October 30, 2011

Damla, Gözyaşı ve Dalga

Eskiden tüm sular sakin sakin dururmuş. Ne dereler akarmış, ne de denizler dalgalanırmış. Tek işleri miskin miskin durmakmış su damlalarının. Ta ki, gökyüzünden bir yağmur damlası yeryüzüne düşene kadar...
* * *
Bir gün, meraklı mı meraklı, haylaz mı haylaz bir yağmur damlası, gökyüzünde fırtınalar estiren bir buluttan güçlükle sıyrılıp yeryüzüne doğru düşmeye başlamış. Deli dolu, şarkı söylemeyi çok seven bir damlaymış bu. Hızla inerken yeryüzüne, yolda gördüğü tüm kuşları, ağaçları, yaprakları, çiçekleri, her şeyi, herkesi selamlamış. Nereye düşeceğini çok merak ediyormuş. Sonunda bir dereye düşmüş ve diğer su damlalarının arasına katılmış. Başına geleceklerden habersiz, sevinç içerisinde yüzmeye başlamış.

Balıklar, kurbağalar, taşlar ve milyonlarca su damlası hep birlikte yaşıyormuş bu derede. "Yaşasın!" demiş yağmur damlası, "olamazdı bundan daha güzel bir eğlence." Taklalar atmış, bir o yana bir bu yana yüzmüş. Balıkların ağzından girmiş, üstünden çıkmış. Taşlar pek oralı olmamış ama onlar da çıkardıkları çoşkulu seslerle eşlik etmiş yağmur damlasına.

İşte böyle mutlu mutlu yüzerken yağmur damlası derede, bir de bakmış ki bir su havzasına gelivermiş. Karşısına çıkan bu büyük su birikintisine doğru heyecan ve merak içerisinde yüzerken, birden önüne konan kocaman bir kayaya toslayıp kalakalmış olduğu yerde.

- "Dur bakalım yabancı!" demiş kayanın öteki tarafında duran su damlası.
- "Yabancı mı?" diye şaşırmış, "Kendisi de bir su damlası değil mi ki? Yabancı da nereden çıktı?" diye düşünmüş.
- "Buraya giremezsin!" demiş kayanın ardındaki su damlası, "Burası bizim!"
- "Ama nasıl olur? Ben gökyüzünden geliyorum, rüzgar biraz daha doğudan esseydi, çoktan 'bizim' dediğiniz suların içinde yüzüyor olabilirdim. Hem hepimiz su damlası değil miyiz şu dünyada?"
- "Evet ama sen tatlı sulardan geliyorsun, burası tuzlu su bölgesi, buraya giremezsin!" demiş tuzlu damla.
- "Ama değil miyim ki ben de bir su damlası, istediğim yerde yüzerim, hakkım bu benim.
- "Belki ancak sen de bizim gibi olmayı kabul edersen, bir zamanlar tatlı su damlası olduğunu unutup bizim gibi yaşarsan" demiş tuzlu damla.
- "Ama ben bir yağmur damlasıyım ve böyle olmayı seviyorum! Artık lütfen izin ver de geçeyim."
- ...

Su damlaları bu şekilde atışıp dururken kayanın üzerinden, "Yardım edin! Yardım edin!" diye bir ses duymuşlar. Bir balık sesiymiş bu; acı içerisinde çırpınıyormuş kayanın üzerinde. Bir an önce suya girmesi gerekiyormuş.
- "İzin ver akmamıza" demiş yağmur damlası, "onu kurtarabiliriz, deredeki diğer damlalarla birlikte bu kayayı yerinden oynatabiliriz."
- "Hayır!" demiş tuzlu damla, "Asla olmaz! Bir balık için bu yol açılamaz. Üstelik o balık sizin tarafın balığı, mümkün değil buraya atlaması."

Onlar atışıp dururken yine bu şekilde, balığın sesi giderek güçsüzleşmiş ve bir süre sonra duyulmaz olmuş. Artık geriye kalan tek şey, su damlalarının giderek yükselen ve çirkinleşen sesiymiş. Bundan sonra da hep bu şekilde devam etmiş. Her balık sesi duyduklarında tekrar tartışmaya başlıyor, balığın sesi duyulmaz olduğunda yine aynı şekilde kendi sularının derinliklerine dönüyorlarmış. Giden balıkların sayısı bir bir artmış ama kimse hiçbir şey yapmıyormuş -konuşmaktan ve kavga etmekten başka.

