November 9, 2011

Çırak

Çocuk kütüphanesinde staja başlayacağım ya, hemen konuyla ilgili çalışmalarımı hızlandırdım. Geçen gün öğle arasında hikaye anlatımı üzerine bir seminere katıldım. Önce biraz yabancılaştım. Aslında niye yabancılaşıyorsam?!? Ama ne bileyim, hep anlatılır ya eskiden doğal ortamda, doğal olarak anlatılırmış bu tarz şeyler diye. Hatta geçenlerde Bekar Anne yazmıştı blogunda:
"...ne zaman ki bizim toplum çekirdek aileye döndü, işte o zaman bu toplum çökmeye başladı. Ninelerden, dedelerden anlatılan masalları çocuklar dinleyemez oldu, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü yeni nesillere aktarılamadı."
Seminerde baktım ki bu iş, meslek olmuş, dizi dizi kitapları bile çıkmış, ah ah diye iç geçirdim --sanki dedemden nenemden hikaye dinlemişliğim varmış gibi.

Ama artık her şey biraz böyle değil mi aslında? Kurslar, dersler, workshoplar, seminerler,... Hayatı yaşamıyor da okuyor/izliyor gibiyiz yalnızca. Usta-çırak iyiydi. Giriyordun yanına ustanın, bakıyordun, yapıyordun, öğreniyordun ve uzmanlaşıyordun. Sonra da felsefeni yapıyordun usta olup :) Ama ne oldu, toplu eğitim dedikleri şey geldi, 80 tane şeyi aynı anda öğrenicem diye beynin yapısını bozuyorsun. Sonra yok konsantrasyon sorunu, yok ADHD, yok disleksi, diye bir ton 'hastalık' çıkarıyorlar başına, uğraş dur ondan sonra. Halbuki ne demişler, "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli." Sevgili Evren de bir yazışmamızda demişti "hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli" diye. Sayesinde 'yol'larda yürürken daha bir farkında bakmaya başladım etrafıma. Yalnızca doğadaki bitkilere, yapraklara, ormanlara, ağaçlara değil, O'nun yarattığı farkındalık tırnak içerisindeki yollarda da çok işime yarıyor ;)

Neyse, diyecektim ki, hayatta arayıp durduğun, oradan oraya koşup da bulamadığın şey işte bu. Tut ucunu bir şeyin, hakkını vererek uğraş, yap. Sonra ustalaşınca çıraklarına gösterirsin, felsefeni yaparsın. Ama yok, bizde illa bir şey olunacak. Bir vasıftan çok bir titr edinilecek. Daha çok konuşulan, yüksekten atılan o titrin isimleri olacak. Nasıl yapıldığı, hangi vasıfların gerektiğinden ziyade inatla isimleri konuşulacak. I can be anything kitabını o yüzden çok sevmiştim, o büyük isimlerle inceden alay eder gibiydi.

Şimdiki sistemde, bir konuda uzmanlaşmak için ancak doktora seviyesine gelmen gerekiyor. Orda da şanslıysan istediğin --dikkat! istediğini sandığın değil, gerçekten istediğin-- alanda çalışabiliyorsun. Ancak maalesef şu karikatürdeki gibi de olabiliyor bu işler:
En azından bir 10 yıl, en enerjik olduğun, öğrenmeye en açık olduğun rahat bir 10 yıl gidiyor. Oysa ben mesela daha ilkokul 2. sınıftayken seçmiştim kütüphaneciliği --kol çalışması olarak :) Öyle minikti ki sınıf kütüphanemiz; bir de kilitliydi, niyeyse?! Ama hala gözümün önünde sınıf kitaplarımızı özenle koyuşumuz... Aradan 20 küsur yıl geçti, ne oldum? Pardon "ne oldum" demiyorduk değil mi! Tamam düzeltiyorum: ne olacağım? Haaa, kazık kadar olunca böyle diyemiyor muyduk :P Napalım, hayat her zaman istediğimiz gibi olmuyor. Bazı yollar öyle çatallı ki, insan bir girdi mi kaybolabiliyor. Neyse, sonuç olarak önümüzdeki dönem çırak olarak başlayacağım ya, şu anda yok ötesi :)

