Merhaba,
Bir süredir blog yazılarımı sosyal medyada paylaşamıyordum. Çareyi taşınmakta buldum. Yeni adresim: https://evrenbay.wordpress.com/
Beklerim...
October 1, 2019
December 12, 2018
Ebeveynlik ve Şiddetsiz İletişim
Anne olduğum zaman ağzımdan çıkan cümlelere şaşırıp “Aman allahım! Annemin kehaneti gerçekleşiyor!! Anne olunca anlarsın demişti, gerçekten de anlıyorum: Buradan çıkış yok, alternatif yol yok! Annelik buymuş meğer!” diyerek hayıflandığım çok olmuştur. Ebeveyn kitapları okumaya başlamadan önce, annemin cümlelerini tekrar ettiğimi, içimden annemin çıktığını, anneme dönüştüğümü düşünüyordum. Ama Amerikalı ve Fransız yazarlardan derlediğim şu cümlelere bakınca durumun bu kadar basit olmadığını anladım:
- Annenle böyle konuşma!
- Bana sesini YÜKSELTMEEE!
- Şikayet etmeyi kes artık!
- Diğer ebeveynlerin ne yaptığı umrumda değil! Ben izin vermiyorum! Bitti. Nokta.
- Allahaşkına, kim sokuyor bu düşünceleri kafana?!?
- Ağlamayı kes, yoksa ben sana ağlayacak gerçek bir sebep vereceğim.
- Sabrımı zorluyorsun!
- Tam bir baş belasısın!
- İki yaşında çocuk gibi davranmayı bırak!
- Ne halin varsa gör!
- Neden sen de kardeşin gibi davranamıyorsun?!?
- Mızmızlanmayı kes!
- Arkadaşın kendini köprüden atsa, sen de mi atacaksın?!?
- Kaç kere söyledim sana bunu yapma diye?!? Çok kötü bir çocuksun!
- Eğer bir daha bunu yaparsan...
- Yazıklar olsun, oyuncak için kavga ediyorsunuz. Sürekli didişiyorsunuz!
- Yemin ederim sizin yüzünüzden ülser olacağım.
- Bir gün bana teşekkür edeceksin.
- Çocukların olduğunda anlayacaksın.
Ne yazık ki, bu cümleleri söyleyen yazarların hiçbiriyle annemin ya da onun annesinin herhangi bir bağlantısı olmamış. Hatta, hiçbiri daha önce Türkiye’de bulunmamış ve de Türkiyeli ebeveynler tarafından yetiştirilmemiş. Bu demek oluyor ki beynimizin derinliklerinde kayıtlı olan bu-tarz cümleler yalnızca ailemize ait değil; hatta yalnızca toplumsal bile değil, evrensel ortak hafızaya ait cümleler. Yani işimiz zordan da öte!
Biz ne kadar ‘bu-tarz’ bir insan olmadığımızı düşünsek de, çocuklarımıza sevgi ve saygıyla yaklaşmaya çalışsak da bu cümleler hafızalarımızda kayıtlı duruyor ve 80’lerde ünlü olmuş “Affet Ne Olur Beni” şarkısındaki gibi, bir kızgınlık anında ağzımızdan çıkıyor. Söylediklerimiz doğru değil, gerçek duygularımız değil... Ama işte, o anda ağzımızdan çıkıveriyor. Yoksa gerçekten bir bilgisayar oyunun içinde miyiz? Homo Sapiensleri yöneten kişi, bu replikleri hepimizin beynine yerleştirmiş mesela? Ya da Adem ve Havva hikayesi gerçekmiş, Adem elmayı yiyince Cebrail kızmış: “Neden sen de kardeşin Mikail gibi olamıyorsun! 2 yaşında çocuk gibi davranıyorsun! Kaç kere söyledik sana o elma yasak diye! Cık cık cık.” Ve lanetleyip beynimizin kullanılmadığı düşünülen bitlerine bu cümleleri yazmışlar. O zamandan beri de kuşaktan kuşağa aktarılarak devam etmiş-miş...
Durum her ne ise, farketmez. Önemli olan bundan sonra değişim için neler yapabileceğimiz. Şiddetsiz İletişim diyorlar; şimdilerde herkes bunun eğitimini alıyor, atölyeler düzenleniyor. Ben de katıldım bir eğitime fakat ne yazık ki kitaplarda olduğu gibi kısa bir süre işe yaradı; sonra yine aynı şeyler olmaya devam etti. Gerçi eğitmenimiz söylemişti, bir seferde olmaz, yabancı bir dil öğrenir gibi sürekli çalışmanız gerekir diye. Ben atölyeciliğin salihatı için zannetmiştim ama haklıymış gerçekten. Hatta, az bile söylemiş, yeni bir dil öğrenmekten daha zor; çünkü burada bir de yanlış kaydedilmiş bir şeyi silip üzerine yenisini kaydetme olayı var. Ve bu ilkel beynimizde kayıtlı olduğu için oraya ulaşmak, oradaki verileri değiştirmek epey çaba gerektiriyor.
Şiddetsiz İletişim’e geçmeden önce iletişim’in ne olduğunu anlayalım. Vikipedi, iletişimi, “belirli mesajların kodlanarak bir kanal aracılığıyla bir kaynaktan bir hedefe/alıcıya aktarılması süreci” olarak açıklıyor. “Örneğin bir konuşmacı (kaynak) ortak bir dil aracılığıyla (ör: Türkçe) kodladığı belirli kelimeleri (mesaj/ileti) ses dalgaları ve hava yoluyla (kanal) dinleyiciye/alımlayıcı (hedef) aktarır.”
- Hımm, çocuğum benim eşşek olduğumu düşünüyor. Görme algısında bir problem var demektir. Yarın göz doktorundan bir randevu alayım.
demiyoruz, "çocuğum bana kızmış olmalı" diyoruz. Demek ki çocuğum kızgın olduğunu ifade ederken farklı kelimeler kullanıyor. Yani mesajını kodluyor. Ve biz de bu kodu çözüyoruz. Ona göre, geribildirimde bulunuyoruz. İletişim diyagramımızı güncellersek, aşağıdaki şema Homo Sapiens için daha doğru olacaktır:
Oysa çocuğumuz, “Anne-baba benimle ilgilenmenize ihtiyacım var” dese, hemen şefkatli kollarımızı açıp çocuğumuzu sarıp sarmalayacağız, onu ilgiye ve sevgiye boğacağız. Ama işte o mesaj farklı şekilde kodlanıp gelince tökezliyoruz, yapamıyoruz.
Bir de hiçbir şey yapmadan mesaj iletme durumu var. Bu daha çok ikili ilişkilerde yaşanıyor. Sevgililerden biri, bir sebepten diğerine küsüyor ve hiçbir şey söylemeden diğer sevgilinin bunu anlamasını bekliyor. Bu durum sevgili kişinin sabrına ve kriptografi yeteneğine bağlı olarak bazen günlerce sürebiliyor. Neyse ki ilişkinin o devirlerini geçtik ama genç okuyucular varsa, diyeceğim o ki, yapmayın, etmeyin, karşınızdaki müneccim değil, yazık, o sadece sade bir insan! Sevgiliniz erkekse, neden küstüğünüzü anlaması epey bir zamanını alacaktır, hatta çoğu zaman anlatsanız bile anlayamayacaktır. O yüzden siz mesajınızı hiç kodlamadan direkt iletin ki boş yere acı çekmeyin, vakit kaybetmeyin, yazıktır, günahtır.
