February 22, 2010

Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik

Dediğim gibi, geçen hafta yoğun geçti, gerçi bebiş doğduğundan beri hangi hafta geçmedi ki! Ama bu hafta "aman sınavım var, paperım var, bu seferki çok önemli" diye T.yi de telaşa verdim. Hoş, kendisi pek telaş adamı değildir ya, benim yüzümden araştırması sekteye uğradığı için o da dertlendi biraz. Üstüne bir de ikili münasebetlerimiz bebiş doğduğundan beri y=-x^2 grafiği şeklinde seyreylediğinden, 2 hafta önce aldığımız önlem paketini de hayata geçiremedik veee... Bu kadar, gerisi yok.

Yok, boşuna okumayın artık, başka şeyler yazdım :) Valla öyle! Ama bence, T. için, bu işin iyi yanları da oldu. Bebiş yattıktan sonra çok güzel belgeseller izledi akşamları; hatta bana da anlattı geçen bazılarını; mesela karıncalar 50 milyon yıl önce antibiyotiği keşfetmişler, insanlar dışında çiftçilik yapan tek hayvan grubuymuş, üstelik organik tarım yapıyorlarmış :) Amazon ormanlarında yaşayan bu karıncalar, sindiremedikleri yaprakları, kurdukları mantar çiftliklerine taşıyıp mantarlara sentezletip artıklarını ikincil ürün olarak yiyorlarmış, ve bu çiftliğe zararlı bakteriler musallat olamıyorlarmış. Çünkü efendim bir doktora öğrencisi açığa çıkarmış ki, bazı karıncaların üzerinde gözlemlenen beyaz lekeler aslında antibiyotikmiş, bunları çiftlikten çıkardıkları zaman, anında bakteriler basıyormuş orayı. Bu arada YavruSu kendi yemeğini kendisi yemeye başladığından beri biz de karınca besliyoruz evde evcil hayvan niyetine; ama bizimkilerin öyle çiftlik kurmasına falan gerek yok, YavruSu zaten küçük parçalara bölünmüş organik besinlerle besliyor onları ;)

Sonraaa, T. bir de ev işleri ve çocuk bakımı alanında epey uzmanlaştı diyebilirim; çok da güzel meziyetler edindi. Harika ekmek yapıyor mesela, fırın falan açabilir; çok güzel yoğurt yapıyor (bu arada mutlak tarif bulundu, duyurulur), yemek, temizlik, bebek bakımı, alışveriş,... bir de arada vakit bulduğunda matematik yapıyor. Şaka bir yana ev işleri ve çocuk bakımı ikilisi dünyayı 2 kat hızlı döndürecek kadar güçlü bir çekim uyguluyor. İçine girdiğiniz zaman, kolay kolay bir daha çıkamıyorsunuz. Bir de üstüne üstlük aklınızı kaybediyorsunuz.

Gerçekten! Arkadaşım Yeşim söylemişti, yapılan bir araştırmaya göre, çocuk doğduktan sonra, anne babaların IQ'su düşüyormuş. Hakikaten öyle oluyor, benim düştü yani; öyle böyle değil! Hele ilk yıl, limit sıfıra doğru giderken benimki de artarak azalıyordu 3. bölge civarlarında, 3. dereceden kafayı sıyırmıştım, bebiş henüz 3 aylıktı da ilk kez dönmüştü; benim bir göbek atmadığım kalmıştı sevinçten. Hemen kameraya çektim, annemlere, akrabalara gönderdim; herkesle bu dünyaca ünlü olayı paylaşmak istedim:
"Kızımız olimpiyatlarda dönme rekoru kırdı da... Evet olimpiyat. Efendim? Yok 0-6 ay bebekler arası dönme olimpiyatları. Hayır efendim, kendisi henüz 3 aylık. Döndü efendim. Hayır bir yere gitmemişti. 3 aylık bebek nereye gitsin ki? Yüzüstü yatıyordu da sırtüstüne döndü. İşte burda ispatı. Beni Bakırköy'e göndermek için mi kullanacaksınız o videoyu. Yo yoo, bir yanlışlık oldu herhalde, hayıııır!"
İşte aklımı böyle kaybetmiştim. Şimdi düşününce, e böcek değil ya, dönecek elbette, ha 3 aylık ha 5 aylıkken, ne önemi var diyorum. Diyorum ama insan kolay kolay farkedemiyor o zaman. Etraftan o kadar çok bombardıman var ki, çocuğunuzun neleri ne zaman 'başaracağı' konusunda. Şu kadar aylıkken ellerini kavuşturur, bu kadar aylıkken oturur,... aman ne enteresan! Hayır, çocuk aynı zamanda amuda kalkıp, Shakespeare'den tiradlar okusa tamam, amenna; hemen kamera kaydı almalı, her yere yazmalı, boy boy ilan vermeli o zaman:
Anne-babayla yapılan röportajda [fotoğrafta onlar da amutta röportaj veriyorlar mesela] bu durumu gayet normal karşıladıkları gözlendi. Anne Ş. şöyle dedi: "Amuda kalkmak mı, oturmak mı, işte bütün mesele bu."
İşin şakası bir yana, "bugün şunu dedi, sonra bunu yaptı" gibi zaten her insanoğlu ve insankızının her daim söylediği/yaptığı şeylere odaklanınca, IQ denilen şeyden ne iz, ne de eser kalıyor. Evet böyle ilkleri yaşamak da güzel, ama bunun ötesinde de bir dünya var, sizin de içinde olduğunuz bir hayat var; hoş, siz olmasanız da akıp gidiyor, o ayrı.

