March 28, 2010

Ada Lovelace Günü ve Feminist Felsefeciler

24 Mart Ada Lovelace günüymüş. T., Stumble Upon'da keşfetmiş ve bana göndermiş. Önce bilmeyenler için söyleyeyim, Stumble Upon, webde ilgi alanlarınıza göre sörf yapmak için çok faideli bir servis. Çok güzel şeyler keşfedebiliyorsunuz, ayrıca beğendiğiniz şeyleri anında paylaşıp favorilerinize ekleyebiliyorsunuz.

Ve gelelim Ada'ya. Resmine bakınca sanki döneminin ünlü bir sanatçısı gibi geliyor, gözünüz bir yerlerden ısırıyor değil mi :) Evet bildiniz, kendisi dünyanın ilk bilgisayar programcısı, yani bir nevi ünlü bir sanatçı o da. Yaratmaksa yaratmak; yoktan var etmek, var olanı geliştirmek ve yarattığı şeyle dünyaya müdahele etmek...



Augusta Ada King, 1815'te Londra'da doğmuş. Annesi Ada'nın yeteneğini farkedip ona çok küçük yaştan itibaren matematik öğretmeye başlamış. Ada, dönemin ünlü bilim insanlarıyla çalışmış, Charles Babbage'ın icat ettiği 'Analytical Engine' (Analitik Makine) için Bernoulli sayılarını hesaplamak üzere bir program yazmış. Ayrıca ilk kez bilgisayar ve yazılımın (software) tanımını yapmış. Müzisyen yönünü de unutmamak gerekir. Ta o zamandan bilgisayarla komplex müzik yapılabileceğini öngörmüş. Kanal kaydında sınır tanımayan tüm müzisyenler ruhuna el-fatiha okusunlar lütfen :)

Ve şimdi de tüm anneler için geliyor: Ada 20 yaşında evlenmiş ve 21, 22, 24 yaşlarında olmak üzere toplam 3 çocuk doğurmuş!!! Yani hiç sızlanmayın çocuk yüzünden birşey yapamıyorum diye; yapan yapıyor, neler yapıyor kadınlar ;) alkışlıyorum burda 32,5 yaşına gelmiş ve hala ödev yetiştirmeye çalışan bir öğrenci-anne olarak. Artık yaş durumundan öğrencilikten emekli edecekler beni, yakındır valla. Şimdi de kaçmak durumundayım, önümüzdeki hafta, ödevler, sınavlar, proposallar, araştırmalar beni bekler :(

Şurada Ada Lovelace günü ile ilgili ayrıntılı bilgi var, burada da çocuklar için hazırlanmış bir Ada videosu var, tavsiye ederim. Bir de yazıyı ve resmi aldığım kaynak blog var, feminist felsefecilerin ortak blogu --Rengahenk listemize eklenmiş bulunuyor: Feminist Philosophers.

Herkese güneşli Pazartesiler dilerim! HGI Monday diyenler, güneşe ve Adaya baksınlar :)

March 22, 2010

Kendine Geliş Serüveni - II


Annelik serüveninin bir bölümünde de insan çocuğunun hallerini sadece ona özel zanneder, onu çok özel zanneder. 2. Einstein, 2. Mozart'larla doludur ortalık. Çocuğun babling vasıtasıyla sesler çıkarmaya başlaması anneye tirad atıyormuş gibi gelir. Misal, ben:
"Baba biliyo musun, YavruSu bugün 'bla bla' dedi". Babamın yüzünde o anlamsız ifade belirir, "eee???" diyecek ama zor tutar kendini. Ben sanki, o duymamış gibi davranır ve üzerine basa basa bir daha "baba YavruSu 5 aylık ve bla bla dedi". Babam da herhalde kafayı kırdığımı düşünüp daha fazla üzmeyeyim diye "aman ne güzel" der ve anında konuyu değiştirir. E tabii adamın örnek kümesi 100 bin, hayat range'i de 55 yıl olunca, bu hareketleri anlatmak biraz komik oluyor haliyle. O yüzden sizin de babanız çocuk doktoru falansa anlattıklarınıza hiç ilgi beklemeyin, sonra böyle hayalkırıklığı yaşarsınız.
Neyse allahtan farklı bir annem var da, onunla konuşunca önemli biriymiş gibi hissediyoruz kendimizi: YavruSu'nun anne babası gururla sunar! Çünkü annem aynı cümleye şöyle tepki veriyor:
"Neeee, 'bla bla' mı dedi, hem de 5 aylıkken! Vay be! Ben anlamıştım zaten; bu çocuk süper zeki! Sakın orda kimsenin yanında söylemeyin haa, Amerikan hükümeti kaçırır valla, beynini incemeye kalkar çocuğun".
İşte annemi bu yüzden seviyorum, her hali başka güzel :)))

