ya da kesinlikle plastik oyuncak almayacaktık. Lego dışında almadık da aslında. E peki bunlar nerden geldi o zaman?



Şaşırdım, çok şaşırdım. 2 gündür evde ordan burdan plastik topluyorum ki bu almama kararından 1 sene sonrası. Takmamış olsak kimbilir ne olacaktı evin hali! Hediye gelen çok oldu. Bilmiyor çünkü insanlar. Aslında ben de bilmiyordum bu kadar zararlı olduğunu, hadi biraz oynasın sonra veririz diyorduk, ama böyle olmadı. Neyse, şimdi birçoğunu topladım.


geri dönüşüm merkezine doğru yola çıkmak üzere paketledim.


Bunlar da mutfak ve banyodan çıkanlar:


Lego kaldı, çünkü onun geri dönüşüm kodu 5. Geri dönüşüm kodu 2, 4 ve 5 olanlar, görece sağlıklı olanlar; 1, 3, 6 ve 7 kesinlikle kaçınılması gerekenler. Healthy Child, Healthy World sitesinden ayrıntılarına bakabilirsiniz. Bir de Healthy Stuff diye bir site var, ordan da hangi oyuncağın içinde hangi kimyasal maddeler olduğunu kontrol edebilirsiniz. Örneğin, şu linkteki Dora oyuncağının çeşitli yerlerinde, kurşun, klor ve arsenik bulunmuş :(

İşin acı yanı, geri dönüşüm kodu olmayanlar, yani geri dönüştürülemeyenler. Bu da demek oluyor ki, yüzyıllarca doğada kalacaklar ve şu tablonun daha beterine 'katkıda' bulunacaklar!



Denizlere ve okyanuslara karışıp orada yaşayan canlıları zehirlemeye devam edecekler! Ne acı!



Çok geç olmadan birşeyler yapmak gerekiyor. Basit önlemler var aslında, herkesin rahatlıkla yapabileceği. Bir sonraki yazıda plastiğin insan sağlığına zararları ve plastik kullanımını azaltmak için yapılabileceklerden, bizim neleri yapıp neleri yapamadıklarımızdan bahsetmek istiyorum.

Ancak ne yazık ki, plastikten tamamen kurtulmak pek mümkün değil. O kadar çok şeyin içinde var ki bazılarını tahmin bile edemezdim: konserve kutulari, buz dolabının içi, bulaşık & çamaşir makinesinin bazı parçaları, makarna torbaları, pipetler, tuvaletler, ışık açma kapama düğmeleri, deterjanlar, sıvı sabun, şampuan, diş macunu, diş fırçası, banyo kovası, küvet, bilgisayar, mouse, cep telefonu, güneş gözlüğü, arabanın bilumum parçaları ve daha pek çok yerde kullanılıyor plastik. En kötüsü de çocuklar için üretilen biberon, emzik, diş kaşıyıcı gibi diretk ağızlarıyla temas eden şeylerin içinde olması.

Plastik kodlarına dikkat etmek gerekiyor, evet ama şu korkunç gerçekle yüzleşerek kullanımımızı en aza indirmek en iyisi:

Şu an kadar üretilen hiçbir plastik yok olmadı. Yeryüzünde devamlı olarak birikiyor ve çeşitli şekillerle besin zincirimize tekrar katılıyor.

Elinizin değdiği hiçbir şeyin plastik olmaması dileğiyle!

August 16, 2010

Beslenmeye devam, şerefe!

Geçen yazıya gelen yorumlardan sonra güncelleme ve ekleme yapma ihtiyacı duydum.
* Besin piramidi ile ilgili detayları bir önceki yazıya ekledim.