Neyse biz konumuza dönecek olursak: neydi? Hah, ebeveyn-çocuk ilişkisi. Çocuktan gelen mesajları çözme başarımız pek parlak olmadığı gibi, bizim çocuğumuza mesaj iletme durumumuz da bazen içler acısı olabiliyor. Örneğin, ben bir yere yetişeceksem ve küçük kızım her zaman olduğu gibi yolda karşısına çıkan her minik şeyle bir dünya kurup, içerisine derinlemesine dalıyorsa, başlıyor bir taraflarım seğirmeye! Ve mesajım ağzımdan şu şekilde kodlanarak çıkıyor:
- Hadi artık, yeter! Sürekli oyalanıyorsun. Çok sorumsuzsun! Senin yüzünden geç kalıyoruz. Çok yavaşsın! Çabuk ol!
Peki çocuğum bu kodu nasıl çözüyor? Muhtemelen “Ben yavaşım, ben sorumsuzum, ben kötüyüm.” diye çözümlüyor.
Ama aslında bizim iletmek istediğimiz asıl mesaj ne?
“Gideceğimiz yere zamanında gitmek benim için önemli. Geç kaldığım zaman telaşlanıyorum.”
Yani bu mesajı kimseyi suçlamadan direkt olarak da söyleyebiliriz ve fakat olmuyor, özellikle stres durumlarında, kaydedilmiş belli cümleler ağzımızdan otomatik olarak çıkıyor.
- Dikkat etsene! Sakar! Ağlayacak bir şey yok ortada! Kaç kere söyledim sana! Angut musun! Çabuk giy şunu!
Şimdi hepimiz çocuklara bu şekilde hitap edilmemesi gerektiğini biliyoruz. Ama dediğim gibi, beynimizin derinliklerinde kayıtlı, evrensel ortak hafızaya ait bu cümleler bazı anlarda pörtleyiveriyor. Ve bunlar kuşaklar boyu aktarılarak devam ediyor.
Peki ne yapabiliriz? Mecbur muyuz bu cümleleri tekrar etmeye?
Tabii ki değiliz. Fakat bilinçli bir çaba harcamadıkça bunları değiştirmemiz mümkün değil. Bu yüzden Şiddetsiz İletişim eğitmenimizin söylediği gibi, bu dili yabancı bir dil öğrenir gibi sürekli çalışmamız gerekiyor. Çünkü bu dil bize yabancı bir dil: Saygı dili.
Şimdi önce geçen yazıda çalıştığımız şeyi tekrar edelim:
Kriz! Çocuk kötü bir şey yaptı! Yalan söyledi ya da birisinin eşyasını izinsiz alıp eve getirdi. Arkadaşına vurdu. Kardeşini ağlattı. Size kötü sözler söyledi. Ödevini yapmadı. Yemeğini fırlattı. Gizlice telefonunuzu alıp yatakta geç saatlere kadar oynadı. Gece söylediği saatte eve gelmedi.
Ve tüm bunlar sizi hüsrana uğrattı, deliye dönmeniz an meselesi. Amanin!!!
Ne yapıyoruz? Hemen ortamdan uzaklaşıp derin nefesler alarak amigdalamızın aklımızı kaçırmasını engelliyoruz. Yoksa büyük pişmanlık duyacağız. Bu yüzden sessiz sakin bir yere kaçıp 20 saniye derin karın nefesleri alarak duygumuzu isimlendiriyoruz: çok sinirliyim, çok endişeliyim, çok kızgınım, çok korkuyorum!
Yeterince sakinleştiysek eğer (bazen 1-2 gün sürebilir bu; o yüzden gerçekten sakinleştiğimize eminsek) geri dönüp çocuğumuzla bu durumu konuşuyoruz. Tabii onun da aynı şekilde sakinleşmiş olması gerekiyor. Çünkü aksi takdirde doğru kodlarla iletişim kurmamız çok zor olacaktır.
Bu aslında en önemli kural: SİNİRLİYKEN ASLA TEPKİ VERME!
Geri kalanları doğru yapmasak bile bunu mutlaka yapmalıyız.
Ama ben gerisini de doğru yapmak istiyorum derseniz bu konuda yazılmış çok iyi kitaplar var: Etkili Anne-Baba Eğitimi ve Şiddetsiz İletişim (küçük çocuğu olanlar için bir de Dramsız Disiplin kitabı).
Etkili Anne-Baba Eğitimi, Dr. Thomas Gordon’un yazdığı, pek çok modern ebeveynlik kitabının öncülü olan, çok iyi çalışılmış bir kitap. Dr. Gordon, çatışma çözme ve etkili iletişim konusunda çok çeşitli programlar geliştirmiş. Burada önerdiği model de demokratik ve katılımcı olması dolayısıyla çocukları da işin içine katıyor ve onların da sorumluluk almasını sağlıyor. Farklı farklı durumlara uygun formüller vermek yerine gerçekten etkili olacak tek bir yöntemi çok güzel bir şekilde öğretiyor.
Etkili Anne-Baba Eğitimi kitabında daha çok, çocuklarımızın gerçek ihtiyaçlarını nasıl ortaya çıkaracağımızı ve birlikte nasıl çözüm bulacağımızı öğrenirken, Şiddetsiz İletişim kitabında daha çok kendi istek ve ihtiyaçlarımızı karşımızdaki insana nasıl düzgün bir şekilde ileteceğimizi öğreniyoruz. İki kitabı da şiddet-siz bir şekilde tavsiye ediyorum. Alır okursanız çok iyi olur :)
Sonuca giden yol
Şimdi bunları okudunuz ve her şey çok güzel olacak sanıyorsunuz ama maalesef yanılıyorsunuz. Öyle kolay olsaydı, 10 yıl sonra burada oturmuş, hâlâ bu konularla ilgili yazıyor olmazdım. Bunları düzeltmek için yine beyinle ilgili birtakım şeyleri bilmek gerekiyor. Bu yüzden sizin için araştırdım, yabancı dil öğreniminde en etkili yöntemleri buldum.
Şaka şaka :) Çok uzattım, farkındayım. O yüzden, pratikte ne yaptığımı anlatıp bitiriyorum hemen. 3 sene önce yapmıştım bu çalışmayı. Büyük kızım 7, küçük 3 yaşındayken, “Script Kartları” adını verdiğim bir dizi kart hazırladım. Her gün karşılaştığımız senaryolar için söylenebilecek replikleri not ettim ve bunları her gün tekrar ettim:
Şimdi mesela, üstlerine bir şey döküldüğünde onlar söylüyorlar: “Olsun, yıkarız geçer.” Ailecek otomatik bir tepkiyi değiştirmeyi başardık, hatta belki gelecek kuşaklar da çocuklar üstlerine bir şey döktüğü zaman: “Dikkat etsene! Sakar mısın!” gibi şeyler söylemeyecek.
Artık bu tarz konularda sorun yaşamıyoruz. Hiç sorun yaşamıyoruz demeyi isterdim ama tabii ki böyle bir dünya yok. Çocuklar büyüdükçe yeni senaryolar ortaya çıkıyor. Ve bu senaryoların içerisinde benim daha önce duymadığım yeni cümleler ağzımdan çıkıyor. Böyle durumlar olduğunda bir yere not ediyorum, çünkü biliyorum ki tekrarlayacak.