Bu arada çırak demişken, aldığım derslerde çok ilginç okumalara ve tartışmalara maruz kalıyorum. Eğitim sektörünün içinde olanlar ya da bir şekilde bağı olanlar biliyordur belki, 'geleneksel' sınıf artık tarihe karışıyor! Yuppi! Bu arada geleneksel diye adı geçen geleneksel değil aslında, o yüzden tırnak içinde. Bu sınıf yapısı, endüstriyel 'devrim'den sonra ortaya çıkan fordist üretime dayalı işlere insanları çocukluktan hazırlamak için ortaya çıkmış. Sınıfların oturma planı da fabrikaların seri üretim hattı gibi dizayn edilmiş. Başta ayakta duran öğretmen, tek otorite! Ve karşısında aynı performansı göstermesi beklenen ama daha çok da aynı şekilde davranması beklenen içleri kıpır kıpır, başlangıçta kendileri de kıpır kıpır, sıra sıra çocuklar... Eğitim denen şey çoğu zaman faso fiso. Aslında otoritenin esas hedefi davranış. Hatırlayınız efenim, sınıfa 3 dakika geç geldiğinizde mi müdür muavininin odasına gönderilirdiniz, sınavdan ortalamanın altında bir not aldığınızda mı? Gerçekten öğrenip öğrenmediğinizi mi dert ederdi öğretmenleriniz, yoksa sınıfta nasıl oturduğunuzu mu? Offf neyse, bu konuları konuştukça tadım kaçıyor. İyisi mi ben yine güzel şeylerden bahsedeyim.

Ne diyordum, evet 'geleneksel' sınıf yapısı artık tarihe karışıyor. Pek çok dizayn firması usta-çırak modeline geri dönüyor. 'Tacit knowledge"denen, anlatılmaz çaktırmadan geçer/geçirilir bilginin, sosyal pratiklerde gizli olduğunu keşfeden şirket yöneticileri, sosyal etkileşimi ön plana çıkarıyor. Bazı şirketler Dunbar'ın numerosuna uyup 150'den fazla kişi olduğu zaman yeni bir yer açıyor (bir insanın istikrarlı ilişki kurabileceği kişi sayısı 100 - 230 arası imiş, genelde 150 kullanılıyor. Buna göre sosyal networkünüzü veya köyünüzü tekrar gözden geçiriniz. Amish'ler mesela 35-40 aile oldukları zaman bölünüyorlarmış. Bu arada konuyu feci dağıttım yine :P Sanırım benim de konu ve kelime sayıma bir sınır getirmem gerekiyor. Herneyse.)

Sonuç olarak diyecektim ki, piyasa bu şekilde konuşlanırken, eğitim sektörü de bu olanlardan nasibini alıyor. Çocukları rutin işlerde çalışmak üzere yontmak artık makul karşılanmıyor. Okullara insan yığmak, problemlere yol açıyor. İşsizlilk sorunu giderek büyüyor. Artık üniversite yetmiyor, hatta master, doktora yapanlar bile bazen iş bulamıyor, post-doktora yapıyor [evet sonunda doktoranın da postunu çıkardılar]. Durum böyleyken eğitim sistemi de dönüşüyor. Aslında çok da naif bir dönüşüm değil ama farklı yaklaşmaya çalışanlar da var. Örneğin, dünyadaki alternatif dalgadan feyz alan bazı aktivistler/veliler/eğitimciler de kendi sınırlarını zorluyor ve Amerika'da 'charter school' dedikleri okulları kuruyor, Türkiye'de bu insanlar, Başka Bir Okul Mümkün deyip tüm hızlarıyla çalışıyor. Ve bu değişim geleceğe dair umut veriyor. Ve daha bu konuda yazacak çok şey bulunuyor ancak ben yine bana verilen bu temiz sayfanın sonuna gelmesem de okuycu sabrının sonuna geldiğim için bu tartışmayı şimdilik sonlandırıyor ve diyorum ki çıraklık iyiydi, iyiydi çıraklık :-)


Önemli not: Bu resim sizi aldatmasın! Çırak olan tahmin ettiğiniz minik kişi değil kesinlikle :P 