* Balık yağının hamilelikte kullanımı için dikkat etmek gerektiğini de ekledim. Gözden kaçmasın diye bir kez de buraya yazıyorum. Bazı balık yağlarında fazladan A ve D vitamini oluyor ancak hamilelikte A vitamini alımına dikkat etmek gerekiyor; yazın da D'nin fazlası zarar. Benim kullandığım hamilelere göreydi, içinde ne A ne de D vitamini vardı. Bu arada balık yağı strese de iyi geliyor, benim hamilelikte çok fazla mide problemim olduğu için son 3 aya kadar kullanamamıştım ama hamilelikte, hatta doğum sonrası emzirirken de kullanılabilir. Son 3 ay beyin ve göz gelişimi için de önemli, o yüzden zor da olsa hamileliğin son 3 ayı içmeye çalıştım. Emzirirken de 4 aylık olana kadar ara ara devam ettim. Sonra DHA ve EPA destekli bir pirinç mamasına geçtik de kurtuldum neyse ki :) Takdir edersiniz ki pek kolay içilebilen bir şey değil kendisi. Yine de içmek isterseniz motivasyon için bakınız: http://www.organicfacts.net/organic-animal-products/organic-fish/health-benefits-of-fish-oil.html

* Son olarak, bir de müzik vardı çokça hayatımızda ki bu, en az beslenme kadar dert ettiğim bir şeydi, hatta çoğu zaman okuduğu kitabı ve dinlediği müziği karnına giren yemekten daha fazla dert ettim. Karnımdayken kalkar kalkmaz müzik açardım. Her tür müzik dinlerdik beraber. Şimdi yine müzik var, bu sefer o kalkar kalkmaz kendisi istiyor müzik açmak/çalmak/yapmak. Ve kendi özel istekleri var. Üstüste dinlediği şarkılar, saniyesinde kapattırdıkları, ateşliyken bile zorla açtırdıkları,... Müzikli diyaloglar bolca tezahür ediyor nicedir. "Müziiik, müziiik,..." diye açana kadar ağlıyor bazen. Geçen sabah "aşağı inelim, hep beraber müzik dinleyelim, tanam mı?" dedi.

Madem bu kadar çok seviyor, yemek yedirmek için kullanayım dedim ben de; ama eline verdiğim çatalı laptopa uzatıp "müzik yesin" deyince vazgeçtim artık. Çok takmamaya çalışıyorum. Babam günde 1 yumurta yiyorsa boşver diyor, gerekli olan vitamin ve mineralleri ordan alıyormuş vücut. Bir de şimdi fıstık ezmesi (peanut butter) olayına taktık, 1 dilim tam buğday ekmeğinin üzerine sürülerek tüketildiğinde, günlük protein ihtiyacının %82'sini, kalsiyum ihtiyacının %30'unu, magnezyumun neredeyse tamamını ve çinko ihtiyacının yarısını karşılıyormuş. Ama işte söz konusu kişi YavruSu; bugün yer, yarın ağzına sürmez. Ya da, bezini bile klorla beyazlatılmamış alırız, gider havuzun klorlu suyunu lıkır lıkır içer. Ve bahsettiğimiz şahıs 19 aylık bir bebiş. 19 yaşı bıraktım, 9 yaşına gelmeden neler göreceğiz bakalım.

Not: Mr T., geçen yazıyı okuduktan sonra evde biraz alay konusu oldum, patates kızartması boğazımda kaldı desem anlarsınız :) Efendim şunu söyleyeyim, hamileyken ve öncesinde dikkat ettim ama dediğim gibi o zaman dahi "asla yemem/içmem" dediğim şeyler olmadı (içki gibi bebeğe direkt zarar verebilecek şeyler dışında). Şu anda da genel olarak dikkat etme eğilimim olsa da arada cozutmuyor değilim, tamam itiraf ediyorum: haftada bir patates kızartması & bira ikilisiyle takılmazsam olmuyor, peki tamam, arada bazen abur cubur da kaçıyor, oldu mu! Gerçi bu hafta Açalya'nın gönderdiği şu linkten sonra eskisi gibi zevk alamadım yediğimden ama yine de yedim. Neyse, haftaya sweet potato fries deneyeceğim, üzüm çekirdeği yağında (zeytinyağı belli bir derecenin üzerinde serbest radikal ürettiği için kızartma ve fırında yapılan yemekler için önerilmiyormuş, onun yerine ycurl'ün önerdiği üzüm çekirdeği yağını kullanmaya başladık). Gördüğünüz üz're kızartma olayından vazgeçmek yok. Haftada bir, bu tarz şeyler yemenin sağlığa olan zararlı etkileri, yememek için vereceğim sinir mücadelesinden daha fazla olmayacağı için, no problem :) Aman ya, rakı içen öldü de su içen ölmedi mi! Şerefe :)