Geçen hafta yazamamamın sebeplerinden biri de buydu işte. Cynthia Peters'ın "Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik" yazısını okumuştum. Önce Znet'ten İngilizcesini okudum, sonra arkadaşım N. Türkçe çevrisini gönderdi; en az 3 kez okumuşumdur herhalde. Bu makale beni epey salladı sarstı ve de deriiiin düşüncelere gark etti; farkında olmadan çemberin içine öyle bir girmişiz ki... dedim ya, güneşten bile güçlü bir çekim gücü var diye. Aman dikkat!!! Demedi demeyin; kapılıp gidersiniz valla...

February 19, 2010

Yarın da mı geliceeez?


Sevgili günlük,
Seni bu aralar biraz fazla boşladım, lütfen kusuruma bakma. Sağolsun lise yıllarında 7-24 arkadaşım olan M. söyledi de kendime geldim. Ne yıllardı :))) Sen daha yoktun o zaman, biz M. ile bütün gün birlikte olduğumuz yetmezmiş gibi, gece evimize döndüğümüzde de saatlerce telefonla konuşurduk. Babam bu işe çok şaşırdı, "merak ediyorum, ne buluyorsunuz o kadar konuşacak" diye (bu anne-babaların çocuklarına şaşırma olayı her daim devam ediyor yani).

M.nin annesi, sevgi ve neşe kaynağı bir insandı, aynı zamanda da muhteşem yemek yapardı. Aslında yemek denen şeyin gerçekte ne olduğunu onlarda görmüştüm:) Bizim zamanımızın ilkokul yıllarında herkesin anne-babası (ideal olarak babası yani ;) sırayla yemek getirirdi ya, bizim annemiz hep pastaneden alırdı. "Hazır yapılmışı var" kuşağının baş temsilcilerinden biri oldu sonradan kendisi. Tabii ben M.nin annesinin lezzetli yemekleriyle tanışınca, dünyanın sunduğu bu hazza dayanamayıp hamilelikte bile yanına yaklaşamadığım kilo rekorumu kırmıştım: 70! Ben böyle rekora koşarken M. her zaman incecikti; ben koca popomu örtmek için hep uzun t-shirtler giyerken, M. hep iki dirhem bir çekirdek şeklinde dolaşırdı. Ve biz hep konuşurduk, 7/24 konuşurduk. Velhasıl kelam, birbirimizi güzelce tamamlayarak, mutlu mesut yıllar geçirdik. Sizi seviyorum M. ve ailesi :)))

Aslında bu kilo konusuyla (M.nin annesinin hiçbir ilgisi yok tabii ki), bu hafta bu blogu neden boşladığım konusu pek örtüşüyor. Bir neden daha var kiiiiii --onu da sonra anlatırım deyip olaya heyecan verdikten sonra bugünki konuma geri döneyim.

Şöyle ki, lise son sınıfta her öğrenci gibi ben de üniversite sınavlarına hazırlandım. Bu sistemin sonucunda yaşadığım işkenceler, girdiğim bölüm, evdeki "ye kızım kafan çalışsın ya da aklın yemekte kalmasın da çalış" teşvikleriyle 1 sene içerisinde her yerimi çatlatacak kadar kilo almam değil asıl sorun. Daha diplerde yatan başka bir sorun vardı bu sistemin getirdiği, başka bir psikoloji vardı benim huharcasına yemeğe sığınmamın altında: başarılı olma kaygısı!!!

Lisede 90 aldığında ağlayan, "gıcık mısın?!" dedirten tiplerdendim ben. Hoş, üniversitede aldığım 4'ü bile takmadım o ayrı. Gerçi sınavın ortalamasının 100 üzerinden 12 olduğu düşünülünce o kadar da kötü bir not değildi, yani bir bakış açısına göre ortalamanın sadece 8 puan altındaydım ;) Üniversitede başka hayallerim vardı, seçtiğim bölümün bana göre olmadığını daha ilk yılımda anlamıştım, o yüzden derslere pek uğramadım. Üniversiteye girmeden önce matematiği çok severdim, hatta yaz tatilinde bile sırf zevk aldığım için geometri soruları çözerdim. İlkokuldan beri hep "matematikçi olacak bu kız" diye hocalarım tarafından poh pohlandım. Tüm bu yönlendirmeler sonucunda da ilk tercihimi matematikten yana yaptım. Ama BÜ matematik bölümüne girdiğimde, tanışma toplantısında profesörlerin söylediği ilk şey, bu zamana kadar gördüğümüz şeyin matematik olmadığı oldu(!) O zamana kadar, yani 12 yıl boyunca, sadece uygulama yapmışız, ama esas olay teoriymiş --axiommuş, teoremmiş, ispatmış! Nasıl yani??? "Eee ben matematik diye geldiydim, geri de gidemem, hayır yapamam, 1 sene daha öyle bir tempoda çalışamam, hatta artık hiç çalışamam, bu bir kabus olmalı" deyip hayatımın ikinci aşkı müziğe yöneldim. Ama gel gör ki bu 'başarılı olma kaygısı' komadı beni, döndüm bitirdim bölümümü. Üzerine de bir master yapıp doktoraya başladım Indiana Üniversitesi bilgi bilimi bölümünde.