November 7, 2011

Kütüphane Günlüğü

Çocuk kütüphanesinden daha önce bahsetmiştim. Bizim yavrunun en büyük eğlencelerinden biri, tabii bizim de. Önünden geçerken uğramadan edemiyoruz, kıyamet kopuyor. Hatta evde oynadığı hayali oyunlarda bile kütüphane var. Eline çantasını alıyor, "nereye?" diye sorduğumuz vakit, "kütüphaneye" diyor keratta keratta. Sonra çantasına kitap doldurup onları 'check-out' yapıyor ve eve getirip okuyor. Her hafta bir sürü kitap alıyoruz. Ve bazen acaba kötü mü ediyoruz diye düşündürtse de yavru [gece "kitaap kitaap" diye ağlayıp sabah gözlerini açar açmaz kitap okutur; es kaza kandırıp okumazsak kahvaltıdan önce asla unutmayıp evden çıkana kadar başımızın etini yer; yok eğer yine atlatıp güç bela evden çıkmayı başarırsak, unutmaz keçi, yanına alır kitaplarını, bu sefer arabada başlatır kabusu; "kitaaap kitaaap" diye birimizi -genellikle babayı çünkü beni araba tutar- yanına esir eder ve okula varana kadar kitap okutur \ bir de bunun müzikli versiyonu var, onu da sonra anlatırım ama hala ne "a"yı ne "do"yu öğrenebildi direngeç keçi :P], neyse kısaca, öyle çok seviyoruz ki kütüphaneye gitmeyi, çeşit çeşit programlara katılmayı, ağzında emzikle tüm harfleri eksiksiz söyleyen, ilgiyle anne-babalarının kitap okumasını dinleyen mini minileri izlemeyi, kitap alıp okumayı, film alıp izlemeyi, müzik dinlemeyi, orada karşılaştığımız çeşit çeşit insanlarla sohbet etmeyi, oynamayı, kısacası kütüphaneyle ilgili her şeyi çok ama çok seviyoruz. Eee bize ne bundan biz de bir sürü şeyi seviyoruz ama senin gibi böyle ilan-ı aşk etmiyoruz umuma açık yerlerde diyorsanız siz de haklısınız ama güzel bir haberim var paylaşmadan edemiyeceğim :)

Daha önce de yazmıştım, çocuk kütüphanesi üzerine çalışmak istiyorum diye. Ama danışmanım kabul etmemişti. Bizim bölümde doktora düzeyinde çalışan kimse yok diye. Bunun üzerine epey bir sıkıntı çektim, yeni konular aradım ama hiçbiri içime sinmedi. Sonunda, dedim ki, tek yol doktora çalışması değil. Doktorada başka bir konu çalışsam da kütüphane ile ilgili bir şeyler yapabilirim. Bizim bölümde çocuk kütüphaneciliği ile ilgili "Library Materials for Children and Young Adults" isimli dersi audit etmeye başladım, kütüphanede gönüllü çalışmak için başvuru yaptım ve bir aydır haftada 2 saat çalışmaya başladım. Ve de doktora derecesi için sayılmasa da staj başvurusu yaptım. Ve halk kütüphanesinin çocuk bölümünde staja kabul edildim. Evet işte mutlu haberim buydu: staja kabul edildim :) Tamam, henüz ortada bir şey yok gibi gözükebilir ama önümüzdeki dönem haftada 12 saat olmak üzere toplam 180 saat staj yapacağım ve işi tüm detaylarıyla öğrenmeye çalışacağım; yani ilerisi için umut var :P Ama önemli olan sonuç değil süreç tabii ki! Gelsin şimdi müzikli, yogalı, mum ışıklı hikaye saatleri; film, kukla gösterileri, örgülü kitap sohbetleri [evet bu konuda hala umudum var, görüyorsunuz pes etmiyorum --keçilik ters yönde ırsi olabiliyor muydu :P],  mini mini okurlar, zıplayan bebekler, harika birler, nağmeli ikiler ve daha neler neler :) Umarım dönüşte Türkiye'de de gönlümüzce bir kütüphane bulur, çalışırız kütüphanesever dostlarımızla birlikte. İnanıyorum kitaplarla büyüyen çocuklarla geleceğimiz aydınlık olacak. İnanıyorum buna; inanıyorum tüm kalbimle!

Kütüphanemizin geçen yılki bahar programı
(Büyük hali için buraya tıklayınız)

November 5, 2011

Zumbara

Akılları durduracak kadar kötü olaylar olmaya devam ediyor!!! Sanki tüm kötü damlalar birleşmiş de dalga dalga yayılıyor. Oysa benim temennim tam tersi olmasıydı... Beynim gerçekten dondu, bu kadar olay karşısında ne desem, ne yapsam boş geliyor. N.Ç. davası, KCK tutuklamaları, Van'da yaşananlar, hala savaşlar!!! Neyse ki direniş de dalga dalga yayılıyor! Kadınlar biraraya gelip eylem yapıyor, aydınlar imza kampanyaları düzenliyor, Tunus ve Mısır'da başlayan protestolar dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Önce Yunanistan aracılığıyla Avrupa'ya sonra da Wall Street aracılığıyla Amerika'ya yayılmış olan protestolar bizim ülkemize ne zaman gelecek merak konusu. Sanırım bizim ekonomik krizden önce halletmemiz gereken daha insani sorunlarımız var. Ama eğer Occupy Together hareketi başarılı olursa --ki Wallerstein 68'den bu yana et etkili sistem karşıtı hareket olduğunu söylemiş-- ve bu para sistemi çökecek olursa yandım ben :P Çünkü takas edebileceğim hiçbir yaşamsal becerim yok. İtiraf ediyorum şu fotoğraftaki tüm markaları bildim ve tüm yapraklara uzaylı gibi baktım.