August 12, 2010

Beslenme

"Bundan 10 sene önce birisi bana sigara içmeyeceksin, çayı azaltacaksın ve sağlıklı hatta çok sağlıklı besleneceksin deseydi, "hadi ordan, yürü git, benden olsa olsa yeşil üzümcü olur, Efe de zengin olur" derdim. Çünkü çay, sigara ve içki içmeyi çok seviyordum; vücudum içki konusunda zihnimde tasavvur ettiğim kadar direnç gösteremediği için içki içmeyi beceremiyordum, o ayrı. Ama sigara günde en az 1,5 paket içmezsem olmuyordu, gün bitmiyordu; sabah kalkar kalkmaz da ilk işim sigara içmekti. Herkes bırakacak olsa bile ben bunu yapmam diyordum, insan sevdiğini bırakır mı? Sevdiğimin sevenlerini yarı yolda bıraktığını bildiğim halde cevabım "hayır" oldu uzunca bir süre. Tam 14 yıl boyunca içtim. Ta ki evlenene kadar.

Aslında evlendiğimde çocukla ilgili hiçbir düşüncem yoktu. Ama hiç bırakmayacağım dediğim sigarayı bırakabildiğime göre belki de vardı da bunu kendime ifade etmek için 3 yıl beklemem gerekti. 3 yıl sonra hamile kalmaya karar verdiğimde önceden 'gıcık' bulduğum tipolojilerden biri oldum çıktım: organik beslenme derdinde, öyle basit şekerler yememeye dikkat eden, düzenli spor yapan, 10 yıl sonra görenlerin umutsuz gözlerle baktıkları bir tip.

Hamile kalmadan önce balık yağı içmeye başladım, hatta abartıp T.ye de içirdim (önemli not: hamileler dikkat, bazı balık yağlarında A ve D vitamini oluyor fazladan ancak hamilelikte A vitamini alımına dikkat etmek gerekiyor; yazın da D'nin fazlası zarar. Benim kullandığım hamilelere göreydi, içinde ne A ne de D vitamini vardı. Bu arada balık yağı strese de iyi geliyor, benim hamilelikta çok fazla mide problemim olduğu için son 3 aya kadar kullanamamıştım ama hamilelikte, hatta doğum sonrası emzirirken de kullanılabilir). Elevit kullandım bir de, sonra burda başka bir organik bitkisel vitamine geçtim. Deterjanlara varana kadar herşeyi organik aldım. Hergün 1 kuru incir, 2 ceviz, 10 badem, 20 kuru üzüm yedim --1'e 2 oranına dikkat çekerim, gıcıklık işte, uğraşıyorum geçsin diye ama nafile :)

Hamile kaldıktan sonra da devam ettim, ayrıca yüzdüm, yürüyüş yaptım her gün. Ulen, yoga bile yaptım ve başka hiçbir şeyi değil ama bunu kafasına kakacağım büyüyünce; çünkü, hiç tarzım değildir böyle dingin sporlar yapmak. Neyse ki artık aktif sporlara geri dönebildim :) Ve onları hamileliğin 3Y'si olarak kalbimin derinlerindeki yerlerine gönderdim.

Hiçbir zaman asla yemem, ağzıma koymam dediğim şeyler olmadı ama hamilelikte çok fazla sindirim problemim olduğu için öyle herşeyi yiyemedim. Ayrıca kokulara karşı hassasiyetim (deodorant-parfüm- kokulu deterjanlar kullanamazdım zaten) iyice arttı ve çikolata kokusuna bile tahammül edemez hale geldim. T. yerken bile yanında duramıyordum. İçki içmedim, kahve içmedim, çaydan vazgeçemedim ama onu da çok azalttım ve açık içtim. Toplam 11 kilo aldım ve yaklaşık 4 saat gibi bir sürede epiduralsiz vajinal doğum yaptım. Benden gıcığı yoktu artık alemde :)

Doğumdan sonra da aynen devam ettim yediğime içtiğime dikkat etmeye çünkü bebeğimi emziriyordum ve biliyordum ki yediğim herşey sütümü etkiliyor. Öyle süt yapsın diye özel olarak birşey yemedim, çünkü sütü artıran tek etken bebeğin emmesi ve benim bu konuda pozitif düşünmemdi ama yediklerimin kalitesi sütüme de yansıdığı için elimden geldiğince yararlı şeyler yemeye devam ettim. 2Y de burdan geldi, etti mi size 5Y (yüzme+yürüyüş+yoga+yararlı yiyecekler). Ben de burada, iyice Amerikalılar gibi oldum ya hadi bakalım... herşeye bir akronim, bir basitleştirme çabası.