O yüzden önerim, şu andan itibaren sizi nelerin tetiklediğini bir yere not edin. Muhtemelen bir patern çıkacaktır. Eğer Quantum Leap (Zamanın Ötesinde) dizisinin başkahramanı gibi bir hayatınız yoksa aynı senaryo tekrar edecektir. “Kaç kere söyledim sana!” cümlesinin evrensel olarak bir klasik haline gelmesi de işte bu sebeptendir. O yüzden bu klasiği yaşamaya başladığınızı fark ettiğiniz anda, bu durumu not edip kitaplardan alternatif olarak nasıl çözebileceğinizi öğrenip senaryoyu baştan yazabilir ve bu şekilde mutlu sona ulaşabilirsiniz.
Misal bizim en son başımıza gelen olay, ikinci kez tekrar edince, bir kenara not aldım. Belki basit bir olay ancak beni rahatsız etti: Büyük kızım iki haftadır beden eğitimi dersinin olduğu gün okula ısrarla kalın kar botlarıyla gitmek istiyordu --ben de ısrarla gitmemesini. Spor ayakkabı giydirme konusunda savaş veriyordum ve tabii ki ben kazanıyordum --ama nefretini!
Aslında, biliyordum ki “ergenler, ebeveynlerine değil, onların gücüne isyan ederler.” Biliyordum ki “ebeveynler, güç ve otoritelerini kullanarak çocuğu bir şey yapmaya her zorlayışlarında, onun kendini denetleme ve sorumluluk edinmeyi öğrenme şansını elinden alırlar.” Biliyordum ki “insanlar alınmasında katkıları olan kararları uygulamaya, kendilerine zorla kabul ettirilen kararları uygulamaktan daha istekli olurlar.” Ve biliyordum ki “ebeveyn ve çocuk bir çatışmayı birlikte çözünce derin bir sevgi ve şefkat duygusu yaşarlar.” Ancak bilmek o anki durumu çözmeye yetmiyordu.
O yüzden ne yaptım? Bu durumu bir kenara yazdım. Ve bir daha bu durum yaşandığında senaryoda neyi değiştirebileceğime baktım. Tabii ki kendi repliğimi :)
ANNE: Bugün beden eğitimi dersin var.
ÇOCUK: Olsun ben botlarımı giyeceğim.
ANNE: Burada bir çatışmamız var. Sen kar botlarını giymek istiyorsun ama ben kar botların çok ağır olduğu için ayağını inciteceksin diye endişeleniyorum ve daha rahat hareket imkanı vereceği için spor ayakkabılarını giymeni istiyorum. İkimizin de kabul edebileceği bir çözüm düşünebilir misin?
ÇOCUK: Buldum. Spor ayakkabılarımı çantamda götürürüm, beden eğitimi dersinde rahatsız olursam giyerim.
ANNE: Hay ben Yöntem III’ün gözünü seveyim :)
Gerisi Thomas Gordon’un Etkili Anne-Baba Eğitimi ve Marshall B. Rosenberg'in Şiddetsiz İletişim kitaplarında…
November 27, 2018
MoMster / (M)amigdala
Ç.S. (Çocuktan Sonra) 10 yılda okuduğum ebeveyn kitabı sayısı 50'ye yaklaşmıştır herhalde. Bilen bilir, ÖYS’nin icadından sonra dünyaya gelen kuşaklar, bir şeyleri yaşayarak değil kitaplardan okuyarak öğrenir. Bu yüzden, ben de, çözemediğim durumlar olduğunda, hemen kitaplara yönelirim. Ama bu kadar kitap okumama rağmen, hâlâ bazı şeylerde çok zorlanıyorum! Özellikle de çocuklar kuyruğuma bastığında. O zaman içimden bir MoMster çıkıyor ve hiddetiyle adeta ortalığı ateşe veriyor. Bu canavarı ben bile tanıyamıyorum. Bir alev dalgasıyla içimden fırlıyor ve kasırga etkisi yaratarak hem etrafımı hem beni harap ve bitap düşürüyor. Üstelik ortada pek de önemli şeyler yokken oluyor bunlar.
Mesela, geçen hafta ailece tatile gittik. Gitmeden önce en favori ebeveynlik kitabım Dramsız Disiplin’de altını çizdiğim yerleri tekrar ettim. Çünkü bilen bilir, yine en çok ÖYS mağduru kuşaklar bilir, başka bir öğrenme metodu da tekrardır. Aslında öğrenme değil de ezberleme desek daha doğru olur. Bütün okul hayatımız boyunca belli tarihleri her sene görerek ezberleriz. Tarih dersinin tarih ezberlemek olduğunu düşünen bir eğitim sisteminde asdfksjdfila jdsfjjadsjjjff!!! Neyse şimdi burada eğitim sistemi eleştirisine girmeyeyim --anladınız siz onu! İşte bu geçmişten gelen alışkanlıkla kitapta altını çizdiğim yerleri tekrar ettim. Çünkü o kitaptan sonra epey değişiklik olmuştu. Her şey çok güzel gidiyordu; hiç öfkelenmiyor, hemen bağlantı kuruyordum; çocukların penceresinden bakıyor, yargılamıyordum; meraklı sorular soruyor, çocuklarımı ve eşimi sürekli şaşırtıyordum. İçime kitap kaçmıştı, her şey fevkalade ve harikuladeydi. Koca kişisi bile bu değişim karşısında hayrete düşmüş, “Karıma ne yaptın?! Sen kimsin?!" demeye başlamıştı. Adeta bulutların üzerinde uçuyordum. Ama işte fazla yükselmiş olmalıyım ki düşüşüm de biraz acılı oldu.
“Rek” dönemi geldi çattı. “Rek” nedir diyeceksiniz. Bizim ufaklık da sormuştu:
- Anne rek büyüyünce mi olunuyor?
- "Rek" ne tatlım?
- Hani sinirli oluyosun, başkalarına kızıyosun ya…
- ?!?!?!?
Evet, küçücük çocuk bile öğrendi kadınların çilesi PMS’i…
Aslında çocukların hiçbir suçu yoktu bu olayda. Duşu açmışlar (evet biraz fazla açmışlar, çocuk onlar) ve banyoyu su basmıştı. Yapılacak şey basitti: Duşu kapatıp banyodaki suları hep birlikte birer havluyla çekip sıkmak ve bunu yerlerdeki su bitene kadar tekrar etmek ↩
Fakat işte olmadı, benim sigortalar attı ve yine o MoMster içimden fırladı! Bağırdı, çağırdı; hiddetiyle bedenimi ateşe verdi, çocukları korkuya buladı. O kadar gözü dönmüştü ki duşu kapatmak bile sonradan aklına geldi. Fırtına dindikten sonra da klasik döngü yine başladı: pişmanlık-özür-derin üzüntü, pişmanlık-özür-derin üzüntü…
Tatilden dönünce hemen yine kitaba koştum, ters giden şeyi aradım ama bulamadım. Ve şunu farkettim: bu kadar çok ebeveynlik ve iletişim kitabı okuyorum ama bu konuyu çözemiyorum. Tamam, bir süre başarılı oluyorum ama sonra tekrar aynı şeyler olmaya devam ediyor ve ben içimdeki canavardan kurtulamıyorum. Dışarıda çok iyi saklıyorum, evet, herkesler beni melek sanıyor. Bazen zıvanadan çıktığımı söylediğimde herkes şaşırıyor. Ama gelin görün ki, evin içinde saklamayı beceremiyorum, kuyruğum dışarıda kalıyor, basılınca da işte o kısır döngü:
Yine aynı şey olunca ve güvendiğim kitaplara yaşlar yağınca, nihayet sorgulamaya karar verdim ve en sonunda (Ç.S. 10.yılda!) farkettim ki kitaplar davranışı değiştirmede etkili olmuyor. Yani “Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti” cümlesi sadece bir kitap cümlesi. Ve aslında bu çok normal.