O meraklı, yaşamayı çok seven yağmur damlasından da eser kalmamış. Artık ne balıklara, ne de taşlara ilgi göstermiyormuş. Kendi halinde öylece duruyormuş o da diğer su damlaları gibi, gün boyu miskin miskin. Balık sesi duyduğunda yine harekete geçiyor, ama balığın sesi duyulmaz olduğunda, eski haline dönüyormuş hemen.

Derken bunu gören insan türü, bakmış ki kimse ses çıkarmıyor balıkların gitmesine, neden benim olmasın diye düşünmüş bu balıklar. Önce sadece kayaya çıkan balıkları toplamaya başlamış. Daha sonra doymamış, denizdeki ve deredeki balıkları da toplamış. Bunun için özel aletler geliştirmiş. Artık her geldiğinde daha çok balık alıyormuş dereden ve denizden. Daha çok, daha çok derken deredeki balıklar bitmiş bir gün, denizdekiler de azalmış iyice. Daha fazla dayanamamış yağmur damlası, "Yeter artık!" demiş, "Görmüyor musunuz!?! Bir şeyler yapmalıyız, vakit geç olmadan balıkları kurtarmalıyız." Dereye ilk kez geldiği günleri hatırlamış, balıklarla oynadığı, taşların üzerinden atladığı, sevinç içerisinde bir o yana bir bu yana yüzdüğü günleri... hatırladıkça artmış üzüntüsü.

- "Benim yüzümden" demiş, "Benim yüzümden gitti tüm balıklar. Belki diğer su damlalarının yardımını isteseydim, belki öteki tarafın damlasını dinlemeden aksaydık birlikte, devirirdik şu kayayı ve kurtarırdık balıkları."     

Yağmur damlasının bu isyanını duyan deredeki su damlaları onun yanına gelmişler ve neler olduğunu anladıktan sonra ona yardım etmeye karar vermişler. Başlangıçta ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Kayanın üzerine çıkmaya çalışıyor ama başaramıyorlarmış. Her gün yeni bir su damlası ekleniyormuş onlara ve kısa bir süre içerisinde büyümüşler ve kayanın üzerine çıkacak kadar güçlenmişler. Artık ne zaman bir balık sesi duysalar, kayanın üzerine çıkıp hep birlikte süpürür gibi dereye sürüklüyorlarmış balıkları. Balıklar çok sevinmiş bu duruma. Tabii su damlaları da. Eski günlerdeki gibi neşe içerisinde oynuyorlarmış balıklarla neşe içinde. Ama kayayı deviremedikleri için hala bazı balıklara elveda demek zorunda kalıyorlarmış. Çünkü kaya çok büyükmüş ve her yerine erişemiyorlarmış. Belki ancak diğer taraftaki damlalar da yardım ederse yerinden oynatabilirlermiş kayayı. Ama deniz ahalisi pek umursamıyormuş bu yaşananları. Birden derinlerden gelen çok yüksek bir patlama sesi duyulmuş. Patlama sesi ve ardından gelen sarsıntıyla öyle bir sallanmışlar ki panik içerisinde kaçışmaya başlamış tüm damlalar. Onlar kaçıp gidince uzaklara, geride ne deniz kalmış ne dere... ne de neşe içinde yüzen balıklar. "Ah!" demiş bulut, "Sizi alıklar!"

Ertesi gün insan gelmiş, bakmış ne deniz var ne dere, ne de balıklar yerinde. "Benim yüzümden" demiş, "Benim yüzümden gitti tüm balıklar. Ne yaparım ben şimdi. Nasıl yaşarım balıklar olmadan, deniz olmadan, dere olmadan... Nasıl? Ama nasıl..." Ve iki damla gözyaşı düşmüş gözünden kayanın üzerine. Biri deniz tarafına akmış, diğeri dereye. Kumların içinden geçip yeryüzünün derinliklerine doğru gitmişler. Burada saklanan diğer damlaları bulup bir bir anlatmışlar. Anlattıkça hafifleyip gökyüzüne doğru uçmuşlar. Buhar olup rüzgara karışmışlar. Ve rüzgar olup esmişler hiç durmadan. Ne zaman bir bulut görseler daha şiddetli esmişler ki asi yağmur damlaları düşsün yeryüzüne, katılsın dalgalara, eşlik etsin akıntıya diye.