İşte bu hafta da bahsettiğim başarı kaygısının esiri oldum yine. Bir paper artı bir sınavım vardı, deli gibi çalıştım. BÜ'deki profesörlerim görseydi, ağlarlardı herhalde :) Keşke ders konusundaki hırs, başka şeylerde de olsaydı. Hayır, mesela para konusunda birazcık hırslı yetiştirselermiş beni, somut bir getirisi olurmuş bari ;) Şimdi ne başımız göğe eriyor, ne de içimiz rahat iki satır yazı yazabiliyoruz blogumuza. Bu yüzden YavruSu için unschooling olayını ciddi ciddi düşünüyorum. Okullu falan olmasın, sınıfları doldurmasın yani.

Çok sevdiğim başka bir arkadaşım İ. anlatmıştı; öğretmenlik yaptığımız okulda bir öğrenci, okula başladığı ilk gün, öğretmeni "İşte bugün bunları bunları öğrendik, yarın da şunları şunları yapacağız" diye anlatırken, çocuk gayri ihtiyari: "Yarın da mı geliceeez?" demiş :) Muhtemelen çocuğun yarınları için yapmayı planladığı çok daha güzel şeyler vardı ama kimbilir neler oldu okulda???

Örneğin benim hayalim dansöz olmaktı. Evet DANSÖZ :) Çocukluğum Edirne'de geçtiği için dans adına gördüğüm tek şey Roman dansı oldu. Bale veya modern dans gösterileri yerine, gittiğimiz düğünler ve yemeklerdeki sahne sanatlarını izledim ben; baş rolde de dansözler vardı hep. Çok severdim ben de göbek atmayı, hala da severim, çok mutlu olurum dans ederken :)))

Bir başka örnek de kardeşim. Kendisi, Bornova Anadolu Lisesinden mezun olup Boğaziçi Üniversitesi elektrik elektronik mühendisliği bölümüne girmiş, çok iyi bir ortalamayla mezun olduktan sonra da Amerikanın mühendislik alanında en iyi üniversitelerinden birinde bilgisayar-elektronik mühendisliğinde doktora yapmaya ve aynı zamanda da bilgi bilimi bölümünde çalışmaya başlamıştır. Ne sükseli değil mi ama! Her zaman da çok 'başarılı' bir öğrenci oldu. Ama ne zaman mutlu olduğunu sorarsanız, elektro gitarı sırtında, grubuyla konser vermeye giderken ya da hafta sonu sabah 5'lere kadar tango yaptığında, gözlerinden yayılan ışığı ve enerjiyi görseniz anlardınız derim. Gerçi, başka bir örnek eşim de, matematik yapmaktan mutlu oluyor --böyle cins insanlar da var yani ;) Şaka bir yana, demek istediğim başka. Demek istediğim şu:

(Yine Ken Robinson, yine şu video) Neden dünyanın her yerinde eğitimde aynı hiyerarşi var: en başta matematik (onun da teorisi yok malesef, sadece yüzeysel uygulaması), sonra diller. Oysa dans da çok önemli, bir öğretmen de dans ederek öğretse, farklı vücut kullanımlarını gösterse, çocukları güzel gösterilere götürse, sınıfta izletip yalnızca sözlü değil, vücutsal tartışmalar da yapsa... İlla bunun için dans akademisine veya konservatuvara gitmesine gerek yok, çok ilgilenirse devam eder; ama matematik veya dil ne kadar önemliyse, dans da, müzik de, ve tüm sanatlar da o kadar önemli. Picaso, "her çocuk sanatçıdır" demiş. Ancak sorun, çocukların büyüdükten sonra da sanatçı kalabilmesinde.

Dolayısıyla çocuklarımızın "yarın da gidecekleri" yerler konusunda çok daha iyi düşünmemiz gerekiyor.

February 8, 2010

Bebek Kitapları - 1. yıl

Ve geldik listemizin en iyi on kitabına :) Daha çok Türkçe kitap olmasını umardım ama geçen yazıda anlattığım sebeplerden ötürü, bu listede yalnızca bir tane çıktı. Yazdan sonra artacak umarım. 1. kitap dışındaki tüm kitaplar Amazon'a linkli, kitapların içeriklerini görmek isterseniz başlıklarına tıklayınız. 2. yıl kitapları için de buraya

1. Ayağına Diken Batan Süper Karga / Selçuk Demirel:
"İşte size süper karga
Ormandaki ağaçlarda
Şarkı söylüyor bağıra bağıra
Baksanıza şuna!
Yaramazlık yapa yapa
Diken batmış ayağına
Uf uf, gak gak..."