Bu durumun çocuğu olmayan arkadaşlar arasında yarattığı etki ise bambaşka bir şenliktir. Onlar sizinle ilgili kesin ve de keskin yargılamalara varmışlardır çoktan: "o mu, ha o artık anne oldu, sizlere ömür yani, hohaha". Ya da "aman tek muhabbeti çocuk oldu, dünyada başka şey kalmadı sanki" derler. E yoktur aslında, anne için bebek birey olana kadar dünyada başka bir şey yoktur. Daha doğrusu anne çocuğunun birey olduğunu kabul edene kadar. Örneğin YavruSu son iki aydır bağırıyordu benim de kendime ait isteklerim var, birey oldum artık, kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyorum diye, itirazlar alıp yürümüştü başını, bir ayran bile içiremez olmuştum artık ama kabul edemiyordum, bakınız 13 aylıkken çekilmiş bir videosu: Aslan YavruSu Cadı AnaSu'na karşı:


E artık o ayranını kendi içmeye başlayınca, ben de bari kendim için bir 'ayran bulayım içmeye' diyerek giriştim hayat kavgasına...

İşte böyle, kendime gelmem tam 15 ay sürdü. Sonunda sadece kendimin olduğu bir profil resmine geçebildim :) 2 yıl sonra kuaföre gidebildim. Sonunda peki ben ne yapıyorum, şu hayatta ne yapmak istiyorum, 'büyüyünce' ne olucam diye düşünmeye başlayabildim. Farklı ayran kurguları yaptım, en sonunda birinde karar kıldım (detaylar haftaya). Mutluyum ve de gururluyum; artık 'kendime geldim'.

Ve fakat, blogun ismini AnaSu olarak değiştirmeyeceğim :) çünkü bu blog benim anne olduktan sonra yaşadıklarıma dair bir blog, tabii ki içinde YavruSu da olacak. Zaten başka bir söz de der ki, "her anne çocuğuyla birlikte yeniden doğarmış". Ben de YavruSu'yla birlikte yeniden doğdum, yeniden öğreniyorum hayatı, yeniden sorguluyor, yeniden soruyorum, anladığımı sandığım bazı şeyleri hiç anlamadığımı anlıyorum. Hayatı anlamaya çalışıyorum. Bir çocuğun gözünden bakmaya çalışıyorum. Başka annelerin yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum, bazıları iç yakıyor, hem de çok derinden ama yaşadıklarına rağmen "dünyaları kucaklayan bu kadınlara" saygı duyuyorum. Arto Tuncboyaciyan, "Hergün dünyaya birileri doğuyor, birbirlerini görmeden düşman oluyorlar, neden? Bizlerden dolayı. Çocukların kabahati yok." demişti geçen sene. Ben de 'kendime geldiğim' şu günlerde Ermenilerin sürekli olarak maruz kaldığı tehditkar davranışlar dolayısıyla onun bu şarkısıyla veda etmek istiyorum sizlere:

Kendine Geliş Serüveni - I

Bu yazımın ilham perisi sevgili arkadaşım Güliz sağolsun, email atmış geçenlerde, "ne zamandır bloga YavruSu ile ilgili fotoğraf video koymuyorsun, kendine döndün herhalde" diye. Ben de dedim ki 15 ay sonra sonunda kendime geldim :)

Annelik gerçekten çok acayip bi'şeymiş. Beddua mı, iyi dilek mi bilemiyorum ama "anne olunca anlarsın" sözü gerçekten o kadar çok şey ifade ediyor ki anne olunca anlarsınız ;)

Mesela ben bu "Atem Tutem Men Seni" türküsünü anne olunca anladım :) Sözleri parentez içindeki düşüncelerle oluşturulan bu türkünün ezgisi sonradan özellikle yumuşatılmış ki, millet gerçek niyeti çakmasın, mutlu mutlu bebek eyliyor zannetsin diye :)
Atem tutem men seni [atmaktan başka çaresi kalmamış, yok n'apsın, başka türlü susmuyo' ki bu velet]

Şekere katem men seni [babaya satmak için her yolu denemiş, en son şekere katıp verecek, aksi halde çekmek pek mümkün değil çünkü]

Akşame baban gelen de oy önüne atem men seni [o kadar sıkıldım kiii baban bir gelsin...]

Akşame baban gelen de oy önüne atem men seni [burası özellikle iki kez tekrarlanıyor, görsünler bütün gün bir bebekle birlikte olmanın ne kadar bunaltıcı bir şey olduğunu, gerçekten atacak yani, babanın önüne fırlatıp saniyesinde kaçacak ortamdan]
Şaka bir yana, önceleri kendiniz, kendi hayatınız diye bir şey vardır, birsinizdir, ne kadar evli de olsanız, bir partneriniz de olsa kendi hayatınızı düşünmeye devam edebilirsiniz ta ki doğurduktan bir hafta sonrasına kadar. O ilk şaşkınlık geçtikten sonra içinizden bir ses isyan eder, "bi dakka ya, senin bi hayatın vardı, n'oldu, n'oluyo ya" diye ama nafile, öyle bir değişir ki hayatınız, şaşırıp kalırsınız --diyeceğimi zannettiniz di mi, ama malesef diyemiyorum çünkü şaşırmaya bile vaktiniz yoktur. İlk yapacağınız şey, o sesi bastırmayı öğrenmektir, aksi halde canınıza okur o henüz minik bir karpuz kadar bile ağırlığı olmayan ama tüm insan ayrıntılarına sahip ufacık bebecik. Siz mutsuzsanız o da mutsuzdur çünkü. Öyle bir yıkar ki ortalığı, ikiniz de yorgun düşüp sızana dek ve artık bu hayatta bir değil iki kişi olduğunuzu kabul edinceye dek sürer gider.