Çünkü rivayet o ki, gözyaşları hafifleyip çıktıktan sonra gökyüzüne, ardından gitmiş damlalar ve yaşamı yeniden kurmak için var güçleriyle çalışmışlar. Geride kalanlar olmuş elbet; güneşe hasret, yaşama hasret, dünyanın derinliklerinde, tek başlarına... ama büyük çoğunluk çıkmış yeryüzüne ve hatta kimisi gökyüzüne. Birleşip kaldırmışlar  kayayı. Ve bundan sonra karşılarına çıkan tüm kayaları.
* * *
Eee, masal bu ya, gökyüzünden düşmüş üç damla; biri dereye, biri denize, diğeri de dalga olmayı başaran, dalga dalga yaşamı yayan ve durmadan akan tüm insanların üzerine.


October 27, 2011

Çocuklara depremi anlatmak: Yurtdışında bir kütüphaneden kitaplar

"Deprem tüm doğallığıyla bizim düzgün yapmadığımız, düzgün yapılıp yapılmadığını denetlemediğimiz, parasını cebe indirip kendimizi adam sanmamızı sağlayan binaları yıktı. Biz bir kez daha “hazırlıksız” yakalandık, vergilerimizle kurulan kurumlar ve yetkilileri bir kez daha işi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar, biz bir kez daha enkaz altında kaldık. Yetişkinler nasıl bilinçlenir bilmiyorum; belki de bir serum icat etmek gerekiyor ama o işle de biz ilgilenemeyiz. Bizim işimiz çocuklarla, biliyorsunuz...." Devamını Bir Dolap Kitap'ta okuyabilirsiniz...

October 24, 2011

İnsanat Bahçesi

Geçen haftadan beri belki onbeşinci kez yazıyorum ama ne yazsam boş geliyor, kelimeler hep eksik kalıyor. Gerçekten diyecek söz bulamıyorum! Uzakta olunca daha zor oluyor bu tarz haberleri sindirmek. Hala sindirebilmiş değilim, böyle şeyler nasıl sindirilir onu da bilmiyorum gerçi ya... Daha önce insan olmaktan hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Kalakaldım öylece... Şuursuzluk mu bu, başka bir şey mi? Böyle bir ortama nasıl gelindi? Cidden kafam almıyor artık. Endişeliyim! Gelecek için çok endişeliyim. Van depreminde yaşananlar da cabası oldu. Esas sorunun insanlık sorunu olduğunu iyice ortaya çıktı. Bazen hayalini kuruyorum, bir "insanat bahçesi" olsa nasıl olurdu diye. Hayvanların insanat bahçesinde gezdiğini hayal ediyorum... Bir panda, yavrusuyla gelmiş mesela:

- Bak yavrum, bu da böyle bir insan türü...
- İnsanlar nasıl ses çıkarır anne? Ne diyerler?
- Bu türün ne dediği pek belli olmaz yavrum. Dünyadaki en garip türdür. Bir gün insanların ölümüne üzülüp "kan" derler "intikam" diye öterler, ertesi gün insanlar öldüğünde, "hak ettiler" derler sevinirler. Dünyanın en anlaşılmaz türüdür.
- Annecim korkuyorum ben.
- Ben de yavrucum, ben de korkuyorum, gelmişten, geçmişten, bugünden, gelecekten... ama neyse ki hepsi böyle değil insanların. Neyse ki hala birbirinin acısına üzülen, zor gününde yardıma koşanları da var. Ve iyi ki varlar!

Ve evet, bu türü genişletmek ve yaymak için yapacak pek çok şey var. Her yerde yazılmış zaten, belli adresler. Zor zamanlardan geçiyoruz. Zaman zihinsel kafeslerimizden çıkıp bir araya gelme zamanı. "Gerçekten susmamamız ve uyumamamız gerekiyor!"

------------------
Resim kaynak: http://theoperation.bigcartel.com/product/the-operation-human-zoo-signed

October 11, 2011

Alternatif oyuncaklar?