Bu kitap, 2-7 yaş için öneriliyor ama bence bebekler için de zevkle okunabilecek bir kitap. Daha önce bahsetmiştim, çok küçük bebeklere kitaplar vasıtasıyla kelime, örnek davranış öğretme kaygısıyla yazılmış kitaplar yerine belli bir ahengi olan kitaplar okumak çok daha iyi. İngilizce'de Dr. Seuss'un böyle çok kitabı var, Türkçe için de arkadaşım Selçuk Demirel'i tavsiye etmişti, Nazım Hikmet tarafından yazılan Süper Karga'nın öyküyüsünü kafiyeli bir şekilde yeniden kaleme almış ve resimlemiş. Biz severek okuduk, YavruSu da severek dinledi, "gak" da ilk söylediği kelimelerden biri oldu :)

Not: Kitapta Süper Karga'nın dost olduğu bir koyuncuk var, onu emanet ettiği aile, koyuncuğu düğün yemeği yapıyor. Koyunun kesilmesinden bahsedilmiyor ama "koyuncuğun etiymiş en lezzetlisi de" diye bir cümle geçiyor. Bu konu üzerine çok düşündük, belki Nazım Hikmet'in yaşadığı dönemde daha sıradan karşılanabilecek bir olaymış ancak şu anda bir hayvanın yenilmesi, ya da yenilse bile bunun çocuk kitabına konulması çok mantıklı gelmiyor olabilir. Şu anda bebişle karganın emanet ettiği arkadaşının yenilmesi üzerine bir tartışma yürütecek durumda değiliz. Ama vakti geldiği zaman bu konu çeşitli şekillerde konuşulabilir: karganın emanetine olan yaklaşımın etik olup olmadığı, yaşam döngüsü üzerinden neden insanların et yediği, ya da yememeyi tercih ettiği, farklı beslenme alışkanlıkları ve daha birçok şey.




"We've got the whole world in our hands
She's got the sun and the moon in her hands
He's got the mountains and the valleys in his hands..."

Bebeklere okunacak/söylenecek başka bir tür de şarkılı kitaplar. Bizim bebişin en sevdiği Whole World şarkısı. Çok basit bir ezgisi var, öyle ki bazen bizi bayabiliyor ama bizimki gibi araba yolculuklarını hiç sevmeyen, 5 dakikada olayı trajedi haline getiren bebişler için birlikte yolculuk yapmanın tek yolu bunlar oluyor :) Neyse ki müzik düzenlemeleri kaliteli.
Kitap, şarkının sözlerine uygun bir şekilde illustre edilmiş, her sayfada dünyayla ilgili bir şeyler resmedilmiş (göller, ovalar, kuşlar, ağaçlar, denizler, balıklar, vs.) Çevreci bir teması var. Kitabın arkasında daha büyük çocuklara okunabilecek çevreyle ilgili güzel bilgiler var. Ve en güzeli de ders verir şekilde değil, gayet yalın ve bilimsel şekilde anlatılmış olması.




"Bear goes to town every day. He likes to walk all the way. On Monday, he goes to the bakery. On Tuesday, he goes for a swim...."

Bu kitabı geçen hafta kütüphaneden almıştık ve bizim YavruSu kitabı görür görmez aşık oldu gibi bişey oldu :) Sabahın 6, 6 buçuğunda kalkıp bu kitabı okutmacalar, ilk kez çıplak olarak tuvalete bu kitapla oturmacalar... Bir de yine ilk kez baştan sona kendi kendine okuduğu kitap bu oldu, el kol hareketleriyle, daha önce duymadığımız bir dilde :)
Kitapta resmini görmüş olduğunuz ayı kardeş yürüyüş yapmayı çok seviyor. Pazartesi fırına, Salı günü yüzmeye, Çarşamba günü sinemaya,... böyle hergün farklı bir yere gidiyor, geziyor da geziyor. Özel bir konusu yok ama çizimler çok başarılı. Sonunda bir de harita var, gittiği yerleri gösteriyor. "Aaa burdan çıkıp da buraya gitmiş" diye bakıyoruz arada ama daha erken bizim için. Sanırım bu da çocuğunuzla birlikte birkaç yaş yaşlanabilecek kitaplardan. Bir de ayının erkek olması ama kolunda sepeti ve çiçekleriyle resmedilmiş olması da kitabı ayrı bir alternatif, ayrı bir sevimli kılıyor. Son olarak da bir spoiler vereyim: yüzme mayosu çok başarılı :)))




Bu da bizim YavruSu'nun favorilerinden. Flap book diyorlar, Türkçesi kulaklı kitapmış. Aslında ben illüstrasyonlarını çok sevmedim ama bizim bebiş bayılıyor, gerçi sanırım bu kapakları/kulakları açma olayı cazip geliyor, altından ne çıkacak diye, defalarca açıyor. Sonunda gerbili bulunca da "cobaaa" diye seviniyor, ama her seferinde :)))
Amazon'da biraz pahalı; biz ikinci el almıştık, gayet güzel kullanılmıştı. Bebişin 'daha ne kadar açılabilir acaba bu kapaklar' deneyleri sonucunda biraz incindi ama bantla icabına baktık, hala okuyor.









Bundan geçen yazıda bahsetmiştim aslında ama bu yazının bütünselliği açısından tekrar etmek istedim.
Kitap İngilizce ve 4-8 yaş için öneriliyor ama bence bebeğinize de okuyabileceğiniz, resimlerini gösterebileceğiniz güzel bir kitap.

-"Kapat gözlerini" diyor anne kaplan... amaa küçük kaplancık uyumak istemiyor, o yüzden de başlıyor türlü türlü bahaneler bulmaya. Önce, "Gözlerimi kapatırsam gökyüzünü göremem ki" diyor. "Tabii ki görebilirsin, hatta çeşit çeşit şekillere bürünmüş bulutların yanında uçtuğunu, ayın kucağında sallandığını bile görebilirsin" diyor annesi. Sonra "ama gözlerimi kapatırsam hışırdayan yaprakları nasıl görücem?" diyor. Annesi de ona çok güzel yapraklar olan bir ormanı tasvir ediyor, orda arkadaşlarıyla oynayacağı oyunları... ve bunların hepsini rüyalarında görebileceğini anlatıyor. Böyle devam ediyor. En sonunda "ama gözlerimi kapatınca karanlık oluyor, korkuyorum" diyor küçük kaplancık. Annesi de ona şöyle diyor:
-Karanlık yalnızca aydınlığın öteki yüzü, rüyalardan hemen önce gelen yer...