Evren'in yanına mı gitsem çırak olarak, Bitkiler Dünyası'nı mı alıp okusam, ne yapsam? Kuzunun isteğiyle şu dikiş olayına gireyim dedim onu da beceremedim. Benim gibi insanlarla bu dünyanın sonu ne olacak çok merak ediyorum... Neyse ki akıntıya karşı kürek çeken bir sürü insan ve bir sürü hareket var.

Bunlardan bir tanesi de sevgili Ayşegül Güzel'in kurduğu Zumbara, yani zaman kumbarası. Zumbara, para yerine zamanın kullanıldığı sosyal bir değişim hareketi. Aslında, zaman bankacılığı (timebanking) konsepti ilk kez 1980'lerin başında Edgar Cahn tarafından Amerika'da ortaya atılmış. Şu anda 33 ülkede küçük topluluklar içerisinde kullanılan bir sistem. Ayşegül'ün Türkiye'de yaptığı biraz daha farklı; içerisinde sosyal network özelliğini de barındıran daha geniş kitlelere açık bir sistem.

Aslında bu sistemler biraz yabancılaştırıcı gibi gözükse de endüstrileşmeden önce yüzyıllarca varolmuş sistemler. O zaman, kimse kimsenin ne alıp verdiğini, kaç saat servis değişimi yaptığını tutmuyordur tabii. Ancak şu anda da herkesin birbirini tanıdığı küçük komünitelerde yaşamadığımız için bu sistemler işlevsel olabiliyor.

Sistem çok basit. Zumbara'ya üye olup arz ve taleplerinizi girip servis değişimine başlayabilirsiniz hemen. 1 saat istediğiniz bir servis verip, karşılığında 1 saat istediğiniz bir servis alabilirsiniz. Herkesin zamanını eşit kılan bu adil sistemde yok yok. Gitar eğitiminden permakültüre, refleksolojiden iç mimariye, web tasarımından doğal doğum derslerine, ve daha bir çok şey. Mesela, Ayşegül innovasyon metodolojileri hakkında yaptığı bilgilendirme karşılığında evinin avizelerini taktırtıp üzerine de pilates eğitimi almış :) Ama daha da önemlisi bir sürü dost kazanmış bu sistem sayesinde, alternatif ekonomiye gönül veren, dünyayı değiştirmek isteyen bir sürü insan. Daha ne olsun? :)


Zumbara: http://zumbara.com/
Zumbara'nın Günlüğü: http://zumbara.wordpress.com/

October 27, 2011

Çocuklara depremi anlatmak: Yurtdışında bir kütüphaneden kitaplar

"Deprem tüm doğallığıyla bizim düzgün yapmadığımız, düzgün yapılıp yapılmadığını denetlemediğimiz, parasını cebe indirip kendimizi adam sanmamızı sağlayan binaları yıktı. Biz bir kez daha “hazırlıksız” yakalandık, vergilerimizle kurulan kurumlar ve yetkilileri bir kez daha işi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar, biz bir kez daha enkaz altında kaldık. Yetişkinler nasıl bilinçlenir bilmiyorum; belki de bir serum icat etmek gerekiyor ama o işle de biz ilgilenemeyiz. Bizim işimiz çocuklarla, biliyorsunuz...." Devamını Bir Dolap Kitap'ta okuyabilirsiniz...

October 24, 2011

İnsanat Bahçesi

Geçen haftadan beri belki onbeşinci kez yazıyorum ama ne yazsam boş geliyor, kelimeler hep eksik kalıyor. Gerçekten diyecek söz bulamıyorum! Uzakta olunca daha zor oluyor bu tarz haberleri sindirmek. Hala sindirebilmiş değilim, böyle şeyler nasıl sindirilir onu da bilmiyorum gerçi ya... Daha önce insan olmaktan hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Kalakaldım öylece... Şuursuzluk mu bu, başka bir şey mi? Böyle bir ortama nasıl gelindi? Cidden kafam almıyor artık. Endişeliyim! Gelecek için çok endişeliyim. Van depreminde yaşananlar da cabası oldu. Esas sorunun insanlık sorunu olduğunu iyice ortaya çıktı. Bazen hayalini kuruyorum, bir "insanat bahçesi" olsa nasıl olurdu diye. Hayvanların insanat bahçesinde gezdiğini hayal ediyorum... Bir panda, yavrusuyla gelmiş mesela:

- Bak yavrum, bu da böyle bir insan türü...
- İnsanlar nasıl ses çıkarır anne? Ne diyerler?
- Bu türün ne dediği pek belli olmaz yavrum. Dünyadaki en garip türdür. Bir gün insanların ölümüne üzülüp "kan" derler "intikam" diye öterler, ertesi gün insanlar öldüğünde, "hak ettiler" derler sevinirler. Dünyanın en anlaşılmaz türüdür.
- Annecim korkuyorum ben.
- Ben de yavrucum, ben de korkuyorum, gelmişten, geçmişten, bugünden, gelecekten... ama neyse ki hepsi böyle değil insanların. Neyse ki hala birbirinin acısına üzülen, zor gününde yardıma koşanları da var. Ve iyi ki varlar!

Ve evet, bu türü genişletmek ve yaymak için yapacak pek çok şey var. Her yerde yazılmış zaten, belli adresler. Zor zamanlardan geçiyoruz. Zaman zihinsel kafeslerimizden çıkıp bir araya gelme zamanı. "Gerçekten susmamamız ve uyumamamız gerekiyor!"

------------------
Resim kaynak: http://theoperation.bigcartel.com/product/the-operation-human-zoo-signed

October 11, 2011

Alternatif oyuncaklar?

Evet, burada kargocular her şeyi kutu içerisinde getiriyor gerçekten. İşte yine böyle bir gün, 'kutucu'lar bize bir oyuncak getirdiler. Oyuncak almak pek adetten sayılmaz aslında bizim evde. En son oyuncağını ne zaman aldığımızı bile hatırlamıyorum. Yılda 1-2 kezi geçmez sanırım. Bir de doğumgününde hediye gelenler oldu 2 senedir, onların da plastik olanları (yani büyük çoğunluğu) geri dönüşüm merkezinde yerlerini buldu, o kadar.

Ammaaa gelin görün ki, bu anne nedense oyuncak ev konusunu saplantı haline getirmişti bir süredir. T.'yi de zorla kandırdı. "Çocuklar bu tarz oyuncaklarla çok uzun süre oynuyormuş ve çok seviyormuş, hem biz de nefes alırız arada, ayrıca bu bebek evleri çocukların dramatizasyon yeteneğini geliştiriyormuş, hem Amazon kartı da verdiler bana, ilk alışverişte 30 dolar da indirim [kek dediler bu, hemen bağlayalım] vs. vs." diye diye bir sürü dil döktükten sonra baba da razı oldu bu evi almaya.

Fakat anne hastalıklı olmayagörsün! 'Kutucu' evi getirdi, ailecek bu ev bir güzel kuruldu, mobilyalar ve oyuncak bebekler içine yerleştirildi, çocuk sevindi, baba sevindi ama anne üzgün! İçi içini kemiriyor:
- Ne gerek vardı bu oyuncağa! Çocuk güzel güzel hayali oyun arkadaşlarıyla ve çeşit çeşit canavarlarıyla oynuyordu, kendisini şekilden şekile sokuyordu, hatta kahvaltıda önüne konan peynirleri bile konuşturup oynatıyordu midesine doğru yolculuğa göndermeden önce. Ne güzel çadır almamayı başarmıştım, farklı farklı çadırlar yaptık her istediğinde, yeri geldi kendisi yapmaya başladı çadırları, çeşit çeşit. Şimdi bu ev... ve ah kafam!!! Çocuğun yaratıcılığını köreltmek için birebir! İçindeki her şey tamamen stereotip: "Dubleks evimizde 4 kişilik mutlu beyaz ailemizle birlikte lüks içerisinde yaşıyoruz, lala lala la la la" Aman ne güzel(!) Bravo size! 
Ve tabii bana! T. "bir tek oyuncakla çocuğun yaratıcılığına bir şey olmaz" dedi, "ben artık seninle uğraşamayacağım!" dedi, demesine ama ev yine de paketlenip kaldırıldı, yavruya da tatile çıktıkları bildirildi, belirsiz bir süreliğine, evleriyle birlikte. Orta sınıf değil mi ya, çıkarlar çıkarlar, istedikleri yere istedikleri eşyalarla birlikte, istedikleri süre boyunca gider bunlar! [Duyan da "Das Kapital" okuyoruz sanacak çocuğa uykudan önce. "Bak yavrum şu sakallı adam, Karl amcan; sınıf diyor, çelişki diyor... ha yok senin bildiğin sınıf değil bu başka... hayır yavrucum ittirmiyormuş arkadaşlarını; bu sınıf çelişkisi, arkadaşlar arasında olmuyor pek, üst sınıflar yapıyormuş... yok öyle üst değil..." :P]