Evet, burada kargocular her şeyi kutu içerisinde getiriyor gerçekten. İşte yine böyle bir gün, 'kutucu'lar bize bir oyuncak getirdiler. Oyuncak almak pek adetten sayılmaz aslında bizim evde. En son oyuncağını ne zaman aldığımızı bile hatırlamıyorum. Yılda 1-2 kezi geçmez sanırım. Bir de doğumgününde hediye gelenler oldu 2 senedir, onların da plastik olanları (yani büyük çoğunluğu) geri dönüşüm merkezinde yerlerini buldu, o kadar.

Ammaaa gelin görün ki, bu anne nedense oyuncak ev konusunu saplantı haline getirmişti bir süredir. T.'yi de zorla kandırdı. "Çocuklar bu tarz oyuncaklarla çok uzun süre oynuyormuş ve çok seviyormuş, hem biz de nefes alırız arada, ayrıca bu bebek evleri çocukların dramatizasyon yeteneğini geliştiriyormuş, hem Amazon kartı da verdiler bana, ilk alışverişte 30 dolar da indirim [kek dediler bu, hemen bağlayalım] vs. vs." diye diye bir sürü dil döktükten sonra baba da razı oldu bu evi almaya.

Fakat anne hastalıklı olmayagörsün! 'Kutucu' evi getirdi, ailecek bu ev bir güzel kuruldu, mobilyalar ve oyuncak bebekler içine yerleştirildi, çocuk sevindi, baba sevindi ama anne üzgün! İçi içini kemiriyor:
- Ne gerek vardı bu oyuncağa! Çocuk güzel güzel hayali oyun arkadaşlarıyla ve çeşit çeşit canavarlarıyla oynuyordu, kendisini şekilden şekile sokuyordu, hatta kahvaltıda önüne konan peynirleri bile konuşturup oynatıyordu midesine doğru yolculuğa göndermeden önce. Ne güzel çadır almamayı başarmıştım, farklı farklı çadırlar yaptık her istediğinde, yeri geldi kendisi yapmaya başladı çadırları, çeşit çeşit. Şimdi bu ev... ve ah kafam!!! Çocuğun yaratıcılığını köreltmek için birebir! İçindeki her şey tamamen stereotip: "Dubleks evimizde 4 kişilik mutlu beyaz ailemizle birlikte lüks içerisinde yaşıyoruz, lala lala la la la" Aman ne güzel(!) Bravo size! 
Ve tabii bana! T. "bir tek oyuncakla çocuğun yaratıcılığına bir şey olmaz" dedi, "ben artık seninle uğraşamayacağım!" dedi, demesine ama ev yine de paketlenip kaldırıldı, yavruya da tatile çıktıkları bildirildi, belirsiz bir süreliğine, evleriyle birlikte. Orta sınıf değil mi ya, çıkarlar çıkarlar, istedikleri yere istedikleri eşyalarla birlikte, istedikleri süre boyunca gider bunlar! [Duyan da "Das Kapital" okuyoruz sanacak çocuğa uykudan önce. "Bak yavrum şu sakallı adam, Karl amcan; sınıf diyor, çelişki diyor... ha yok senin bildiğin sınıf değil bu başka... hayır yavrucum ittirmiyormuş arkadaşlarını; bu sınıf çelişkisi, arkadaşlar arasında olmuyor pek, üst sınıflar yapıyormuş... yok öyle üst değil..." :P]

"Bütün kalbiyle ve elleriyle"
Evet, bir oyuncaktan bir şey olmaz belki ama bunun arkası var, arkasında yatan şeyler var... Ben mi gereğinden fazla düşünüyorum bilemiyorum ama, bir kere gelen bebek figürleri son derece klasik bir aileyi canlandırıyordu. Anne ve kız etek giymiş, baba kıravat takmış, oğlan da klasik oğlan kıyafetleri giymiş, dubleks evleri en klasiğinden mobilyalarla döşenmiş, anne de mutfak kısmında resmedilmişti. Belki bunlar da alternatif şekillerde oynatılabilir, mutfağa hepsi birlikte girebilir, farklı roller canlandırılabilir, vs. tamam ama yine de ters olan bir şeyler var burada. Aslında derdimin ne olduğunu Mumuk Oyuncakçıda kitabını okuduysanız çok iyi anlarsınız.
“Gösteri bitti” diyor yaşlı palyaço.
“Fakat size söyleyeceğim bir iki şey daha var. Oyuncaklar ve çocuklar için çok önemli şeyler. Uzun zaman önce, çocukları çok seven bir marangoz yaptı beni. Çalışırken her zaman çocukları düşünen ve bütün sevgisini oyuncaklara aktaran bir marangoz. Oyuncaklar da marangozdan aldıkları sevgiyi, kendileriyle oynayan çocuklara verirlerdi. 
 Ama artık, oyuncaklar fabrikalarda yüzlerce, binlerce sayıda üretiliyor. Tamamen sevgisiz. Böylece onların da çocuklara verecek sevgileri olmuyor. Çok yazık tabii.” 
[Yazık tabii! Ayrıca bu binlerce üretilen oyuncağın yanısıra, yaratılan tüketim kültürünü ve akabinde oluşan çevre kirliliğini siz düşünün. "A kadın! Siparişi verirken aklın neredeydi" diyorsanız, e siz de haklısınız tabii... ah kafam ah!]