Bu birlik durumu önce kelimelere nüfuz eder. Konuşmalarda artık 'biz'sinizdir. "Teyzesi biliyo musuuun, biz bugün ilk kez katı gıdaya geçtik". "Kızım sen 30 yıldır neyle besleniyordun acaba" diye de sormaz bir allahın teyzesi. Ya da mesela daha çocuk ilk kez bir şey görür ama anne hemen koyar yargıyı, "yok yok sevmedi onu kaldır kaldır, baksana çocuk istemiyo işte". Aslında anne sevmemiştir ama bu "bir ben vardır bende benden içeri" durumu artık iki benli olduğundan çocuğun neyi sevip sevmediğine bile anne karar verir.

Sonra bir de profil resimlerinize yansır bu annelik halleri: çocuğunuzla birlikte en mutlu anınız - ki bu fotoğraflaması oldukça zor bir andır, çünkü yeni doğmuş bir bebekle resme yansıyan genellikle şaşkınlık veya gözlerden akan uykusuzluktur. O yüzden bazıları sadece çocuklarının resmini koyar, biz de onlara rahmet dileriz burdan.

Şaka bir yana gerçekten çok zordur ilk aylar. Hele bir de emziriyorsanız vay halinize. Gündüz ayrı, gece ayrı mesai ister. Her saniyenizi adamak zorundasınızdır, uyku yüzü, arkadaş yüzü, ve aslında bebeğiniz dışında herhangi bir insan yüzü göremediğiniz için partnerinizin yüzüne bile yabancılaşırsınız bir süre sonra. "Senin yüzün mü büyüdü, çok tuhaf görünüyorsun" diyalogları yine ancak anne olunca anlaşılabilir.

Ama harap ve bitap düşmüş olsa dahi mutludur anne. Başka birşey görmediği için zavallı, bebeğinin yaptığı en ufak harekete bile zaten kaldırmış olduğu aklını biraz daha kaldırır ve rekora doğru koşar. Mesela, yavrusu ilk kez kendi kendine osurduğunda --ki dünyadaki gaz problemi bunun yanında hiç kalır ona göre-- yaşanılan sevinç ve heyecan gerçekten tarif edilemez. Öyle ki, baba çalışıyorsa, akşam eve geldiğinde şöyle bir diyaloga şahit olmak işten bile değildir.
Kadın: (Daha merhaba, hoşgeldin bile demeden, dudakları kulaklarına varan bir gülümseme ile) Bugün 'seninki' [sanırım erkeğin de olaya adapte olması amacıyla böyle bir söyleyiş kullanılıyor] ne yaptı biliyor musun?

Erkek: (Çok yorgundur ve boş boş bakar, herhangi bir tepki vermeye bile takati yoktur)

Kadın: (Neredeyse sevinçten ağlayacak şekilde) KENDİ KENDİNE OSURDUUUU!

Erkek: (eğer ilgili bir babaysa veya karısının tırlattığını düşünüp korktuğunu çaktırmak istemiyorsa) "Ne diyosunnnnn???" der

Kadın: Evet, evet, evet, evet, osurdu, kendi kendine osurdu :))))))))))))))

Erkek: Hadi bunu kutlayalım.
deyip bir şampanya patlatır. Aslında adamın niyeti başkadır ama öyle olsa ne yazar. Yani diyelim ki adam, kadının bu mutlu anını fırsat bilip kutlama niyetine aylardır birlikte giremedikleri yatak odasına doğru bir hamle yapmaya kalkışsa, kadının adama, bu derece 'kutsal' bir zamanda böyle bir şeye niyet etmesi dolayısıyla fırlatacağı o korkunç bakış yetmiyormuş gibi bir de bebek o dakikada avazı çıkmış gibi bağırmaya başlayacaktır, aylar sonra biraz olsun ilgi bekleyen adam, yine gidip içkiye verecektir kendini nasılsa. E akıllı adamsa bunu tahmin edip direkt açar rakısını, şarabını, kutlama hesabına götürüverir bari birkaç kadeh de stres atar. Kadın da böyle ota boka sevinerek hayatına devam eder. Zaten bu deyim de muhtemelen bir anneyi gözlemleyen bir ata tarafından literatüre sokulmuştur.

