"...ne zaman ki bizim toplum çekirdek aileye döndü, işte o zaman bu toplum çökmeye başladı. Ninelerden, dedelerden anlatılan masalları çocuklar dinleyemez oldu, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü yeni nesillere aktarılamadı."Seminerde baktım ki bu iş, meslek olmuş, dizi dizi kitapları bile çıkmış, ah ah diye iç geçirdim --sanki dedemden nenemden hikaye dinlemişliğim varmış gibi.
Ama artık her şey biraz böyle değil mi aslında? Kurslar, dersler, workshoplar, seminerler,... Hayatı yaşamıyor da okuyor/izliyor gibiyiz yalnızca. Usta-çırak iyiydi. Giriyordun yanına ustanın, bakıyordun, yapıyordun, öğreniyordun ve uzmanlaşıyordun. Sonra da felsefeni yapıyordun usta olup :) Ama ne oldu, toplu eğitim dedikleri şey geldi, 80 tane şeyi aynı anda öğrenicem diye beynin yapısını bozuyorsun. Sonra yok konsantrasyon sorunu, yok ADHD, yok disleksi, diye bir ton 'hastalık' çıkarıyorlar başına, uğraş dur ondan sonra. Halbuki ne demişler, "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli." Sevgili Evren de bir yazışmamızda demişti "hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli" diye. Sayesinde 'yol'larda yürürken daha bir farkında bakmaya başladım etrafıma. Yalnızca doğadaki bitkilere, yapraklara, ormanlara, ağaçlara değil, O'nun yarattığı farkındalık tırnak içerisindeki yollarda da çok işime yarıyor ;)
Neyse, diyecektim ki, hayatta arayıp durduğun, oradan oraya koşup da bulamadığın şey işte bu. Tut ucunu bir şeyin, hakkını vererek uğraş, yap. Sonra ustalaşınca çıraklarına gösterirsin, felsefeni yaparsın. Ama yok, bizde illa bir şey olunacak. Bir vasıftan çok bir titr edinilecek. Daha çok konuşulan, yüksekten atılan o titrin isimleri olacak. Nasıl yapıldığı, hangi vasıfların gerektiğinden ziyade inatla isimleri konuşulacak. I can be anything kitabını o yüzden çok sevmiştim, o büyük isimlerle inceden alay eder gibiydi.
Şimdiki sistemde, bir konuda uzmanlaşmak için ancak doktora seviyesine gelmen gerekiyor. Orda da şanslıysan istediğin --dikkat! istediğini sandığın değil, gerçekten istediğin-- alanda çalışabiliyorsun. Ancak maalesef şu karikatürdeki gibi de olabiliyor bu işler:
En azından bir 10 yıl, en enerjik olduğun, öğrenmeye en açık olduğun rahat bir 10 yıl gidiyor. Oysa ben mesela daha ilkokul 2. sınıftayken seçmiştim kütüphaneciliği --kol çalışması olarak :) Öyle minikti ki sınıf kütüphanemiz; bir de kilitliydi, niyeyse?! Ama hala gözümün önünde sınıf kitaplarımızı özenle koyuşumuz... Aradan 20 küsur yıl geçti, ne oldum? Pardon "ne oldum" demiyorduk değil mi! Tamam düzeltiyorum: ne olacağım? Haaa, kazık kadar olunca böyle diyemiyor muyduk :P Napalım, hayat her zaman istediğimiz gibi olmuyor. Bazı yollar öyle çatallı ki, insan bir girdi mi kaybolabiliyor. Neyse, sonuç olarak önümüzdeki dönem çırak olarak başlayacağım ya, şu anda yok ötesi :)