Kitabı bana arkadaşım Şirin önermişti. Onlar çok uzun süre severek okumuşlar, şimdi biz okuyoruz ve çok seviyoruz tüm Mumuk kitaplarını ve Selçuk Demirel kitaplarını. Bu kitap da gerçekten çok katmanlı, çok iyi işlenmiş bir kitap. Bir tarafta çok önemli meselelere değinirken oyuncakların gözünden, diğer tarafta Mumuk'un bebeğini adım adım dikişini görüyoruz. Bizim yavruya sordum geçen akşam, biz de Mumuk gibi dikelim mi bir bebek, ister misin diye, "evet hadi dikelim, şimdi dikelim" diye heyecanlandı bir anda. Hiç denemedim daha önce ama neden olmasın?

TRT 2'de bir program vardı; bir bölümüne rast gelmiştim, dede cevizin üzerine delikler açıp içini boşaltıp sonra ip geçirerek torununa yoyo gibi bir oyuncak yapıyordu. Var mı bu tarz alternatif oyuncakların nasıl yapıldığını bilen, kendisi Mumuk gibi "bütün kalbiyle ve elleriyle" yapmış/dikmiş olan, bu beceriksiz ve ahmak anneye uygun bir öneri sunabilecek olan? Varsa heyecanla bekliyoruz!

October 6, 2011

Pembenin fendi

Eskiden ne pembeyle, ne de maviyle bir sorunum vardı. Ne zaman anketlerde, orada burada en sevdiğiniz renk ne diye sorsalar, mavi derdim. Pembe hiçbir zaman 'en...' kategorisine yükselemedi ama öyle antipati duyduğum bir renk de değildi. Ta ki YavruSu için alışverişe çıkıp böyle ve de şöyle bir tabloyla karşılaşıncaya kadar! Sonra merak etmeye başladım, gerçekten bu renk seçimi doğuştan geliyor olabilir mi diye. Fakat ne benim çocukluğumdan hatırladığım herhangi bir renk hegemonyası vardı, ne de bizim yavrunun bu konuda herhangi bir tercihi. Erkek reonunundan aldığım kareli şortları, tulumları severek giydi yıllarca. Sonra bu yaz bir anda pembe çılgınlığı başladı. Şimdi geçti ama hala süslü püslü parlak şeyleri seviyor. Neden?

Feminist Philosophers blogunda gördüğüm bu araştırma gayet güzel anlatıyor nedenini: How Do We Predict the Future: Brains, Rewards and Addiction (Geleceği nasıl öngörüyoruz: Beyin, Ödül ve Bağımlılık):



Kısaca özetleyecek olursam, renk tercihi ödülle şekilleniyor.

Ödül mekanizması
Karl Von Frisch adlı araştırmacı, arılar üzerine çeşitli çalışmalar yapmış ve arıların renkleri seçebildiğini, kokuları hatırlayabildiklerini ve dahası buldukları o özel çiçeğin yerini arı dansı yaparak kovandaki diğer 'arkadaşlar'ına anlatabildiklerini keşfetmiş. Arıların hafızası çok güçlüymüş ve tek bir seferde %80 doğrulukla öğrenebiliyorlarmış [Dersi derste öğreniyorlar yani].