Neyse ki hayat hep böyle b.ktan devam etmez. Güzel şeyler de olur arada. Ve de neyse ki beyindeki doğum acısını unutturan mekanizma, annelikte de yaşanan zor zamanları silmeye yarar da keyifli ve zevkli anlar daha çokmuş gibi görünür :)))

Bu tabii bloglara da yansır. Dışardan bakanlar, annelik bloglarının gerçeği yansıtmadığını, herşeyin laylaylom çizildiğini söyler. Yansıtsın da gör bakalım sen! Kadının bütün gün çektiği çile; üstüne zeka yaşı da, duygusal yaşı da tüm gün boyunca 3'ün altında seyrettiği yetmiyormuş gibi, güç bela yavrusunu uyuttuktan sonra gelip bir de dertlerini mi yazacak, tabii ki güzel şeyler yazacak, yoksa toptan gitsin atsın kendini bir yerlerden. Bu blog olayı bir nevi morfin gibi, yaşadıkların etrafındaki insanlardan o kadar farklı ki sanal alemde de olsa kendin gibi hayatlar olduğunu görmek insana bir nebze olsun moral veriyor. Aaa, Zekiye'nin Uzaylısı da bugün yeşil mıçmış, ne güzel yalnız değilim deyip mutlu oluyorsun, işte böyle kendini avutuyorsun :)

March 19, 2010

Bisikletiniz Ner'de?

Karikatür kaynak: Byskyling

Bugün hayatımın geri kalan kısmının ilk günü. Çok mutluyum çünkü okula bisikletle geldim :) Tamam bahar tatilinde okula gelmek pek de mutlu olunacak bir şey değil ama ben mutluyum. Tatilde de çalışmak icap ediyor ama hakkını yemeyeyim şimdi, sinemaya bile gittim, hem sonra bloga haftada 1'den fazla yazı yazabiliyorum. Mutlu olmak için bahanem çok yani ;)

Uzun süredir bisikletle ilgili yazılar okuyor, haberler görüyordum. Hiç arabasız, sadece bisikletle hayatlarını sürdüren insanların hikayelerini okudum, hatta biriyle burda aynı dersi almışlığım bile var :) Şaşırdım --niye şaşırıyorsam. Sanki herkesin arabası varmış, sanki insanlar binlerce yıldır araba kullanıyorlarmış gibi. İlk buharlı araba 1769'da, ilk gazlı araba da 1885'de icat edilmiş, sadece 125 yıl önce. Ayrıca Henry Ford yüzünden sadece tüm dünyaya yaygınlaştırılmakla kalmamış, bir de fordizm denilen lanet üretim sistemi çıkmış ortaya; ve kitlesel üretim, kitlesel tüketimi de getirmiş beraberinde. Bari buharlısı, güneş enerjilisi, elektriklisi olsaymış. Gazlısı değil ama. Hele bugün bisikletle yolculuk yaparken maruz kaldığım egzos şiddetinden sonra iyice anladım ki gazlısı değil! İnsan anne olmadan anlamazmış derler ya, ben de iddia ediyorum ki insan bisiklete binmeden anlamazmış. O egzos dumanını içine çekmeden arabaların yarattığı çevre kirliliğinin farkına bu derece varamazmış.

Bisiklet başka bir şey. Tabii ki bir seferde böyle bisiklet delisi olmadım, bunun bir evveliyatı var. Efendim, ben ilkokuldayken, bisiklet mafyasının başına geçmiştim ;) Pinokyo bisikletimden sonra sahip olduğum BMX, beni mahallenin en havalı bisikletçisi yapmıştı. Çete halinde dolaşır, şehrin altını üstüne getirirdik. Girmediğimiz delik, açmadığımız kapı kalmamıştı, birlikte bilim kurgu hikayelerinin en kraliçesini yazardık. Bendeniz, o yıllarda gece gündüz bisiklete binerdim, bisikletten başka oyuncağım yoktu; ha bir de lastiğim, 3-4 metre civarında bildiğiniz beyaz don lastiği... atlamanın geldiği son nokta, 'boyunlar'da bile yılmadan büyük bir zevkle oynadığımız paha biçilemez dakikalar. Mümkün mertebe ikisiyle birlikte uyumak isterdim. Ama takdir edersiniz ki anne faktörü ve de bir bisikletle birlikte aynı yatakta uyumanın yarattığı rahatsızlık nedeniyle, bunu sadece ipimle yapardım. Geceleri ipim (şaka;) gündüzleri de bisikletimle yapmadığım hareketler yoktu: ellerini bırakma, bisikletin önünü kaldırarak gitme, kontra çekme, frenleri pompalamak vasıtasıyla hoplatarak sürme, kardeşi önüne oturtma ve direksiyonu ona emanet ederek gözleri kapalı sürme, kardeşin gözler kapatıldığında ne olduğunu merak etmesi ve tam da ablasının gözleri kapalıyken bunu denemeye kalkışması sonucunda duvara toslama ve daha neler neler... Tam bir bisiklet delisiydim yani. Sonra Anadolu Lisesine girince sadece tatillerde sürer oldum, üniversitede ise nedense hiç yanına yaklaşmadım. Ta ki bugüne kadar.