Bu arada çırak demişken, aldığım derslerde çok ilginç okumalara ve tartışmalara maruz kalıyorum. Eğitim sektörünün içinde olanlar ya da bir şekilde bağı olanlar biliyordur belki, 'geleneksel' sınıf artık tarihe karışıyor! Yuppi! Bu arada geleneksel diye adı geçen geleneksel değil aslında, o yüzden tırnak içinde. Bu sınıf yapısı, endüstriyel 'devrim'den sonra ortaya çıkan fordist üretime dayalı işlere insanları çocukluktan hazırlamak için ortaya çıkmış. Sınıfların oturma planı da fabrikaların seri üretim hattı gibi dizayn edilmiş. Başta ayakta duran öğretmen, tek otorite! Ve karşısında aynı performansı göstermesi beklenen ama daha çok da aynı şekilde davranması beklenen içleri kıpır kıpır, başlangıçta kendileri de kıpır kıpır, sıra sıra çocuklar... Eğitim denen şey çoğu zaman faso fiso. Aslında otoritenin esas hedefi davranış. Hatırlayınız efenim, sınıfa 3 dakika geç geldiğinizde mi müdür muavininin odasına gönderilirdiniz, sınavdan ortalamanın altında bir not aldığınızda mı? Gerçekten öğrenip öğrenmediğinizi mi dert ederdi öğretmenleriniz, yoksa sınıfta nasıl oturduğunuzu mu? Offf neyse, bu konuları konuştukça tadım kaçıyor. İyisi mi ben yine güzel şeylerden bahsedeyim.
Ne diyordum, evet 'geleneksel' sınıf yapısı artık tarihe karışıyor. Pek çok dizayn firması usta-çırak modeline geri dönüyor. 'Tacit knowledge"denen, anlatılmaz çaktırmadan geçer/geçirilir bilginin, sosyal pratiklerde gizli olduğunu keşfeden şirket yöneticileri, sosyal etkileşimi ön plana çıkarıyor. Bazı şirketler Dunbar'ın numerosuna uyup 150'den fazla kişi olduğu zaman yeni bir yer açıyor (bir insanın istikrarlı ilişki kurabileceği kişi sayısı 100 - 230 arası imiş, genelde 150 kullanılıyor. Buna göre sosyal networkünüzü veya köyünüzü tekrar gözden geçiriniz. Amish'ler mesela 35-40 aile oldukları zaman bölünüyorlarmış. Bu arada konuyu feci dağıttım yine :P Sanırım benim de konu ve kelime sayıma bir sınır getirmem gerekiyor. Herneyse.)
Sonuç olarak diyecektim ki, piyasa bu şekilde konuşlanırken, eğitim sektörü de bu olanlardan nasibini alıyor. Çocukları rutin işlerde çalışmak üzere yontmak artık makul karşılanmıyor. Okullara insan yığmak, problemlere yol açıyor. İşsizlilk sorunu giderek büyüyor. Artık üniversite yetmiyor, hatta master, doktora yapanlar bile bazen iş bulamıyor, post-doktora yapıyor [evet sonunda doktoranın da postunu çıkardılar]. Durum böyleyken eğitim sistemi de dönüşüyor. Aslında çok da naif bir dönüşüm değil ama farklı yaklaşmaya çalışanlar da var. Örneğin, dünyadaki alternatif dalgadan feyz alan bazı aktivistler/veliler/eğitimciler de kendi sınırlarını zorluyor ve Amerika'da 'charter school' dedikleri okulları kuruyor, Türkiye'de bu insanlar, Başka Bir Okul Mümkün deyip tüm hızlarıyla çalışıyor. Ve bu değişim geleceğe dair umut veriyor. Ve daha bu konuda yazacak çok şey bulunuyor ancak ben yine bana verilen bu temiz sayfanın sonuna gelmesem de okuycu sabrının sonuna geldiğim için bu tartışmayı şimdilik sonlandırıyor ve diyorum ki çıraklık iyiydi, iyiydi çıraklık :-)
Önemli not: Bu resim sizi aldatmasın! Çırak olan tahmin ettiğiniz minik kişi değil kesinlikle :P