Okuduğumuz tüm kitapları ve izlediğimiz tüm filmleri hatırlasaydık eğer, hafızamızda yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz bilgilere yer kalmazdı. Hatırlama hastalığı diye bir şey var mesela: Hipertimezi. Bu insanlar yaşadıkları her günü ayrıntılarıyla hatırlıyorlar. Geri kalan bizler içinse beynimiz aynı zamanda bir unutma merkezi. Belleğimiz öğrendiği bilgileri, eskilerini silerek kaydediyor ve 20 yaşından sonra da hücreler yavaş yavaş ölmeye başlıyor (1). Bu açıdan düşününce eğitim sistemimiz o kadar da kötü değilmiş aslında. Beynimizde gereksiz o kadar bellek biti açılınca 20 yaşından sonra feda edebileceğimiz alanımız da fazla oluyor. İşte sonra 40 yaşında gelip burada uzata uzata yazabiliyorsunuz.
Velhasılıkelam, 10 yıl sonunda 40 küsur ebeveynlik kitabıyla öğrendiğim şu oldu: Kitaba inanma, kitapsız kalma! Yani davranış değişikliği için kitaplardan medet umma. Hoş, bu yazdıklarımın hemen hepsini kitaplardan öğrendim ya, işte dediğim gibi siz yine de kitapsız kalmayın. Ama şunu kabul edin ki davranış değişikliği için çok daha etkili yöntemler gerekiyor. Fakat önce beynimizi tanımak, nasıl işlediğini bilmek gerekiyor.
Şimdi, hemen her anne-babanın her zaman karşılaştığı klasik bir senaryoyla başlayalım:
O kadar uğraştınız, pişirdiniz, sırf çocuğunuza yedirebilmek için taa nerelerden getirttiniz. Sunum da tamam. Oh, mis! Fakat o da ne!? Çocuğunuz sofraya oturup sizin binbir özenle hazırladığınız, o süperbesinlerle dolu, güzelim yemeğe baktı ve “Iııyyy, ben bunu yemiyceeem!" dedi.
Sonra ne mi oldu? Tabii kontak attı! O tabağı alıp çocuğunuzun burnunu tıkayarak ağzına aktarmaya başladınız ya da iyi ihtimalle bağırıp çağırıp yemesi için tehditler savurmaya: “O yemeği yemezsen başka yemek yok, dondurma yok, üzerine de 3 ay ekran yok!"
Evet biraz abartı olduğunu siz de farkettiniz. Üstelik evde dondurma bile yok, ama yapacak bir şey yok; istemsiz olarak söyleniyor bunlar. Kimin cümleleri, ağzınızdan nasıl çıkıyor bilmiyorsunuz. Şaşırdınız, çünkü bunlar normal hayatta kullandığınız cümleler değil.
Tanıştırayım: Otomatik pilotunuz Amigdala (anneler için mamigdala olabilir:)
Beynimizin orta temporal lobunun derinlerinde bulunan, hafıza, karar verme ve duygusal tepkilerimizden sorumlu olan badem şeklindeki şu küçük kırmızı bölgeler.
Beynimizin orta temporal lobunun derinlerinde bulunan, hafıza, karar verme ve duygusal tepkilerimizden sorumlu olan badem şeklindeki şu küçük kırmızı bölgeler.
Belki kendimizden daha güçlü biriyle karşı karşıya geldiğimizde kaçmayı ya da donmayı tercih ediyor olabilir amigdalamız ama kendimizden daha küçük biriyle muhtemelen savaşmayı tercih ediyordur. Mesela bizim çocuklar ben savaş modundayken donakalıyorlar. İşte bu tepkileri değiştirmek için benim gibi çılgınca ebeveynlik kitabı okumanıza gerek yok (okuyucu sana söylüyorum, beynim sen anla).
Evet mutlaka okumak gerekiyor. Hatta bence Etkili Anne Baba Eğitimi, Dramsız Disiplin ve Engellenmemiş Kızlar kitapları, çocuklar büyüyene kadar her zaman başvurabileceğiniz referans kitapları olarak baş ucunuzda durmalı. Ama eğer sizin de amigdalanız stres durumlarında “Savaş!” diyorsa, önce bunu düzeltmek gerekiyor. Benimki mesela o kadar savaşçı ki (bir tarafım Karadenizli bir tarafım Doğulu olduğundan mıdır nedir) iki kez dayak yemenin eşiğinden döndüm. Karşımdaki koca adamları 2-3 kişinin zor tuttuğu durumlar yaşadım. Oysa yapılması gereken ilk şey, amigdalanızın bir korsan gibi aklınızı kaçırdığının (amygdala hijack) farkına varmak!
Normalde dışarıdan gelen veriler önce beynimizin talamus kısmına (düşünen beyine) gidiyor. Ancak bundan milisaniyeler önce amigdalamız bu veri girdilerini değerlendiriyor. Eğer bir durumu tehdit olarak algılarsa devreye giriyor. Ani bir karar veriyor ve şu 3 tepkiden birini uygulamaya başlıyor: Savaş, Kaç ya da Don.
Amigdalamız dümeni devraldıktan sonra sonra yapacak bir şey yok. Çünkü amigdala mümkün olan en hızlı şekilde reaksiyon göstermek (savaşmak, kaçmak ya da donmak) için düşünerek hareket eden beyni (yani neokorteksi) devre dışı bırakıyor. Hani, bir elektrik devresinde karşıt uçlar birbirine dokunduğu zaman kontak atar ve elektrik akımı kesilir ya, işte bunda da benzer bir durum yaşanıyor; kontağımız attığında, yani amigdalamız devraldığında, rasyonel düşünmemiz de kesiliyor (2).
Ve bunun, ne yazık ki, çok kötü, çok çok kötü sonuçları olabiliyor: ekstrem durumlarda cinnet geçirip cana kıyanlar, kıskançlık krizi ile eşlerine şiddet uygulayanlar, trafikte birbirine ciddi zarar verenler; çocuğunu döven anne-babalar, en iyi ihtimalle bağırıp çağırmalar. Yani her türlü çok kötü tepkiler, çok kötü sonuçlar!
O yüzden yapılacak en iyi davranış amigdalanın devralmasına izin vermemek olacaktır. Peki bu nasıl mümkün olacak? Yani rasyonel beyinden milisaniyeler önce devreye giren bir amigdalamız var. Bilinçli beyinle bağlantıyı da kesti mi, bittiğinizin resmi: Donakalmış bir çocuk ve karşısında bas bas bağıran bir anne!
Neyse ki amigdalamız devreye girerken bazı sinyaller gönderiyor. Çok hızlı bir şekilde kaçabilmek ya da savaşabilmek için adrenalin salgılanmaya başlıyor ve sonuç olarak kalp atışları ve solunum hızlanıyor, kan basıncı artıyor, göğüste yanma hissi ya da mide bulantısı oluyor. Stres hormonu kortizol salgılanıyor ve işte o malum kriz tepkileriniz başlıyor.
Neyse ki bu döngüye girmeden yapılacak şeyler var. Ne yazık ki bunları hemen ilk saniyelerde uygulamak gerekiyor, çünkü otomatik pilotunuz amigdala dümeni bir kere devraldı mı bazen saatlerce rasyonel düşünceye geri dönülemiyor.