Bugün tekrar başladım. Aslında yüce amaçlarla çıkmadım yola. Her kadın gibi ben de baharla birlikte, kışın fazladan aldığım -ben diyeyim 3 siz deyin 5 kilodan kurtulmak istiyordum. Ama bisiklete binince çok farklı duygular hissetmeye başladım. Bahar yeli mi çarptı ne? İnsan bisikletle giderken çok şeyin farkına varıyormuş. Mesela kuşların sesini duyabiliyorsunuz [cik cik cik cik de ötüyor kuşlar], esen yeli hissediyorsunuz[efil efil], ağaçların köklerini, insanların yüzlerini ve daha önce orda olduğunu farketmediğiniz bir sürü detayı görüyorsunuz [tamam biliyorum fazla pastoral ve de duygusal oldu, neyse biraz da topografik takılalım], yaşadığınız bölgenin arazi yapısını daha yakından tanıyorsunuz. Tepe fakiri sandığım kasabamızda ne çok yokuş varmış meğersem, of mahvoldum valla ;) İstanbul'da olsam ne yapardım acaba? Yapanlar var, kuryelik yapanlar bile var. Bisikletli kurye mi olurmuş demeyin, bakın buraya Yıldıray yapmış ve olmuş, hem de İstanbul'da. Bisiklet taşımacılığına başka bir örnek de burada. Kendilerine burdan saygı ve selamlarımızı gönderiyoruz.

Demek ki bu gerçekten yapılabilecek bir şey. Yalnız karda kışta ne olacak onu bilmiyorum, hoş -17 derecede kayak yapabildiysem, bunu da yaparım herhalde. O motosikletli kuryelerin kıyafetlerinden giyip de, neden olmasın. Hem insanlar neden kayak yapmaya özendirilir de bisiklet sürmeye özendirilmez. Evet kayak yapmak da çok zevkli ama bisiklet daha ulaşılabilir bir şey, her yerde, her zaman kullanabilirsiniz; üstelik binlerce lira verip de donmuş kı.çınıza bakarak elde avuçta kalan 5 kuruşla evinize dönmek zorunda değilsiniz. Keşke herkes bisikletlense; toplu taşıma araçları dışında hiç motorlu taşıt kullanılmasa. Ama öyle bir endüstri var ki, daha önce de dert yanmıştım, çocuklar için envayi çeşit oyuncak araba bulmak mümkünken, oyuncak bisiklet 'nedense' hiç yok. Ya da araba ve trenin geçtiği binlerce kitap bulabilirken, içinde bisiklet olan kitap yok denecek kadar az.

Ama güzel şeyler de var. Mesela şu sitede Denis Peck çocuğu olanlar için bisikletli çözümler sunmuş. Torsten Kjellstrand'in çektiği fotoğrafları buraya da taşıdım:


Demek ki mümkün :) Ayrıca salgılanan endorfinden midir, doğaya yakın olmaktan mıdır bilemiyorum ama bisiklet kullanmak sizi kesinlikle daha mutlu yapıyor.

Bir de tabii dünyaya olan katkıları var. Egzosdan yayılan zehirli gazlar, sadece insanlara değil tüm canlılara zararlı, hatta dünyaya da. Bu gazlar malesef iklimleri değiştirmeye, dünyanın dengesini bozmaya başladı bile. Bir de trafik çilesi var ki... çoğumuzun hayatından götürdüğü zaman yetmezmiş gibi bir de sinir sistemimize savaş açmış durumda bu canavar! Bunun için dünyada pek çok büyük şehirde birtakım önlemler alınıyor. Örneğin, Chicago, New York gibi şehirlerde fahiş fiyatlarda otopark uygulaması yapılıyor, Atina'da tek çift plaka uygulaması var. Tabii ki çabalar henüz çok yetersiz. Dileğim tüm devletler bir an önce Kyoto'yu imzalar. Ama bunu beklemeye gerek yok. Biz de bir şeyler yapabiliriz. Tamamen vazgeçemesek de araba kullanımından, ufak ufak azaltabiliriz. Ve gönül ister ki yakın zamanda tamamen bisikletli bir yaşama geçeriz.

Dünya umrunuzda değilse, kendi hayatınızı umursamıyorsunuz bile, çocuklarınız için binin bisiklete! Değil mi ki annenin görevi yaşatmak; öyleyse çocuğunuzu yaşatmak için, içine çektiği havanın onu zehirlememesi için, yaşadığı dünyanın yaşaması için binin bisikletlerinize.

Yeşil günler dileyip sorayım ben de öyleyse: baylar, bayanlar, merdivenden kayanlar, analar, babalar, sevgideğer bebekler, söyleyin bakalım


March 17, 2010

Alis gerçekte hangi diyarda? / Başka bir bilim kurgu mümkün!

Bahar tatili dolayısıyla 15 ay sonra ilk kez sinemaya gidebildik :) Yaşasın bahar! Hoş, filmden çıkınca, bizim kuzu daha eğlenceli, film de ne ola ki diye yaptığı şebekliklerden konuşmaya başladık (anne-baba olmanın yan etkileri, aman dikkat!) ama yine de 3 boyutlu sinemanın geldiği son noktayı izlemek çok keyifliydi (neyse hala umut var galiba bizim için :) Gerçi, reklamlardaki animasyonlar, filmdekinden daha iyi gözüküyordu ya, neyse.