"Bütün kalbiyle ve elleriyle"
Evet, bir oyuncaktan bir şey olmaz belki ama bunun arkası var, arkasında yatan şeyler var... Ben mi gereğinden fazla düşünüyorum bilemiyorum ama, bir kere gelen bebek figürleri son derece klasik bir aileyi canlandırıyordu. Anne ve kız etek giymiş, baba kıravat takmış, oğlan da klasik oğlan kıyafetleri giymiş, dubleks evleri en klasiğinden mobilyalarla döşenmiş, anne de mutfak kısmında resmedilmişti. Belki bunlar da alternatif şekillerde oynatılabilir, mutfağa hepsi birlikte girebilir, farklı roller canlandırılabilir, vs. tamam ama yine de ters olan bir şeyler var burada. Aslında derdimin ne olduğunu Mumuk Oyuncakçıda kitabını okuduysanız çok iyi anlarsınız.
“Gösteri bitti” diyor yaşlı palyaço.
“Fakat size söyleyeceğim bir iki şey daha var. Oyuncaklar ve çocuklar için çok önemli şeyler. Uzun zaman önce, çocukları çok seven bir marangoz yaptı beni. Çalışırken her zaman çocukları düşünen ve bütün sevgisini oyuncaklara aktaran bir marangoz. Oyuncaklar da marangozdan aldıkları sevgiyi, kendileriyle oynayan çocuklara verirlerdi. 
 Ama artık, oyuncaklar fabrikalarda yüzlerce, binlerce sayıda üretiliyor. Tamamen sevgisiz. Böylece onların da çocuklara verecek sevgileri olmuyor. Çok yazık tabii.” 
[Yazık tabii! Ayrıca bu binlerce üretilen oyuncağın yanısıra, yaratılan tüketim kültürünü ve akabinde oluşan çevre kirliliğini siz düşünün. "A kadın! Siparişi verirken aklın neredeydi" diyorsanız, e siz de haklısınız tabii... ah kafam ah!]

Kitabı bana arkadaşım Şirin önermişti. Onlar çok uzun süre severek okumuşlar, şimdi biz okuyoruz ve çok seviyoruz tüm Mumuk kitaplarını ve Selçuk Demirel kitaplarını. Bu kitap da gerçekten çok katmanlı, çok iyi işlenmiş bir kitap. Bir tarafta çok önemli meselelere değinirken oyuncakların gözünden, diğer tarafta Mumuk'un bebeğini adım adım dikişini görüyoruz. Bizim yavruya sordum geçen akşam, biz de Mumuk gibi dikelim mi bir bebek, ister misin diye, "evet hadi dikelim, şimdi dikelim" diye heyecanlandı bir anda. Hiç denemedim daha önce ama neden olmasın?

TRT 2'de bir program vardı; bir bölümüne rast gelmiştim, dede cevizin üzerine delikler açıp içini boşaltıp sonra ip geçirerek torununa yoyo gibi bir oyuncak yapıyordu. Var mı bu tarz alternatif oyuncakların nasıl yapıldığını bilen, kendisi Mumuk gibi "bütün kalbiyle ve elleriyle" yapmış/dikmiş olan, bu beceriksiz ve ahmak anneye uygun bir öneri sunabilecek olan? Varsa heyecanla bekliyoruz!

October 6, 2011

Pembenin fendi

Eskiden ne pembeyle, ne de maviyle bir sorunum vardı. Ne zaman anketlerde, orada burada en sevdiğiniz renk ne diye sorsalar, mavi derdim. Pembe hiçbir zaman 'en...' kategorisine yükselemedi ama öyle antipati duyduğum bir renk de değildi. Ta ki YavruSu için alışverişe çıkıp böyle ve de şöyle bir tabloyla karşılaşıncaya kadar! Sonra merak etmeye başladım, gerçekten bu renk seçimi doğuştan geliyor olabilir mi diye. Fakat ne benim çocukluğumdan hatırladığım herhangi bir renk hegemonyası vardı, ne de bizim yavrunun bu konuda herhangi bir tercihi. Erkek reonunundan aldığım kareli şortları, tulumları severek giydi yıllarca. Sonra bu yaz bir anda pembe çılgınlığı başladı. Şimdi geçti ama hala süslü püslü parlak şeyleri seviyor. Neden?

Feminist Philosophers blogunda gördüğüm bu araştırma gayet güzel anlatıyor nedenini: How Do We Predict the Future: Brains, Rewards and Addiction (Geleceği nasıl öngörüyoruz: Beyin, Ödül ve Bağımlılık):



Kısaca özetleyecek olursam, renk tercihi ödülle şekilleniyor.