O yüzden, bu bedensel işaretler gelmeye başladığı anda ya da stres durumunuzun çok yüksek olduğunu ve her an patlamak üzere olduğunuzu anladığınız anda derin karın nefesleri almak işe yarıyor. 20 saniye derin nefesler alarak amigdalanın stres tepkisi vermesini önleyebiliyorsunuz. Ayrıca yapabiliyorsanız ortamdan uzaklaşıp açık havada derin nefesler alarak yürüyüş yapmak çok iyi geliyor.
Amigdalanızın aklınızı kaçırmasını engellemenin bir başka yolu da duygularınızı isimlendirmek: “Şu anda çok sinirliyim, çok endişeliyim, çok kızgınım, çok korkuyorum!” gibi.
Yapılan bir çalışmada katılımcılara, sinirli ya da korkmuş bir yüz fotoğrafı gösterilmiş ve amigdalalarındaki faaliyetlerin arttığı gözlenmiş. Aslında izleyici fotoğrafta ne gördüğünün farkında olmayacak kadar kısa bir süreliğine baksa bile subliminal, içgüdüsel, duygusal bir cevap amigdalalnın ateşlenip akitfileşmesine neden oluyormuş. Fakat etkileyici olan kısmı, izleyicilerden resimdeki duyguyu tanımlamaları istendiğinde, bunu korku ya da öfke olarak adlandırdıklarında amigdalanın hemen daha az aktif olması olmuş (3). Yani duygularımızı isimlendirdiğimizde öfke ve korku seviyemiz azalıyor.
Tabii başka bir yolu da bunun olmasını baştan engellemek. Amigdalanız genellikle yorgun, aç veya stresli olduğunuzda ateşlenmeye daha müsait oluyor. Ayrıca alkol ya da diğer bağımlılık yapan maddeler de prefrontal korteksi yani düşünen beyni baskılayarak amigdalanın ön plana çıkmasına sebep oluyor (4). Benzer şekilde PMS döneminde azalan progesteron seviyesi de amigdalanın daha kolay ateşlenmesine zemin hazırlıyor (5).
O yüzden ne yapacağız? Öncelikle farkında olacağız. Sinirliysek ya da yorgunsak, bunu baştan söyleyeceğiz. Son ana kadar sabredip, toleranslı davranmaya çalışıp, sınırlarımızın aşılmasını beklemeyeceğiz.
“Bugün biraz yorgunum ya da kendimi iyi hissetmiyorum” diyerek açıklama yapacağız. Bu çok çok önemli çünkü insanların beyninde ayna özelliği çok yüksek olduğu için karşınızdakiler sizin ruh halinizden etkileniyor (6). Tabii siz de karşınızdakilerin hâletiruhiyesinden.
Mesela çocuklar, özellikle de küçük çocuklar daha çok alt beyinle hareket ettikleri için onların amigdalası bir kıvılcımla ateşlendiğinde sizinki de ateşlenmeye daha çok müsait oluyor. Bunun farkında olursanız, kendi amigdalanızı daha iyi kontrol edebilirsiniz (7).
Bu yüzden karşımızdakini sakinleştirmek için onun duygularını da isimlendirmek gerekiyor. Yani diyelim çocuğunuz yorgun, acıkmış ve bunları henüz ifade edemediği için mızmızlıkta sınır tanımıyor. Hemen ne yapıyoruz?
- Aaa yeter artık mız mız mız mız! Bendeki de kafa! Derhal sus, yoksa ben seni susturmasını bilirim!
demiyoruz, sabırlı bir şekilde çocuğumuzun duygularını isimlendirip ihtiyaçlarını karşılıyoruz.
Son olarak, hiç olmaması için sınırlar ve rutinler çok önemli. Yalnızca çocuğunuz için değil kendiniz için de! Neden aile faciaları en çok tatillerde çıkar bir düşünün. Sınırlar birbirine geçer, rutinler uygulanmaz, genelde aşırı uyaran dolu bir ortam olur. E buna hangi amigdala dayanır!
O yüzden rutinlerimizden mümkün olduğunca vazgeçmemek önemli. Günlük rutinimize sakinleştirici, stresimizi azaltıcı birtakım aktiviteler eklemek de önemli. Yoga ve meditasyon tabii ki şart. Şaka şaka! Merak etmeyin onlar olmadan da sakin ve huzurlu olabilirsiniz (tabii bunları yapmak bedensel farkındalığınızı artırmak için gerçekten çok faydalı, ben YouTube'da şu kanalı seviyorum: Five Parks Yoga). Gün ışığı eşliğinde yürüyüş yapmak, çocuğunuza sarılmak (en az 20 saniye sıkı sıkı), bir arkadaşınızla ya da eşinizle konuşmak, ten teması kurmak, iyi uyumak, sevdiğiniz işleri yapmak, müzik dinlemek, kitap okumak ve mutlaka üretmek --ne olursa! İster bir yemek, ister bir makine, isterseniz şarkı, yazı, elişi, resim,... İlle sanat, ille zanaat. Büyük düşünüp yılmayın, basit şeyler yeterinden fazla olacaktır. Çocuğunuzla yan yana bir masada basit bir resim yapabilir ya da birlikte basit bir yemek hazırlayabilirsiniz. Ellerle üretmek insan ruhuna çok iyi gelen bir şey. Bir diğeri sosyalleşme, bir diğeri de hareket. Sadece bunları bile yapsanız amigdalanız bayram eder. Tabii en yakınınızdakiler de.
Toparlayacak olursak, davranışları değiştirmek ne yazık ki kitaplardan ezber cümleler okuyarak mümkün olmuyor! Eğer sizin amigdalanız da benim gibi stres durumlarında “Savaş!” tepkisi veriyorsa ve bu hiç hoşunuza gitmiyorsa başlangıçta sadece verdiğiniz tepkiyi değiştirmeye odaklanın. Bırakın en doğru cümleler mükemmel annelere kalsın. Mükemmel iyinin düşmanıdır klişesini de yazdıktan sonra neler yapacağımızı tekrar edelim.
Unutmayın şu an için hedefimiz 'en iyi' cümleyi kurmak, çocuğumuza 'en doğru' şekilde davranmak (aferin yerine tanımlayıcı övgü kullanmak, etkin dinleme yapmak, vs. :) değil. Hatta bir şey söylememize bile gerek yok. Tek yapmamız gereken şey, ilk etapta otomatik pilotumuzun devralmasına izin vermemek. Bunun için de yapılması gereken ilk şey “amigdala hijack”in, yani amigdalanın aklımızı kaçırmaya çalıştığının farkına varmak:
- Hızlanan kalp atışları, soluk alıp vermede değişiklik, göğüste yanma hissi, mide bulantısı gibi.
Bunu fark eder etmez, mümkünse ortamdan uzaklaşıp derin nefesler almak ve duygularımızı isimlendirmek çok önemli.
Bir adım öncesini farkedebilirsek, mesela sinirlerimizin giderek gerildiği ve karşımızdakini duymayı bıraktığımız anı; işte o zaman imkanımız varsa çıkıp yürüyüş yapmak çok iyi geliyor. Yoksa, duygularımızı isimlendirip mola istemek ve bir süre yalnız kalıp derin nefesler alarak sakinleşmek önemli.
Bunu fark eder etmez, mümkünse ortamdan uzaklaşıp derin nefesler almak ve duygularımızı isimlendirmek çok önemli.
Bir adım öncesini farkedebilirsek, mesela sinirlerimizin giderek gerildiği ve karşımızdakini duymayı bıraktığımız anı; işte o zaman imkanımız varsa çıkıp yürüyüş yapmak çok iyi geliyor. Yoksa, duygularımızı isimlendirip mola istemek ve bir süre yalnız kalıp derin nefesler alarak sakinleşmek önemli.