Şimdi filmin kendisine dönecek olursak, efendim, filmimizin kahramanı, Alis, bir kadın; tabii ki güzel bir kadın. Beyaz, ince ve zarif; hatta, o akıl almaz canavarlarla savaşırken bile çok zarif. Bir o kadar da başına buyruk. Kendisinden evlilik konusunda bir karar vermesi beklenirken, onca insanı tören alanında bırakıp tavşanın peşinden harikalar diyarına iniyor. Burada 'wonderland' diye duyduğu yerin aslında 'underland' olduğunu öğreniyor, hem gerçekten yerin metrelerce altında, hem de bir nevi bilinçaltında yaşananlar sanki. Kahramanımız Alis, bu 'underland'de görüyor ki, her fantezi kitabı ve filminde olduğu gibi iyiler ve kötüler diye keskin sınırlarla ayrılmış tiplemeler var. Yalnız buradaki iyiler saflıkla aptallık arasındaki ince çizgide gidip geliyorlar. Klasik iyiler gibi değiller, biraz daha tuhaf halleri. Herneyse, burada, yani underlandde türlü türlü maceralar yaşıyor Alis; kah büyüyor, kah küçülüyor ama beyaz prenses (tabii ki o iyiyi temsil ediyor) sayesinde 'normal' boyutlarına ulaşıyor. Çünkü anormallik kötülere, kendini bilmezlere has, ha bir de delilere. İyi olmak için 'normal' olmak gerek, taşkınlıklar kabul edilemez bu bölgede. Keza, kırmızı prenses beyaz prenses gibi değil, vücudunun kafasına oranı bir bölü beş. Ve o kötü, öyle kötü ki ordusunu toplayıp kız kardeşi ile savaşmak üzere sefere çıkıyor. Ve nasıl oluyorsa oluyor, bütün bir film boyunca silah kullanmayı reddeden barışçı Alis, bir anda değme aksiyon filmlerindekilere taş çıkartacak şekilde bir performans sergiliyor ve kırmızı prensesin gönderdiği korkunç ejderhayı kılıcıyla ikiye ayırıyor. Ejderhanın kafası ağırçekimde yere düşerken bile hiçbir şey hissetmiyor!!! Bundan sonra bir seçim yapması gerekiyor. Eğer isterse, harikalar diyarında, kafayı sıyırmış ama iyi arkadaşlarıyla kalabilir ancak o cevaplamam gereken sorular var deyip yukarı çıkıyor. Bizde bir heyecan başlıyor ve beklediğimiz gibi 'alternatif' son vuku buluyor: lordun evlenme teklifine cevabı hayır oluyor. Ben şahsen bu sahnede çok etkilenmiştim, vay be dedim ne feministmiş şu Alis! Ama malesef film burada bitmiyor. Alis, lordun babasıyla birlikte şirketin başına geçip Çin'e, uzak doğuya gitmek için gemiye biniyor. Yani görüyoruz ki, evlenmenin alternatifi kariyer sahibi olmak ve "kolonicilikmiş" (Özlem Aslan, 2010)!!! Ne kadar şaşırtıcı değil mi???

Bir diğer nokta da, yazarın sapıklık derecesindeki çocuk aşkı. Lewis Carroll'ın, Alis karakterini hayranlık duyduğu 11 yaşındaki bir kız çocuğundan esinlenerek oluşturduğu söyleniyor. Kendisi inkar etse de yaptığı çıplak çocuk resimleri, anatomik veya masum bir sanatı değil, basbayağı erotizmi yansıtıyor (bkz. Wikipedia). Bilmem tesadüf müdür, Alis'in lordla evlenmeyi reddedip lordun babasıyla birlikte gemiye binerek bulunduğu yeri terk-i diyar eylemesi.

Şimdi düşünüyorum da, bu senaryoyu bir kadın yazsaydı nasıl olurdu acaba? Evet, iyi erkek yazarlar, alternatif muhalif sanat yapanlar, ve saireler de var ancak yine de kadınların daha çok yazması edebiyatı daha da özgürleştirecektir diye düşünüyorum. Örneğin Ursula K. Leguin'in fantezi edebiyatına kattığı şeylerin yanısıra, onun klişelerini altüst ettiği pek çok yazını da mevcut. Okurken kaptırıp hayal ettiğiniz bir karakterin tasvirini yaptığında, yaşadığınız duvara çarpılmışlık duygusu tarif edilemez. Onun karakterleri kesin sınırlarla ayrılmış iyi ve kötü yaratıklar değil. Genç, güzel, beyaz, zarif, 'doğru', 'normal', mükemmel kadın ve erkekler hiç değil. İyinin de kötünün de kendi içimizde olduğunu, gölgemizle yüzleşmekten korkmamamız gerektiğini söyleyen Ursula K. Leguin'in en çok değer verdiği şey değişim çünkü. Anaerkil ve anarşist bir toplum inşa ettiği Mülksüzler romanında, gezegenler arası barış ödülünü verdiği hayatı boyunca değişimin bir parçası olmuş yaşlı bir kadının hayatından kesitler sunduğu Bağışlanmanın Dört Yolu'nda, ve diğer tüm romanlarında hep değişimi anlatır, ve değişimden korkmayanları. Barışçı, çevreci ve feministtir onun bilim kurgu romanları. Velhasıl kelam, görürsünüz ki okudukça, 'farklı' 'kahramanların' yaşadığı, 'farklı' 'diyarlarda' geçen başka bir bilim kurgu mümkün!