Bu kitabı henüz okumadık ancak buraya koymayı çok istedim. Sipariş verdim, gelince güncelleyeceğim. Neden istedim? Çünkü bisiklet olduğunu görünce çok heyecanlandım. Geçen gün kütüphaneye gittiğimizde bebişin ordaki trenlere ilgi gösterdiğini gördüm, öyle ki kendinden büyük çocukların ellerinden trenlerini kaptı kaçtı; böyle oynamıyoruz, paylaşıyoruz dedim ama hiiiç. En iyisi oyuncakçıdan tren veya araba alayım diye düşünürken, neden hiç bisiklet yok, alternatif bir ulaşım aracı olarak teşvik edilmesi çok önemli oysa diye düşündüm, hele de geçen yazıda bahsettiğim Bir Dolap Kitabın yazarlarından Yıldıray'ın blogundaki 2009 Yılı Yaratıcılıktan En Uzak Sinirli Şoför Ödülü yazısını okuyunca! Uzun bir bisiklet arayışına giriştim, oyuncak araba gibi elde tutulabilen, 2 veya 3 tekerli basit bir bisiklet. Malesef bulamadım; ne Target'ta ne de Amazon'da. Bir tane gönlüme göre Ebay'de buldum ancak o da çok pahalıydı almadım. Sonra bugün bu yazıyı hazırlarken bu kitapla karşılaştım, yorumları okudum, örnek sayfalara baktım ve işte bu dedim:) Şimdiden çok sevdim. Gelince bir yorum yazarım buraya. Şimdilik böyle.

* * *
Bir de 'bottom ten'imiz var, daha doğrusu tenlerimiz var :) Geçen yazıda bahsetmiştim, tekrarlamayacağım ama iki kitap ve bir de türü var kiii, beni kızdırarak okutan, okurken kızdırtan (!)... bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim. Top ten'in kalan 4'ü de bunlara alternatif olarak gelecek zaten.
* * *

I) Pisi Kedi Nam Nam: Çocuğunuza sağlıklı yemek alışkanlıkları kazandırmak istiyorsanız, bu kitabı kesinlikle almayın, çünkü Pisi Kedi'nin yediği 'yemek'ler: jöle (???), çikolata, makarna, pasta (!!!). Tamam bunları da yesin arada ama bütün kitap da böyle olur mu ya??? Yiyeceklerle ilgili bir kitap edinmek istiyorsanız, Eric Carle'ın The Very Hungry Caterpillar'ını önerebilirim.


Bu kitapta da 'zararlı' kategorisinde olabilecek yiyecekler var aslında ama çok daha azınlıkta. Bir de hikayesi var kitabın; esas karakter tırtılın yaşamdöngüsü anlatılıyor: yumurtadan çıkıp hergün daha fazla şey yeyip büyüyerek kozaya dönmesi ve sonra da güzel bir kelebek olması. Carle böyle döngüsel hikayeleri seviyor. Bir de minik deliklerle sayıları canlandırmışlar: 1. gün 1 elmanın içinden geçiyor tırtıl ama doymuyor, ikinci gün iki armut, 3. gün 3 erik, diye gidiyor. Anlasın öğrensin kaygısıyla değil ama meraklı küçükler için parmaklarla içinden geçirme, arkasından bakma gibi, deneyler yapmaya müsait.



II) Diğer sinirlere zararlı kitabımız "Cemile Çinli ve Zenci Arkadaşlarını Seviyor": Cemile serisinin diğer kitaplarını bilmiyorum ama bu kitap son derece kötü. Sadece çevirisi değil kötü olan, daha kötüsü sahte duyarlılıkla yazılmış, her sayfadaki ders verir nitelikte olan diyalogları. Zaten zenci kelimesini kullanması nasıl bir bakış açısıyla yazıldığını deşifre ediyor aslında. Kitaptaki ana karakter tabii ki 1. dünyalı ve "zenci" arkadaşlar da melez --renkler de yumuşatılmış yani!!!

Eğer çocuğunuzun başka kültürleri tanımasını istiyorsanız çok güzel kitaplar var. Biz Animal Boogie'yi almıştık, yine bir Barefoot Books kitabı --ailecek çok seviyoruz bu yayınevini :))) Zaten ilk 10'un dördü de burdan. Başka kitaplar da var tabii bu tarzda; hatta henüz almadık ama bu kitabı ve şu kitabı merak etmiyor değilim. Bizim kitap şöyle:


"Down in the jungle in the midday heat
What can you see stomping its feet
With a stompy stomp here and a stompy stomp there
What's that creature stomping here and there?"
- arka sayfada:
"It's an elephant!
She goes stomp stomp boogie woogie yoogie
...That's the way she's stomping her feet."