O zaman, son olarak tekrar edelim (tekrar yöntemini biraz fazla benimsemişim sanırım :)
1. İlk hedefimiz: Farkındalık.
2. İkincisi de MoMster'ların dışarı çıkmasını engellemek (derin nefes & duygularımızı isimlendirme).
Ya da sizin bunu engellemek için bulduğunuz yöntemler varsa, yorumlarda yazarsanız ne güzel olur.
Yazının devamı: Ebeveynlik ve Şiddetsiz İletişim
1. İlk hedefimiz: Farkındalık.
2. İkincisi de MoMster'ların dışarı çıkmasını engellemek (derin nefes & duygularımızı isimlendirme).
Ya da sizin bunu engellemek için bulduğunuz yöntemler varsa, yorumlarda yazarsanız ne güzel olur.
Yazının devamı: Ebeveynlik ve Şiddetsiz İletişim
Referanslar:
1. Hatırlamak ve Unutmak Hakkında 10 Şey / Oktay Volkan Alkaya: http://www.radikal.com.tr/radikalist/hatirlamak-ve-unutmak-hakkinda-10-sey-1216603/
2. Ani Duygusal Atakların Sebebi Amigdala Kaçağını Nasıl Yönetiriz? / Betül Yergök: http://www.milliyet.com.tr/ani-duygusal-ataklarin-sebebi-amigdala-kacagini-nasil-yonetiriz--pembenar-yazardetay-iliskiler-2731449/
3. Modulating emotional responses: effects of a neocortical network on the limbic system: https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/10683827
4. Alcohol and the Prefrontal Cortex: https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3593065/
5. Your brain on PMS is like your brain on alcohol and depressants https://qz.com/847871/this-is-what-happens-to-womens-brains-when-theyre-having-pms/
6. Social: Why Our Brains Are Wired to Connect / Matthew D. Lieberman, Ph.D.
7. Dramsız Disiplin / Dr. Daniel J. Siegel & Dr. Tina Payne Bryson
7. Dramsız Disiplin / Dr. Daniel J. Siegel & Dr. Tina Payne Bryson
August 22, 2018
Sevgili Arsız Rüzgâr
Fersan, her bahar, yazlığa gelmeden önce çeşitli hayaller kurar, türlü programlar yapardı. Çocuklar doğduktan sonra hayalleri mutfak penceresinden uçup programları çamaşır askısında asılı kalınca, bu yaz beklentilerini küçültmeye karar verdi. Aslında yaz başında hep çok hevesli olur, istediği her şeyi azimle yapardı. Ama birkaç hafta sonra o da yazlığın, yazın miskinliğine teslim olur, yapamadığı onca şey aklında dolanır durur, beynini kemirirdi. O yüzden, bu yaz yalnızca istek peçetesi hazırladı. Onu da beynine değil katlayıp koynuna koydu. Bu şekilde, bu yazı daha ferah geçireceğinden emindi. Hiç değilse çocuklarla denize girerim, arada bir yürüyüş yaparım, birkaç da kitap okusam yeter dedi. Başlangıçta her şey yine çok güzeldi. Bütün bahar “deniz, deniz" diye yanıp tutuşan çocuklarla birlikte ilk hafta sabah kalkar kalkmaz denize koştular, öğlen eve gelip öğleden sonra güneş inene kadar ikinci deniz saatini zor beklediler. Ama sonra çocuklar da yazlığın miskinliğine karşı duramayıp akşamüstüne kadar kıllarını kıpırdatmak istemediler. Ve böylece başladı miskin yaz.
Fersan yazlıkta çoğu zaman ne ayın hangi günü olduğunu, ne de saatin kaç olduğunu bilirdi. Saatler; yemek saati, ekran saati, deniz saati, kitap saati, uyku saati diye ilerlerdi. Yalnızca haftanın günlerini şaşırmazdı. Her yaz aynı rutin devam ederdi. Cumartesi-Pazar evin babasının geldiği günler, Pazartesi günü hafta sonundan biriken çamaşırlar, Salı sabah ev temizliği, Çarşamba rutin işler, gelen giden komşular, Perşembe hafta sonu için yine pazar alışverişi, Cuma sabah yine temizlik ve hafta sonu için yemek telaşı veee hafta sonu. Cumartesi-Pazar gündüzleri büyükler okey masasına oturur, küçükler özgürce dolanırdı; Cumartesi akşam mangalda balık, çeşit çeşit zeytinyağlılar, rakı, şarap; bir güzel kurulurdu sofralar... Pazar günü Cuma ve Cumartesi için özenle hazırlanan yemeklerden arda kalanlarla yetinilir, Pazar akşamı da yorgun düşülüp erkenden yatılırdı.
Bu sahil beldesi ECE, EGE, EFE, CAN plakalı, belli markalardan belli büyüklükte arabaların cirit attığı, onların sahiplerine torpil geçen, onların uyanıp denize gittiği saatlerde rüzgâr çıkarmasıyla ünlüydü. Nasılsa onlar denize herkes gibi girmez; ya 'beach-club’larda piyasa yapar, ya tekneyle açılır ya da surf tahtalarıyla üstüne çıkarlardı denizin. Her nasılsa arkalarını toplayan birileri olurdu. Bakıcılar da farklıydı burada; yalnızca çocukları değil cins cins köpekleri de gezdirir, köpeklerle bile İngilizce konuşurdu. Fersan'ın bakıcısı yoktu ama annesi-babası vardı yanında. Onlar çocuklarla İngilizce konuşmuyordu belki ama sağladıkları kollar, kalpler ve beyinlerle Fersan'ın 'anne ahtapot olma’ fantezisini gerçek kılıyorlardı.
Yazlık, çok eskiden böyle bir yer değildi tabii. ‘Bilgeler', gürültü ve egzoz kirliliği yaratan arabalarıyla 'Berkeler’e geri-dönüşmeden önce, yazları fön makinesinin açık unutulduğu şehirden kaçan insanların sığınma mekanıydı yazlık. Yazlıkçılar şehre yakın, bu rüzgârlı sahil beldesine yalnızca ferahlamak için gelirdi. Eylül’de okulların açılmasıyla birçoğu şehre geri döner, geriye yalnızca büyük-büyükler kalırdı. Denizin en güzel zamanın Eylül olduğunu söylerlerdi. Gerçekten böyle miydi yoksa yazın çocuklarına ve torunlarına bakıcılık yapmaktan denize girmeye fırsat bulamadıkları için ya da hayatlarının sonbaharında oldukları için mi güzel gelirdi sonbahar?
Arada tatilciler de gelirdi tabii. Tatilciler yazlıkçılardan farklı olarak yılda 1 hafta gelebildikleri denizin her anın keyfini çıkarır, saniyelerini boşa harcamak istemezlerdi. Onların heyecanı görüştükleri yazlıkçıları ancak çok az kıpırdatabilirdi. Tatile gelirken aldıkları en son moda mayoları, az kullanıldığı için rengi solmamış parlak deniz havluları, envai çeşit deniz aksesuarlarıyla göz alırlardı. Yazlıkçılar 2-3 yılda bir yeni bir mayo alsalar bile yaz başında 1-2 hafta giydikten sonra yine rahat ettikleri eski mayolarına döner, popo kısmı sarkana kadar yıllarca aynı mayoyu giyerlerdi. Paroyalar da aynı şekilde 1-2 hafta giyildikten sonra gardıropların içerisinde eskimeye bırakılır, denize gitmek için minimum şartlar yeterli olurdu: bir tek deniz havlusu --hatta bazen 2 kişiye 1 tek havlu. Deniz havluları tuzdan kurumaz hale gelene kadar kullanılır, rengi yıkana yıkana pembeden hayal pembesine dönse de yenisi alınmazdı.