Ödül mekanizması
Karl Von Frisch adlı araştırmacı, arılar üzerine çeşitli çalışmalar yapmış ve arıların renkleri seçebildiğini, kokuları hatırlayabildiklerini ve dahası buldukları o özel çiçeğin yerini arı dansı yaparak kovandaki diğer 'arkadaşlar'ına anlatabildiklerini keşfetmiş. Arıların hafızası çok güçlüymüş ve tek bir seferde %80 doğrulukla öğrenebiliyorlarmış [Dersi derste öğreniyorlar yani].

Herneyse; Karl Von Frisch, arılarla enteresan bir deney yapmış. Yuvarlak kaplara su koymuş, sadece birinin içerisine şekerli su. Arının biri ilk gün hemen keşfetmiş bunun yerini, mavi bir plakanın üzerinde duruyormuş. Ve hemen gitmiş dans ederek arkadaşlarına anlatmış bu durumu. Ertesi gün kovan ahalisi topluca gelmiş ve tahmin edin ilk önce nereye bakmışlar? Evet, şekerli suyun olduğu mavi kaba ama orada şekerli su yokmuş. Bu durumda, mavi renk ödülle özdeşleşmiş. Bu araştırmadaki renk kırmızı da olabilirdi, yeşil de, pembe de. Yani, aslında rengin bir önemi yok, önemli olan getirdiği ödül diyor Frisch. Arılar için şekerli su, bizler için belki iltifat, çocuklar için ilgi ve sevgi.

Bu araştırma neden bazı kültürlerde pembe rengin cinsiyet konusunda belirleyici olmadığını gösteriyor sanırım. Bulunduğumuz kültürde bir erkek olarak şu yandaki resmin içinde duruyorsanız vay halinize! Çoğunluk büyük ihtimalle "kalk len oradan, kız gibi olmuşsun, yakışır mı erkek adama!" gibi ifadelerle paylayacaktır sizi. Öte yandan pembeler içerisinde bir kız çocuğu iseniz, "ay ne şeker" diye sevilme ihtimaliniz oldukça yüksek. Eee çocukların da sevdiği bir şey değil midir ilgi ve sevgi! Bir nevi ödül mekanizması gibi işliyor yani.

Yalnızca çocuklar mı? Sosyal networklerde yer aldıysanız "like" ya da "follow" butonunun üzerinizdeki etkisini düşünerek ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Ya da bloglardaki yorum mekanizmasını! Bunlar herkesin hoşuna gidebilecek, güzel şeyler; bir nevi ödül yani.

Bağımlılık mekanizması
Fakat Terry Tejnovski'nin (bir önceki yazıda videoada konuşan bilim insanı) söylediğine göre bu aynı zamanda beyindeki bağımlılık mekanizmasını da aktive eden bir durum. Arılarınkine benzer bir mekanizma bizim beynimizde de varmış. Ve bu mekanizma arılarda octopamine bizde dopamine salgılanmasını sağlıyormuş. Bu dopamine de yaşamamızı sağlayan çok önemli bir hormon. Wikipedia'nın söylediğine göre pek çok şeye sebep: davranış, biliş, bilinçli hareketlerimiz, motivasyon, ödül ve ceza, prolaktin üretimi (süt salgılanmasına ve cinsel haz almamıza sebep olan hormon), uyku, mod, dikkat, çalışan hafıza ve öğrenme. Kısaca yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şey.

Bir de Serotonin varmış, buna benzer, nam-ı diğer mutluluk hormonu. Maymunlarda yaptıkları ölçümler sonucunda görmüşler ki Serotonin seviyesi yüksek olan maymun, topluluğun lideri oluyormuş. Alt seviyelerde bulunan bir maymuna Serotonin seviyesini yükseltmek için ilaç vermişler ve birkaç hafta içinde statüsü yükselmiş, ve sonuçta topluluğun lideri olmuş. Verdikleri ilaç da Prozac'mış. Serotonin seviyesi düşük kişiler yenileceklerini bile bile kavgaya tutuşuyor ve uzun vadeli düşünemiyorlarmış, sonucunu yıllar sonra görecekleri bir şey için fedakarlık yapamıyorlarmış [anlaşıldı neden şu paperı hala yazamadığım, ya da tam tersi, paperı yazamadığım için stres olup nasıl serotonin seviyemi düşürdüğüm]. Serotonin eksikliği aynı zamanda depresyon, anksiyete, uyku bozukluğu, yeme bozukluğu, kendine güvensizlik gibi pek çok şeye de sebep oluyormuş. Serotonin seviyesini düşüren şeylerden bazıları da: stres, uykusuzluk, yetersiz güneş ışığı, pestisitler ve kimyasallar, yetersiz beslenme. Tam bir kısır döngü yani!