Bu CD'li kitapta da önce her sayfada soruyor, şu ağacın arkasında saklanan kim, ayağını vurarak yürüyen kim, yerde sürünerek gelen kim, sallana sallana dans eden kim diye. Arkasındaki sayfada da görüyoruz ki ilgili hayvan kimse bir çocukla dans ediyor, oynuyor veya tekerlekli sandalyeden el sallıyor. O 'zenci' bu 'çinli' diye mimlemeden farklı kültürlerden çocuklar dans ediyorlar birlikte, engelli bir kız çocuğunu da aralarına alarak. Ama acıma, hoşgörü vesaire duygularla ya da mesajlarla değil, gayet doğal ve mutlu bir şekilde herkesi birlikte görüyor çocuk. Neticede tekerli sandalye de bu dünyanın bir parçası, aman bizden uzak olsun gibi bir kaygı yok, kaygısı yok kitabın.


III) Son olarak da "Kül Kedisi, Rapunzel, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel ve tüm cinsiyetçi masal kitapları" var ki bu konuyla ilgili söyleyecek söz dahi bulamıyorum. Tüm cinsiyetçi imgelerin bir araya toplanmış halleri!!! Hepsi dünyalar güzeli genç kızlar ve nedense talihsizliklerinden (kafasızlıklarından alt mesajı da var tabii) başları sürekli belaya giriyor/sokuluyor --genelde de hem cinsleri olan kadınlar tarafından, kötü kadınlar (!). Ama neyse ki kurtarıcıları onların mutlu bir hayata kavuşmalarını sağlıyor --ve tabii ki o bir ERKEK!!!

Masal kitapları da bebeklikten itibaren her zaman okunabilecek kategoride. Yürümeye başladıkları dönemde, uzun kitaplar/öyküler dinlemeye sabredemediklerinde de kısaca anlatılabilir, yolda-izde-heryerde. Ve masallar çocukların en çok aklında kalan edebiyat türüdür, o yüzden hangi masalı anlattığımız bence çok önemlidir. Başka alternatifler de var elbette, ama ben 'top ten'in son ikisi olarak feminist olanlarını seçtim :)


Kral Wilfred'in 3 oğlu ve 1 kızı vardır, eşi ölünce kızını nasıl yetiştireceğini bilmediği için oğullarıyla aynı eğitime tabi tutar. Ata binmeyi, kılıç kullanmayı, erkek gibi davranmayı öğretir. Ama prenses Violetta, fiziksel olarak oğlanlardan küçük olduğu için bir kılıcı bile zor kaldırır. Fakat hiçbir zaman yılmaz ve sürekli çalışır. Ancak 16 yaşına geldiğinde babası onun evlenmesini ister ve bir mızrak dövüşü turnuvası düzenler. Prenses Violetta da gizlice turnuvaya katılır veeee gerisi kitapta deyip heyecan yaratayım diyecektim ama dayanamadım, zaten siz de tahmin etmişsinizdir ki: turnuvayı o kazanır :)))
Kitabın kalın karton sayfalı versiyonu yok, 4-8 yaş arası için öneriliyor ama bence birlikte okumak için ideal, hatta sadece masal olarak bile anlatılabilir.






Bu kitabın teması da bir öncekiyle benzer. Prenses Smartypants evlenmek istemez ve 'evcil hayvanlar'ıyla (ejderha ve benzeri yaratıklarla) birlikte hayatını geçirir. Ama kral ve kraliçeden emir gelince, kendisiyle evlenecek adaylar için çeşitli yarışmalar düzenler ve eğlence başlar :) Prens Vertigo, onu kristal kaleden kurtarmakla görevlendirilir; başka bir prens, onunla roller skate disco yarışmasına katılır; diğeri, prensesin evcil hayvanlarını beslemelidir, ..., en sonunda bir prens bütün zorlu görevleri başarıyla yerine getirir ve prensesle evlenmeye hak kazanır. Ancaaaak bizim Smartypants'in buna hiç niyeti yoktur. Ona öpücük ödülü verir ve prens devasa kara bir kurbağaya dönüşür. Bunu gören, duyan tüm prensler bir daha prensesin yanına yaklaşmazlar. Ve prenses de evcil hayvanlarıyla birlikte sonsuza kadar mutlu bir şekilde yaşar :)

Bebek Kitapları - Buçuk

Bebekler için kitap araştırdıysanız belli başlı türleri farketmişsinizdir mutlaka...

Uyku kitapları:
Uyku için hazırlanan kitapların çoğunda hep örnek davranışlar var: önce hayvanlar ya da başka bebekler/çocuklar banyo yapıyor, diş fırçalıyor, kitap okuyor ve iyi geceler deyip uyuyor. Oysa küçük bebekler, ne anlatılmak isteneni anlıyor, ne de yazılanların kulağında güzel bir ahengi kalıyor.

Dolayısıyla bebek kitabı alırken önce bu 'örnek davranış' öğretme saplantımızdan kurtulmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Yok illa da kurtulamıyorsak en azından kitapları alet etmeyelim ve o kadar meraklıysak kendi davranışlarımızla örnek olalım. Kolaysa sen uygula rutini diyor mesala benim içimdeki ses, ah o herşeye burun uzatan inatçı keçi tonlamasındaki ses.

Uyku öncesi çocukların hayallerini süsleyecek çok güzel öyküler var, notanot fotoğraflar yerine, sanatsal resimler, illustrasyonlar, neler neler. Bu kitap dünyası gerçekten çok güzel.