Bir de günübirlikçiler vardı, tatilcilerin hiçbir şey kaçırmayalım, her şeyden faydalanalım, her yeri gezelim telaşına; yazlıkçıların miskinliğine ve bıkkınlığına inat en keyifli vakti onlar geçirirdi. Akşam yatmaya evlerine geri döner, otellere dünyalar kadar para dökmedikleri için şikayet etmeden tek gündüzlük tatillerinin değerini bilirlerdi. Esen rüzgârın ve dalgalı denizin tadını bir tek onlar çıkarırdı.
Çok eskiden yalnızca hafta sonu eserdi rüzgâr. Hatta, buranın denizi erkekleri sevmez, derdi hafta içi göl gibi denizde arkadaş gruplarıyla denize girip yüzmeden saatlerce eyleşebilen kadınlar. Hafta sonu erkekler geldiğinde kadınlar mutfaktan çıkamadıkları için, onların hatırına ‘haydar' çıkar gelir, eser de eserdi. Geçen senelerde ise öğleden sonra çıkardı poyraz, sabahtan yine cam gibi olurdu deniz. Ama bu sene, ne sabah durdu, ne akşam; ne hafta içi, ne hafta sonu. Dalgalarla oynamayı seven çocuklar bile sıkıldı artık rüzgârın arsızlığından.
Eskiden olsa, kendi koyları rüzgârlı olduğunda farklı koylara gidilirdi. Hatta, hafta sonu dışarı çıkılır, çarşıda dondurmalı kazandibi yenir, akşam sahilde yürüyüş yapıp eve dönülürdü. Ama son yıllarda hafta sonu evden dışarı adım atmaya cesaret edemez hale geldiler. Sadece köylülerden alışveriş yapmak için pazarına gittikleri küçük bir köyün köhne evlerinin cakalı restoranlara dönüşüp daracık sokaklarında insan seli akmaya başlamasıyla birlikte evden çıkmak, trafiğe girmek, miskin yazlıkçıların alabileceği bir risk değildi artık.
O yüzden son yıllarda evden çıkmaz, çok dalgalı da olsa kendi koylarından denize girmekten vazgeçmezlerdi. Arada bir deniz dümdüz olur, gönüllerini alırdı. Ama bu yaz o da olmadı. Günler günleri, rüzgâr dalgaları kovaladı. Güneş bile isyan etti rüzgâra. "Ama bu kadarı da fazla artık” deyip yandıkça yandı. Fakat rüzgâr bana mısın demedi. Esti esti, geçmedi. Fersan hiç susmayan rüzgâra sordu:
- Bu kadar esmen doğru mu?
- Dursam kime yarar?
- Denizde rahat yüzerdim.
- Deniz sadece yüzmek için değil.
Fersan dalgalara daldı. Daldıkça derinlerden bir şeylerin onu çağırdığını duydu. Her gün dalgalarla boğuşa boğuşa denize girdi. Debelendi durdu ama kulağına çarpan dalga sesinden başka bir şey duyamadı. Rüzgârın sessizce estiği zamanlar da oldu. Bu zamanları fırsat bilip dalgalarla konuşmaya çalıştı. Ama dalgalar cevap vermedi. "Kulluk bize en büyük payedir” der gibi hep birlikte köpüre köpüre kumsala koşmaya devam ettiler.
Fersan'ın küçük kızı Nazlı, çekindi kıyıdan girmeye. "Dalgalar çişleri kıyıya taşıyooor" dedi, "Dünyanın başkanı mı izin verdi denize çiş yapılmasına? Neden böyle!” diye söylendi durdu. Binbir nazla iskeleden girmeyi kabul etti, çişleri geçtim yaşasın, diyerek neşeyle derinlerde yüzdü. Büyük kızı Havva zaten hiç kendine yediremezdi alçaktan girmeyi. O da boyuna iskeleden atladı, dalgaları yararak yüzdü de yüzdü.
Çocuklarına denizde oynamaları için aldığı şişme oyuncak flamingo bile dayanamadı rüzgâra. Denizin üzerinde daha çocuklar üstüne çıkmaya fırsat bulamadan uçtu gitti rüzgârla. E flamingo bu, uçacak tabii, diyerek çocuklarını yumuşatmaya çalıştı Fersan ama sürekli uçup uçup gidince arkasından koşmak zor geldiğinden, bir süre sonra vazgeçti onu denize götürmekten. Pembe kuş, bu yazı, salonun bir köşesinde süs olarak geçirmeye mecbur kaldı. Gelen tatilci arkadaşları “aaa pembe flamingo” diye sanki tanıdık birini görmüş gibi tepki verince şaşırdı. Meğer bizim salon-süslüsü dünya çapında tanınıyormuş diyerek gururlandı. Havuzda fotoğraf çektirmek isteyen komşuları duyunca flamingonun havalı havalı salonda durmasından rahatsız olmadı. Zaten kim uğraşacaktı ki şimdi flamingonun havasını indirmekle…
Köpekler bile miskindi bu tatil beldesinde. Nadiren bir arabanın peşinden havlayarak koşmak dışında bütün gün bir kuytuda yatar, gözleri baygın bakar, insan gördü mü kaçar, ancak birileri yemek götürmeye gittiğinde hafifçe kıpırdanırlardı.
Fersan da giderek miskinleşti burada. Kimseyle ilişki kurmak istemiyor, rutin işlerini yapıp kalan zamanlarda kitaplarının arkasına saklanmak istiyordu. Pembelerin hayal pembesine dönüşmesi gibi onun da gerçekliği hayallere dönüştü burada. Sanki puslu bir ekran sahnesine bakıyor gibi izliyordu hayatı. Eskiden olsa, begonvillerin altına uzanır, cennet burası olmalı, derdi. Şimdi yalnızca ağaçların gölgelerini izliyor, gölgelerden takip ediyordu hayatı. Sabah uyandığında duvarında ağaç gölgeleri varsa güneş biraz yükselmiş, saat 7 civarı demekti, hiç gölge yoksa güneş yükselmiş, demek epey uyumuş saati 8:30 etmiş demekti. Sonra uzayan kısalan gölgeler, güneş batınca evlerin ışıklarının gölgeleri, geç saatlerde ay ışığının gölgesi... ama hep hareketli gölgeler, rüzgârın gölgesi ve gölgelerle gelen düşünceler...
Çok eskiden böyle değildi tabii. Arkadaşlarıyla dışarı çıkar, sabahlara kadar eğlenir, öğlen vakti uyanıp yine arkadaşlarıyla buluşurdu. Ama üniversiteden sonra kimse gelmez oldu. Pek çoğu işe girmiş, bir kısmı şehir, bir kısmı da ülke değiştirmişti. Yazlığın olduğu yerin nüfusu çok fazla artmıştı aslında ama, yağmur arttığında görüş mesafesinin azalması gibi, Fersan’ın da yarenlik edebilecek kişileri görme kapasitesi azalmıştı.