Bağımlılık yaratan şeyler genelde dopamine ve serotonine çalışıyormuş. Tabii beyin, dopamine ve serotonin seviyesini sürekli yüksek tutmak için bu maddeleri tekrar tekrar sorar hale geliyor ve kısır döngü içerisine girip bağımlı dediğimiz kişilik ortaya çıkıyormuş. İçki, sigara, kumar vardı eskiden, şimdi baktım FBLA diye bir şey var: Facebook Liking Addiction (Facebook Beğenme Bağımlılığı). Yakında TFA çıkar (Twitter following addiction), sonra ILA, GP+1A, etc. Bloglar bence biraz daha farklı. Yorum yazmak güzel şey ama eminim çoğu blogcu zaten yorum yazılmasa da yazmaya devam edecektir, bunu çoğunlukla yazmayı sevdikleri için yapıyorlardır [Siz istemeseniz de yazacağım yani, kurtuluş yok :P]

Mutluluğun sırrı
Peki nedir Serotonin'i yükseltmenin, Dopamine dopinglemenin sırları? Prozac gibi ilaçlar değil şüphesiz. Çünkü basit bir mantıkla bu sefer de bu ilaçların bağımlılık yaratacağını görmek zor olmasa gerek. Çikolata diyorlar ama o bir yere kadar... Sonuçta şeker ve daha başka pek çok katkı maddesi var çoğunda, bir tarafı yaparken diğer tarafı bozuyor. Kaldı ki yenilen besinlerin direkt etkisi olmuyormuş. Egzersiz diyorlar; ve gerçekten bisikletle okula gittiğim ya da öğlenleri yüzmeye gittiğim günlerde kendimi ne kadar iyi hissettiğimi hatırlayarak onaylıyorum bu öneriyi. Ama egzersiz yaşamın bir parçası değilse, yani avcı-toplayıcı değilseniz ya da yaşadığınız çağda veya şehirde motorsuz taşıtlar pek tercih konusu olamıyorsa, o totoyu sıcak koltuğundan kaldırıp oradan oraya sallamak kolay olmuyor her zaman. Zaten termodinamiğin yasalarında yazmıyor muydu, atom bu, minimum enerji, maksimum düzensizlik ister diye. Hal böyleyken, yani insan da atomlardan oluşan bir organizma iken, gel de spor yap durduk yerde! Olacak iş mi?!? İşse evet aslında. Yalnızca spor değil tabii ki; yaptığınız iş, her ne ise, kendinizi kaptırıp saatlerce konsantre olabiliyorsanız, çalışırken yemek yemeyi bile unutabiliyorsanız, tamamdır. Sizi mutlu eden neyse onu yapmaya devam edin. Mesela ben yazma sürecini seviyorum. Her ne kadar çok geri plana atmış olsam da müzik yapmayı da seviyorum. Başka pek çok şey var sevdiğim. Sanırım üretim süreçleri genel olarak mutlu ediyor insanları. Ve genelde sürecin kendisi, ortaya çıkan sonuçtan çok daha önemli oluyor bu tarz işlerde. El işleri, ekim dikim, çizim, boyama, yazma (blog, kitap, program, etc.), oyun yapma, dans etme, müzik yapma... Facebook'ta bir şeyleri like etme :P Şaka bir yana sosyal networklerle de mutlu olunabilir, bağımlılık her zaman kötü olmak zorunda değil. Hele içer-döver türüyle karşılaştırılınca sosyal network bağımlılarının durumu peri masalı gibi bence. Ama eğer bağımlı olma durumu, başka şeyleri etkiliyorsa ve bu sizde mutluluk yerine sıkıntı yaratıyorsa, o zaman tehlikeli olabilir, dikkat, böyle bir durumda paragraf başına dön _↑ 

Sonuç olarak
Ne diyordum, nereden nereye geldim! Evet, pembenin fendi... Herkes ona 'şeker kız Candy' kıyafetleri giydiğinde gözlerini kısıp ağızlarını kocaman açarak, 'aaaw pretty!!!' ya da 'ayyy ne tatlı olmuşsun!!!' derse, o da bir dahaki sefere kıyafet seçerken bu tepkilerden etkilenebilir; doğaldır. Tabii ki önemli olan kıyafet veya renkler değil aslında. Bugün kıyafet, yarın beden, diğer gün davranış, ve nihayetinde düşünüş...Aslında belki de 'toplumun fendi' demek daha doğru, kimbilir!