Herneyse; Karl Von Frisch, arılarla enteresan bir deney yapmış. Yuvarlak kaplara su koymuş, sadece birinin içerisine şekerli su. Arının biri ilk gün hemen keşfetmiş bunun yerini, mavi bir plakanın üzerinde duruyormuş. Ve hemen gitmiş dans ederek arkadaşlarına anlatmış bu durumu. Ertesi gün kovan ahalisi topluca gelmiş ve tahmin edin ilk önce nereye bakmışlar? Evet, şekerli suyun olduğu mavi kaba ama orada şekerli su yokmuş. Bu durumda, mavi renk ödülle özdeşleşmiş. Bu araştırmadaki renk kırmızı da olabilirdi, yeşil de, pembe de. Yani, aslında rengin bir önemi yok, önemli olan getirdiği ödül diyor Frisch. Arılar için şekerli su, bizler için belki iltifat, çocuklar için ilgi ve sevgi.

Bu araştırma neden bazı kültürlerde pembe rengin cinsiyet konusunda belirleyici olmadığını gösteriyor sanırım. Bulunduğumuz kültürde bir erkek olarak şu yandaki resmin içinde duruyorsanız vay halinize! Çoğunluk büyük ihtimalle "kalk len oradan, kız gibi olmuşsun, yakışır mı erkek adama!" gibi ifadelerle paylayacaktır sizi. Öte yandan pembeler içerisinde bir kız çocuğu iseniz, "ay ne şeker" diye sevilme ihtimaliniz oldukça yüksek. Eee çocukların da sevdiği bir şey değil midir ilgi ve sevgi! Bir nevi ödül mekanizması gibi işliyor yani.

Yalnızca çocuklar mı? Sosyal networklerde yer aldıysanız "like" ya da "follow" butonunun üzerinizdeki etkisini düşünerek ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Ya da bloglardaki yorum mekanizmasını! Bunlar herkesin hoşuna gidebilecek, güzel şeyler; bir nevi ödül yani.

Bağımlılık mekanizması
Fakat Terry Tejnovski'nin (bir önceki yazıda videoada konuşan bilim insanı) söylediğine göre bu aynı zamanda beyindeki bağımlılık mekanizmasını da aktive eden bir durum. Arılarınkine benzer bir mekanizma bizim beynimizde de varmış. Ve bu mekanizma arılarda octopamine bizde dopamine salgılanmasını sağlıyormuş. Bu dopamine de yaşamamızı sağlayan çok önemli bir hormon. Wikipedia'nın söylediğine göre pek çok şeye sebep: davranış, biliş, bilinçli hareketlerimiz, motivasyon, ödül ve ceza, prolaktin üretimi (süt salgılanmasına ve cinsel haz almamıza sebep olan hormon), uyku, mod, dikkat, çalışan hafıza ve öğrenme. Kısaca yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şey.

Bir de Serotonin varmış, buna benzer, nam-ı diğer mutluluk hormonu. Maymunlarda yaptıkları ölçümler sonucunda görmüşler ki Serotonin seviyesi yüksek olan maymun, topluluğun lideri oluyormuş. Alt seviyelerde bulunan bir maymuna Serotonin seviyesini yükseltmek için ilaç vermişler ve birkaç hafta içinde statüsü yükselmiş, ve sonuçta topluluğun lideri olmuş. Verdikleri ilaç da Prozac'mış. Serotonin seviyesi düşük kişiler yenileceklerini bile bile kavgaya tutuşuyor ve uzun vadeli düşünemiyorlarmış, sonucunu yıllar sonra görecekleri bir şey için fedakarlık yapamıyorlarmış [anlaşıldı neden şu paperı hala yazamadığım, ya da tam tersi, paperı yazamadığım için stres olup nasıl serotonin seviyemi düşürdüğüm]. Serotonin eksikliği aynı zamanda depresyon, anksiyete, uyku bozukluğu, yeme bozukluğu, kendine güvensizlik gibi pek çok şeye de sebep oluyormuş. Serotonin seviyesini düşüren şeylerden bazıları da: stres, uykusuzluk, yetersiz güneş ışığı, pestisitler ve kimyasallar, yetersiz beslenme. Tam bir kısır döngü yani!