March 12, 2010

Hayatın amacı?

Peki amaç ne, hayatın amacı ne? Bütün dersler bittikten, en iyi notları aldıktan sonra ne yapılacak? Para kazanmak mı? Evet olabilir, sonu yok ama, bu bir amaç. Bazı insanların amacı iyi bir iş sahibi olup para kazanmaktır. Benim böyle bir amacım olmadı hiçbir zaman. Belki yaşadığımız ataerkil sistemde erkeklere daha çok empoze ediliyordur "aile geçindirmek için para kazanmak gerektiği", ama bizde böyle bir şey yoktu. Keşke olsaymış; belki biriktirdiğim paralarla hayatta güzel amaçları uğruna çalışan Banu, Yıldıray gibi insanlara yardım edebilirdim. Böylelikle çocuğuma daha yeşil, daha güzel bir dünya bırakmak için bir şey yapmış olurdum.

Bir başka amaç da 'gününü gün etmek', 'gezip tozup eğlenmek' olabilir. Bundan pişmanlık duymadıktan sonra sorun yok, bu da bir amaç. Ama çalışamadığınız zamanlarda sürekli pişmanlık duyarak yaşıyorsanız, içiniz içinizi yiyorsa, bir sorun var demektir. Hele de pişmanlığa rağmen dönüp işinize/araştırmanıza bir türlü konsantre olamıyorsanız. Ya da, o yerlere göklere sığdıramadığınız pek değerli çocuğunuza ayıracağınız yine çok değerli olan vaktinizi amaçsızca internette dolaşarak, 5 dakikada bir e-maillerinizi çek ederek geçiriyorsanız; hala kendiniz yaratmıyor, "önünüze gelen herşeyi alkışlıyor", "kendi sesinize hayranlık duyuyorsanız", o zaman bir sorun var demektir. Hem de ciddi bir sorun.

Herşeyin sayısallaştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Herşey ölçülüp biçiliyor ve birtakım rakamlarla karşılaştırmalar yapılıyor. Bebeklere daha doğar doğmaz yenidoğan testi yapılıyor. İlk dakikada ilk notlarını alıyor yavrucaklar. Sonra her ay birtakım persentillere göre boy, kilo, baş ölçüleri değerlendiriliyor, bebeklerin hangi ayda neyi başaracağına dair rubrikler hazırlanıyor, kitaplar yazılıyor, kaç kelime konuştukları, kaç cümle kurdukları, herşey ama herşey ölçülüyor. Okulda notlar, kursta şablonlar, işte performans, ve daha nice testler, değerlendirmeler hayatın her anında karşımıza çıkıyor...

Örneğin benim şu anda çalıştığım bilim dalı, akademisyenlerin üretkenliği ile kafayı bozmuş durumda. Üretkenlik derken, yayınladıkları makale sayısı, kaç referans aldıkları, kaç referans verdikleri, kimlerle birlikte yazarlık yaptıkları, her hareketleri ölçülüyor. Bunun için her gün yeni metotlar geliştiriliyor: bibliometrics, informetrics, scientometrics, zartometrics, zortometrics. Metrics de ölçübilim demek. Yani artık ölçünün de bilimi yapılıyor, bilim de ölçüme tabii tutuluyor. Ama kimse dönüp de bu insanların ne yazdığına, bilim adına ne yaptıklarına bakmıyor. Öyle ki ünlü bir araştırmacı, ordan burdan hiçbir bütünlüğü olmayan cümleleri biraraya getirip bir makale oluşturuyor ve yayınlanması için bir dergiye gönderiyor, tahmin edin ne oluyor: tabii ki makale yayınlanıyor, çünkü adamın binlece referansı var!!!
Yine çok uzun yazdım. O yüzden yazının bu bölümünü sonradan yayınlamak üzere kestim, kısa yazmam lazım artık, çoğu insan bu yüzden okumuyor diye düşünüyorum ama yapamıyorum. Hayır yorumlarını bari kısa yap di mi! OIP yakında beni de çizecek, 'bir de mahlenin delisi var, yazılarını milletin blogunun yorum kısmına yazıyor' diye. Neyse, annelik hallerine dair yazalım demiş Özgür. Benim de aklımdaydı bunlar ne zamandır, derleyim toplayayım dedim.

Uzun lafın kısası, demek istiyorum ki çocuklarını yetiştirmeye çalışan anneler, bundan vazgeçin, çocuklarınızı 'yetiş'tirmeyin, bu sistemde yetişip de başlarının göğe ereceği bir yer yok. İsterseniz erdiğini düşündüğünüz başlarla konuşun da görün bakın ne haldeler. Çocuklarınızı testlere, ölçümlere, kıyaslamalara tabi tutmayın. Soru sormaları, tutkularının peşinden gitmeleri, dünyayı kendileri keşfetmeleri daha önemli. Onları hazır aktivitelere boğmak, yaratıcılıklarını örseleyebilir, hazır müfredata sokmak kişiliklerini. İçlerinden gelerek, doğal bir şekilde yaptıkları şeylere aferin demek, sonra bizden veya öğretmenlerinden aferin almak için, bizi mutlu etmek için çalışmalarına yol açabilir. Bırakın kendileri olsunlar, kendileri bulsunlar, öğretmenim ne der, patronum ne der, içinde bulunduğum toplum ne der diye düşünerek kendilerini engellemesinler; ille biri ne der diye düşüneceklerse de "insanlık ne der" desinler.