Ama basitti hakikaten. Şimdi yazınca çok büyük bir şeymiş gibi gözüküyor ama o zaman bunları yapmak için zerre kadar zorlanmadım. Kimbilir belki de biyolojik saatim gelmişti, daha doğrusu geçiyordu ve vücudum otamatik olarak adapte oldu bu özenli yaşama."

Bunları 2 hafta önce yazdığımda emzirmeyi bırakmaya karar vermiş ve panik olmuştum; hatta "ben bu kadar dikkat ettim, özen gösterdim, şimdi artık benden çıktı ne yapacağım" diye ortalığı ufak çapta verveleye verdim. Emzirirken hayat çok daha kolay oluyor. Zaten sırf bu yüzden katı gıda maceramız çok uzun bir süre yoğurt ve multi grain cereal'ın ötesine geçemedi. Sebze çorbası içmedi mi, olsun ben sebze yerim, ona da geçer; eti sevmedi mi, olsun ben onu da yerim, faydası olur diye düşünüyordum. Belki de bu yüzden çocuğu farklı tatlara alıştırmak için çok uğraşmadık, şimdi de ceremesini çekiyoruz.

Oturdum liste hazırladım geçen hafta, ne yer ne sever yazdım, sevdiği şeylerin içine neler karıştırılabilir hesapladım. Hangi besinden ne kadar tüketmesi gerekir görelim diye be.sin pi.ra.mi.di.nin çıktısını alıp buzdolabına astım (benim kullandığım şu linktekiydi aslında, Yasemin sorunca tekrar ararken bunu buldum daha sempatik geldi:)



Bunlara uygun sağlıklı atıştırmalıklar ve tarifler buldum ve bir hevesle denemeye başladım. Gerçi yeniden emzirme kararı alınca biraz rahatladım ama yine de sağlıklı beslenmesini önemsiyorum. Çünkü hem eskisi kadar yoğun emmiyor hem de buna beslenmeden çok beslenme alışkanlığı olarak bakıyorum.

Şunu öğrendim, 1-2 denemeden sonra sevmedi diye bir kenara atmamak gerekiyormuş yemeği. 15-20 kezden sonra yemeye başlıyormuş bazı inatçı keçiler ki bizimki bu grubun baş temsilcisi. Oysa ne güzel olurdu şu kereviz sapını doğal kaşık olarak kullanmak yerine ilk seferde yeyiverseydi.

Neyse ki meyveyi çok seviyor, blueberry'e deli oluyor. Acalya'nın ben de dahil 'araştırmacı-polemikçi' yorumcuları sayesinde hiç yoktan varedilen berry tartışmasından sonra, en azından bu konuda çok sevinçliyim :))


* Yiyeceklerle ilgili ayrıntılı bilgi için: The The World's Healthiest Foods güzel bir kaynak.
* Çocuklar için Türkçe bir yemek sitesine rastladım geçenlerde, facebook sayfaları da var: Yiyorum Büyüyorum
* Açalya ve Fethiye sağolsunlar bu işe el atıp bir Facebook grubu kurdular: Çocuk Yemekleri

"Yemekleri hap yapsınlar artık" diyen ve hap gibi 'lezzetli' yemekler yapan biri tarafından büyütüldüğüm için zor gelse de yemek işleri, artık çaresi yok deneyeceğiz bu güzelim tarifleri.
Sizin de varsa çocuğunuzun sevdiği tarifler ya da yemek konusunda ilgi çekici veya önemli bulduğunuz yazıların linkleri yorumlara eklerseniz pek sevinirim.
Bizim felsefe: azı karar, çoğu zarar; organik, lokal gıdalar; genetiği değiştirilmiş olmasın aman, glisemik indeksi de düşük olsa ne yaman :)