Bağımlılık yaratan şeyler genelde dopamine ve serotonine çalışıyormuş. Tabii beyin, dopamine ve serotonin seviyesini sürekli yüksek tutmak için bu maddeleri tekrar tekrar sorar hale geliyor ve kısır döngü içerisine girip bağımlı dediğimiz kişilik ortaya çıkıyormuş. İçki, sigara, kumar vardı eskiden, şimdi baktım FBLA diye bir şey var: Facebook Liking Addiction (Facebook Beğenme Bağımlılığı). Yakında TFA çıkar (Twitter following addiction), sonra ILA, GP+1A, etc. Bloglar bence biraz daha farklı. Yorum yazmak güzel şey ama eminim çoğu blogcu zaten yorum yazılmasa da yazmaya devam edecektir, bunu çoğunlukla yazmayı sevdikleri için yapıyorlardır [Siz istemeseniz de yazacağım yani, kurtuluş yok :P]

Mutluluğun sırrı
Peki nedir Serotonin'i yükseltmenin, Dopamine dopinglemenin sırları? Prozac gibi ilaçlar değil şüphesiz. Çünkü basit bir mantıkla bu sefer de bu ilaçların bağımlılık yaratacağını görmek zor olmasa gerek. Çikolata diyorlar ama o bir yere kadar... Sonuçta şeker ve daha başka pek çok katkı maddesi var çoğunda, bir tarafı yaparken diğer tarafı bozuyor. Kaldı ki yenilen besinlerin direkt etkisi olmuyormuş. Egzersiz diyorlar; ve gerçekten bisikletle okula gittiğim ya da öğlenleri yüzmeye gittiğim günlerde kendimi ne kadar iyi hissettiğimi hatırlayarak onaylıyorum bu öneriyi. Ama egzersiz yaşamın bir parçası değilse, yani avcı-toplayıcı değilseniz ya da yaşadığınız çağda veya şehirde motorsuz taşıtlar pek tercih konusu olamıyorsa, o totoyu sıcak koltuğundan kaldırıp oradan oraya sallamak kolay olmuyor her zaman. Zaten termodinamiğin yasalarında yazmıyor muydu, atom bu, minimum enerji, maksimum düzensizlik ister diye. Hal böyleyken, yani insan da atomlardan oluşan bir organizma iken, gel de spor yap durduk yerde! Olacak iş mi?!? İşse evet aslında. Yalnızca spor değil tabii ki; yaptığınız iş, her ne ise, kendinizi kaptırıp saatlerce konsantre olabiliyorsanız, çalışırken yemek yemeyi bile unutabiliyorsanız, tamamdır. Sizi mutlu eden neyse onu yapmaya devam edin. Mesela ben yazma sürecini seviyorum. Her ne kadar çok geri plana atmış olsam da müzik yapmayı da seviyorum. Başka pek çok şey var sevdiğim. Sanırım üretim süreçleri genel olarak mutlu ediyor insanları. Ve genelde sürecin kendisi, ortaya çıkan sonuçtan çok daha önemli oluyor bu tarz işlerde. El işleri, ekim dikim, çizim, boyama, yazma (blog, kitap, program, etc.), oyun yapma, dans etme, müzik yapma... Facebook'ta bir şeyleri like etme :P Şaka bir yana sosyal networklerle de mutlu olunabilir, bağımlılık her zaman kötü olmak zorunda değil. Hele içer-döver türüyle karşılaştırılınca sosyal network bağımlılarının durumu peri masalı gibi bence. Ama eğer bağımlı olma durumu, başka şeyleri etkiliyorsa ve bu sizde mutluluk yerine sıkıntı yaratıyorsa, o zaman tehlikeli olabilir, dikkat, böyle bir durumda paragraf başına dön _↑ 

Sonuç olarak
Ne diyordum, nereden nereye geldim! Evet, pembenin fendi... Herkes ona 'şeker kız Candy' kıyafetleri giydiğinde gözlerini kısıp ağızlarını kocaman açarak, 'aaaw pretty!!!' ya da 'ayyy ne tatlı olmuşsun!!!' derse, o da bir dahaki sefere kıyafet seçerken bu tepkilerden etkilenebilir; doğaldır. Tabii ki önemli olan kıyafet veya renkler değil aslında. Bugün kıyafet, yarın beden, diğer gün davranış, ve nihayetinde düşünüş...Aslında belki de 'toplumun fendi' demek daha doğru, kimbilir!