Önce kütüphaneden almıştık, sonra çok sevip kitaplığımıza da ekleyelim dedik "Close Your Eyes" diye bir uyku kitabı. Kate Banks yazmış, George Hallensleben illustre etmiş ve New York Times'ın en iyi illustrasyon ödülünü kazanmış. Ödül bizim için hikaye tabii, önemli olan bebişin sevmesi...

-"Kapat gözlerini" diyor anne kaplan... amaa küçük kaplancık uyumak istemiyor, o yüzden de başlıyor türlü türlü bahaneler bulmaya. Önce, "Gözlerimi kapatırsam gökyüzünü göremem ki" diyor. "Tabii ki görebilirsin, hatta çeşit çeşit şekillere bürünmüş bulutların yanında uçtuğunu, ayın kucağında sallandığını bile görebilirsin" diyor annesi. Sonra "ama gözlerimi kapatırsam hışırdayan yaprakları nasıl görücem?" diyor. Annesi de ona çok güzel yapraklar olan bir ormanı tasvir ediyor, orda arkadaşlarıyla oynayacağı oyunları... ve bunların hepsini rüyalarında görebileceğini anlatıyor. Böyle devam ediyor. En sonunda "ama gözlerimi kapatınca karanlık oluyor, korkuyorum" diyor küçük kaplancık. Annesi de ona şöyle diyor:
-Karanlık yalnızca aydınlığın öteki yüzü, rüyalardan hemen önce gelen yer...

Kitap İngilizce ve 4-8 yaş için öneriliyor ama bence bebeğinize de okuyabileceğiniz, resimlerini gösterebileceğiniz güzel bir kitap.

Evet, burda böyle bir sıkıntımız var malesef, ufukta hep dönüş olduğu için Türkçe kitapları çok taşımak istememiştik. İngilizce okumak da istemedik ki karıştırma olayı olmasın. İki dilli yetişirken etrafında konuşulan dil sayısı problem yaratmıyormuş ancak aynı kişinin farklı dillerde konuşması kafa karıştırıcı olabiliyormuş. Bebekken belli bir ahengi, şiirselliği olan İngilizce kitapları okuyorduk (özellikle Dr. Seuss'tan). Ama şimdi kendimiz çevirip Türkçe okuyoruz. Bu yüzden de geçen yazıda bahsettiğim dolap-bavul hesaplarına girişmek durumunda kaldık :)

'Dokun ve Hisset' kitapları
Doğmadan önce ikinci elciden almıştı T. Ben de çok ilginç olacağını düşünmüştüm nedense ama hiç oralıklı olmadı bizim YavruSu. Zaten kitapların bu tarz şeyler için kullanılması da hoş değil; üstelik yenileri için verilecek onca para da ayrıca caba. Farklı dokuları hissedip tanımasını istiyorsanız, en iyi şey evde birlikte yapılacak keşif turları ve çamaşır katlamaca oyunu olacaktır. Böylelikle uzun vadede hem ev işleri için üçüncü bir 'işçi' yetiştirmiş olursunuz hem de belli mi olur, ilerde moda işine falan girer, ordan gelsin kostümler, oooh belki de böylece kopar gider ;)

İlk sözcükler, hayvanlar, renkler, harfler, sayılar, ve saireler kitapları.
Hepinize söyleyecek iki çift sözüm var da, nedense YavruSu "First 100 Words" ve "My Big Animal Book" kitaplarını çok seviyor. Gösterip isimlerini söylemeyi, ben sorduğumda heyecanla işaret etmeyi bu aralar birincil aktivitesi haline getirmiş durumda. Bu işe çok bozulan bense kütüphaneden aldığım yeni kitaplarla evi doldurmuş durumdayım. Neyse ki Barefoot'un kitaplarını seviyor da bu stratejim işe yaradı :) Artık her hafta kütüphaneden yeni kitaplar alacağız. Zaten eskilerden sıkılıyor, yeniler daha heyecanlı oluyor. Gerçi fazla heyecan da iyi değil sanırım. 2 gündür sabahın altı, altı buçuğunda kalkıp yeni kitaplarını okutuyor. En iyisi 2 haftada bir alalım biz, rapor teslim etmem gerekmeyen haftalarda.

Peki ya bu başlıktaki kitaplarla derdin ne dediğinizi duyar gibi oluyorum sayın seyirciler. İşte orda durun bakalım! Derdim çok. Bizdeki sözcükler ve hayvanlar kitapları için söyleneyim mesela:
  1. Hikaye diye bir şey yok.
  2. İmgelemi geliştirecek sanatsal, güzel resimler yok. Sıradan objeler, hayvanların resimlerini çekip koymuşlar. Bunu biz de yapabilirdik, "e yapsaydınız" diyorsan, sen de haklısın, o ayrı ;)
  3. Boyut kavramı yok. Yani bir fille bir kediyi o kitaplarda görerek öğrenen bir çocuk, gerçek hayatta olur da karşılaşırsa vay haline! Bu arada önemli not: 'Hayvanları görerek öğrensin' vs. niyetiyle hayvanat bahçesine götürme fikrine daha çok karşıyız ona göre. O görüntü hayvanları değil, 'hayvanlığı' öğretiyor tabiri caizse. Aslında 'insanlığı' demek daha doğru olur, hayvanların suçu ne?!
Bu kitapların tek bir iyi tarafı var, kendinden başka canlılar olduğunu görüyor diyebilirsiniz ama bunu yapan başka çok çeşitli kitaplar var, insanların, hayvanların ve sairelerin çeşitli kombinasyonları (insan-insan, hayvan-hayvan, hayvan-insan, farklı kültürlerden, farklı dünyalardan insanlar, hayvanlar, çeşitli canlılar, cansızlar...) kısacası dost olunan, birlikte gülüp eğlenilen, şarkılar söylenen, maceralara atılınan çok güzel kitaplar mevcut --bir sonraki yazıda tüm ayrıntılarıyla :)