20 sene önce sevgilisiyle (şimdiki kocası) gittiği çok güzel bir mekan vardı. Bu yaz değişiklik iyi gelir diyerek çocukları götürdüğünde bu ıssız koyun her santimetrekaresine-bir-beachclub yapıldığını görünce şaşırıp kaldı. Küçücük bir koyda bu kadar çok insanın nasıl yüzeceğini düşündü ama bazılarının denize boy vermek için değil boy göstermek için geldiğini görünce rahatladı. Bu dümdüz denizin keyfini çocuklarıyla birlikte çıkarabilecekleri anlamına geliyordu. Ama ne yazık ki orası da iç sıkıntısını gidermeye yetmedi. Birkaç yüzüp birkaç yüz lira bıraktıktan sonra kaçarak evlerine geri geldiler.
İyi bir aşk için romantik olmanın gerektiği ve romantizmin de ay ışığı, yıldızlarla falan ilgili olduğunu zannettiği ilk yıllarında sevgilisiyle birlikte bu koyda, bir gece deniz bisikletiyle denize açılmışlardı. Geceleri, şehrin ışıkları yerine yıldızların aydınlattığı zamanlardı. Bu ‘romantik’ gecede —yani sahilden öyle görünüyordu— denizin siyahlığı onları ürkütmüş, beyinleri cinsellik yerine denizin bilinmezliği üzerine fanteziler ürettiği için, sürekli denizi gözetlemekten birbirlerine bile dönememişlerdi —ne öpüşmesi!
Demek insan korkunca, gözü sevgilisini bile görmüyordu. Belki de bu yüzden Ç.Ö. ve Ç.S. olarak ayırıyordu hayatı. Çocuktan Sonra korkuları hiç bitmedi. Çocuğun emdiği dönemde 'ya bana bir şey olursa, çocuğuma kim bakacak’ korkusu, biraz büyüyüp kendi kendine gezinmeye başladığında 'ya kendine zarar verirse’ korkusu, okula başladığında 'ya başarısız olursa' korkusu, hiçbir şeyin öngörülemediği bu memlekette 'gelecek korkusu’, yine çocukların 3. sayfa haberlerine konu olabildiği bu memlekette 'ya çocuğumun başına bir şey gelirse’ korkusu, yaşamı tehdit eden hava kirliliği ve iklim değişikliği yüzünden gezegenin geleceği için duyduğu endişe, kaygı, korku…
Ah bir becerebilseydi kendini akışa kaptırmayı, bir başak tanesi gibi rüzgârla birlikte salınabilmeyi... Fakat hiç durmadan esen rüzgâr düşüncelerini dalgalar gibi köpürtüyor, beyninin derinliklerinden olmadık şeyleri çıkartıp yüreğinin kıyısına taşıyor, yüreğini kabartıyordu.
Belki konuşabileceği birkaç arkadaşı olsa yüreği hafifleyecekti ama kimseyi aramak içinden gelmiyordu. Herkes mutlu mutlu tatil fotoğrafları çekerken Fersan gölgelerin fotoğraflarını çekip durdu yaz boyu. Paylaşacak havalı bir flamingo fotoğrafı bile olmadı, olamadı. Nitekim rüzgâr flamingonun da havasını almayı başardı. Havuz kenarında unutulduğu bir gün, sitenin bahçesinde özgürce uçmak isteyince dallara takılarak şişme hayatının sonuna geldi pembe flamingo. Boynu bükük, gövdesi sönük bir köşeye atıldı. Bu yazdan kalan son fotoğraf da bu oldu…
* * *
Evren’e gelince, Evren yazdıkça rahatladı. İçinin sıkıntısı geçti. Flamingonun ‘her şeye rağmen gülümsemesi’ni alıp yüzüne taktı. Artık klavye arkadaşını bırakıp insan arkadaşlarıyla buluşmaya, ailesini sevgiyle kucaklamaya hazırdı. Latife Tekin’in etkisinden çıkıp kendi sesine dönebilirdi. Ama “Sevgili Arsız Ölüm” kitabını öyle çok sevdi ki bu yazıyı yazmadan yapamadı. Mutlu tatil fotoğrafları da artık başka bir yaza kaldı...
March 22, 2018
Tuvalet İletişimi Kitabı Çıktı!!!
Bundan 5,5 yıl önce Bahar doğduğu zaman altını kirletmeyi sevmeyen bir bebek olduğunu anlayınca mecburen araştırma yapmaya başlamış ve "tuvalet iletişimi" terimi ile karşılaşmıştım. Kim derdi ki bir gün bu konuda bir kitap yazacağım!
Şimdi biraz başa saralım ve bundan tam 5 yıl öncesine gidelim. Bahar'la tuvalet iletişimi kurarken yaşadığım inanılmaz deneyimleri paylaşmak ve diğer annelerle birbirimize destek olmak için bir facebook grubu kurmuştum. O zaman, bu konu ile ilgili Türkiye'de yayımlanan tek kitap Bezsiz Bebek kitabı idi. Sonra bu kitabın baskısı tükendi. Yıllar içerisinde grupta sürekli kitap soranlar oldu. Bezsiz Bebek kitabının yayınevi ile bağlantıya geçtik, ancak ne yazık ki tekrar basmadılar. İş başa düşünce oturdum tüm bezsiz bebek ve tuvalet iletişimi kitaplarını yeni baştan okudum, Pubmed’de bu konuyla ilgili yayımlanan makaleleri taradım, Freud’un orijinal makalelerine kadar buldum, okudum. Sonra yazdım, kendi deneyimlerimi yazdım ve üstüne grupta paylaşım yapan annelerin deneyimlerini ekledim. Ve sonunda kitabımız çıktı.
Tüm kitapçılarda ve online kitabevlerinde bulabilirsiniz. Yapımda ve yayımda emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler!
Kitabı buradan sipariş verebilir, tadımlık bir bölüm okuyabilirsiniz: https://kitap.kuraldisi.com/kitap-yayin/kitap/aile-cocuk/tuvalet-iletisimi/
Kitap Hakkında:
Bu kitap, kendini kirletmeme içgüdüsü ile dünyaya gelen bebeklerin tuvalet ihtiyacını anlamak ve buna cevap vermeyi öğrenmek için hazırlanmış bir rehberdir. Sanılanın aksine, bebeğiniz doğumdan itibaren sizinle konuşur; karnının acıktığını, uykusunun geldiğini, tuvalet ihtiyacı olduğunu çeşitli sesler çıkararak ve beden dili ile size iletir. Bu iletiyi almak ve bunu karşılıklı bir iletişime çevirmek için bebeklerin değil ebeveynlerin eğitilmesi gerekir.
Bu kitapta, bebeğinizle tuvalet iletişimi kurmanız için gerekli olan hem teorik hem pratik bilgiler sunulmuştur. Tuvalet İletişimi sayesinde;
- Bebeğinizi tuvalete doğal bir şekilde alıştırır ve modern tuvalet eğitiminin getirdiği zorluklarla mücadele etmek zorunda kalmazsınız.
- Tek-kullanımlık bezleri tercih etseniz bile, çok daha az sayıda beze çok daha kısa süre ihtiyaç duyacağınız için doğaya yaptığınız olumsuz etki çok az olur. Hem daha az tüketerek hem de daha az kirleterek bebeğinizin ve dünyamızın geleceği için büyük bir katkı sağlarsınız.
- En önemlisi, ihtiyaçlarının anlaşıldığını gören bebeğiniz daha mutlu ve daha huzurlu olur.
Kitabı buradan sipariş verebilir, tadımlık bir bölüm okuyabilirsiniz: https://kitap.kuraldisi.com/kitap-yayin/kitap/aile-cocuk/tuvalet-iletisimi/
Subscribe to:
Posts (Atom)