Bir tek göbek atılan versiyonu eksik. O da olsa ne güzel olacak oysa:
...Fonda buçuk çalarken,
-"Oooh, yandan yandan" demiş küçük aslancık yavru file...
Yavru fil de attığı bir göbecikle zürafayı harekete geçirmiş, sonra hep birlikte müzik yapıp dans etmişler neşeyle. Bu üç kafadar sahilde konuşmuşlar bütün gece ve yıldızları izleyerek uykuya dalmışlar 'Rüya Tepesi'nin üzerinde...

Bu kitabın mesajı "Hey rahatla bebek arkadaş, arada banyo yapıp diş fırçalamadan da uyunabilir" mi? Iı değil, ola-da-bilir ama "Selendi'de ve daha nice yerlerde yaşanan ayıplara karşı daha tepkili bir kuşak yetişsin, 'farklı' arkadaşlarına değer versin, onların hayatının yalnızca dans-müzik-çiçek ekseninde dönmediğini görsün, güzelliklerini anlasın-anlatsın, yaşasın-yaşatsın, arkadaşlarını kışın ortasında zorla yerlerinden etmeye kalkarlarsa da söyleyecek iki çift lafı olsun" olsa daha iyi olabilir*.

* Selendi konusuyla ilgili yazı için bkz. Selendi'yi Nasıl Bilirdiniz? / Fehmiye Çelik


Bebek Kitapları - Kaç Valiz?

Bebek kitabı deyince, bebeğin eline alıp okuyarak boş zamanlarını faideli bir alışkanlıkla değerlendirmesinden bahsetmiyorum. Bunun için biraz daha beklemek gerekiyor, en azından 1 yıl kadar:) İlk yıl bence daha çok anne-babanın kitaplarla kurduğu ilişkinin pozitif olması daha önemli. Onlar okurken zevk almalı ki, bebek de nasiplensin. Sevindirin garibanları; çünkü daha ne doğru dürüst görebiliyorlar, ne de yazılanları anlıyorlar ;) Ama siz severek okursanız, o da heyecanla sizi dinler. Özellikle belli bir ahengi olan şiirsel kitapları. Çok 'şahane' bir kelime olmayabilir ama bizim YavruSu "gak" demişti henüz baba demeden önce :))) "Ayağına Diken Batan Süper Karga" kitabını süper sevdi, sağolsun arkadaşım Ş.nin bana tr'den dönmeden önce aldırdığı nadide Türkçe kitaplardandı. Sonra "The Cat in the Hat"i okuduk Dr. Seuss'tan, onu da severek dinledi defalarca. Şimdi (13 aylık) o kadar sabredemiyor ama ilk yıl çok iyi geldi bu tarz kitaplar.

İlk yıl ve aslında sonraki yıllarda da kitaplar vasıtasıyla zaten doğası gereği sorunlu olan eğitim öğretim faaliyetine katılması fikri de ayrıca problemli bence; sayılar, renkler, harfler, şekiller ve saireler amaç olmamalı hiçbir zaman. Önemli olan kitapları sevmesi, bu dünyanın zenginliklerine değer vermesi; ama bu zenginliklerden faydalanması değil. Bu tarz pragmatist bir anlayış ters tepebilir dikkat, bkz. eğitim deneyiminiz, bkz. yazın (ama sadece yazın) okumanız gereken kitap listeleri.

Deyip kitap listesi önermeyeceğim ama önerenleri önereceğim:) Çocuk kitaplarıyla ilgili çok güzel üç kaynak blog var, ben ikisini de takip ediyorum. Yazın tr.den aldığımız salça, tarhana, domates kurusu gibi şeylerden vazgeçip bu listelerdeki kitaplarla dolduracağız valizleri, şimdiden kilo hesapları başladı, dönerken nasıl götüreceğiz, gemiye mi versek, azar azar mı taşısak diye konuşuyoruz. Bir dolap kitap kaç valize sığar acep?



Evet, Bir dolap kitap çocuk kitaplarını çok seven Banu ve Yıldıray tarafından kurulan yeni bir blog. Çok güzel çocuk kitaplarını çok da güzel bir şekilde anlatıyorlar sağolsunlar. Banu, bu dolabın neden açıldığını yazmış; çok hoşuma gitti; okumak isterseniz şurda.

Bir de Yasemin var, daha önce de bahsetmiştim. Kitap blogu değil kendisininki ama kitaplarla ilgili çok fazla yazısı var ve de en son bir ilkokul kitaplığı için hazırladığı çok güzel bir liste, burada.

Son olarak BlogcuAnne'den bahsetmek istiyorum, onun da çocuk kitaplarıyla ilgili hazırladığı çok güzel bir sayfa var, Deniz'in kitaplığı'ndan seçtiği Türkçe ve İngilizce kitapları tanıtıyor.

Bunlar daha çok çocuk kitapları, ben de bebek kitaplarıyla ilgili 2 çift söz söylemek istiyorum yüksek müsadenizle... amaaa ikinci bölümde...