Bizim henüz okul konusunda bir karar vermek için vaktimiz var, ben şu anda Başak'ın bahsettiği 'unschooling'e umut bağlamış durumdayım. Ancak okul olayı olsa da olmasa da birçok şey ailede bitiyor, sizin nelere değer verdiğiniz, onun hayatı için de belirleyici oluyor. Örneğin sizin google readerınızdaki haber sitelerinin diğerlerine oranı 1/10'u geçmiyorsa, çocuğunuzun da çevresine ne kadar duyarlı olacağını kestirmek pek zor değil. Siz kendiniz hiç kitap okumuyorsanız, çocuğunuza aldığınız kitapların kısa sürede bir kenara itilmesi işten değil. Çocuk merkezli hayat, sürekli onlara meşgale bulup onları mutlu etmeye çalışmak, onların bireyci bir insan olmalarına, etraflarına karşı duyarsız kalmalarına yol açabilir ve bu konuda daha bir sürü şey söylenebilir ama ben yine Can Yücel'in Alkış ve Yuha şiirine bağlanmak istiyorum. Bu şiire burda 3. kez yer verişim ama Can Yücel’in bunu gerçekten çok güzel ifade ettiğini düşünüyorum. Sevgi ve saygılarımla...

Alkış ve Yuha
her alkışa bir yuha
17 aylık oldu ali bey ve benim torun
rüzgarı alkışlıyor
tutulan bir gümüş balığını alkışlıyor
önüne konan karpuzu alkışlıyor
kendi sesini alkışlıyor
dileğim o ki:
büyüdüğünde de çevresinde er geç dönecek boklukları da
aynı heyecanla yuhalasın yeri göğü inletircesine..

March 11, 2010

İyi de, bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak???

Yaptığınız işi sevmiyorsunuz, sizi körelttiğini düşünüyorsunuz. Mutsuzsunuz. Cuma günlerini iple çekiyor, Pazartesi günü sürünerek kalkıyorsunuz. Konsantre olamıyorsunuz, beş dakikada bir e-maillerinizi 'çeketmek' istiyorsunuz; hatta çok çok sevdiğiniz yavrunuzla bile kafanızı tamamen vererek rahat bir şekilde oynayamıyorsunuz. Bazen en ince ayrıntılara takılıp sabahlara kadar çalışarak mükemmel bir iş çıkarıyorsunuz, ama bazen de tamamen boşveriyorsunuz. Patronunuz/müşteriniz/hocanız yaptığınız işi beğendiğinde dünyalar sizin oluyor ama bir sonraki işte, bu güvenle tam tersi bir performans sergiliyorsunuz. Bazen işiniz uğruna dünyayı görmezden geliyorsunuz, bazen de yaptığınız işten nefret ediyorsunuz.
Peki bir idealiniz var mı? Yapmak istediğiniz, uğrunda gecenizi gündüzünüze katıp çalışacağınız herhangi bir şey var mı sizin için bu dünyada? Değiştirmek istediğiniz, öğrenmek istediğiniz??? Yoksa siz de günlerini amaçsız bir şekilde geçirip ufak ayrıntılarla ‘to do’ listenizi doldurup hiçbir zaman tamamlayamayanlardan mısınız?
* * *
Çocuğunuz emeklesin, yürüsün, konuşsun, okusun, yazsın istiyorsunuz. Uyku, katı gıdaya geçiş, tuvalet eğitimi, vs. konularında çokça okuyor, araştırıyor, en iyisinin ne olduğunu düşünüyorsunuz. İrili ufaklı birtakım halkaları bir çubuğun üzerine dizsin, renkleri ve şekilleri eşleştirsin, puzzlelar çözsün, en iyi aktivitelerle zekasını, becerisini geliştirsin istiyorsunuz. Bazen de umursamıyor, öylesine yaşıyor, sonra da "çocuğumun gelişimi için hiçbir şey yapmıyorum, ona daha çok kitap okumalıyım" vs. diye pişmanlık duyuyor, ertesi günü, aşırı bir şekilde ilgilenmeye başlıyorsunuz, ama bir süre sonra yine umursamıyorsunuz. Çocuğunuzun becerileri konusunda hayrete düşüyor, yapabildikleri ile gurur duyuyorsunuz. Onun için günlükler tutuyor, kayıtlar alıyor ve bunları tanıdık tanımadık herkesle paylaşmak istiyorsunuz ve bunun için çok kıymetli zamanınızı başka hiçbir şey için olmadığı kadar rahat bir şekilde harcıyorsunuz.

Peki onun geleceğini gerçekte ne kadar düşünüyorsunuz? Herkes gibi konuşup yürüyüp okula gidip mezun olduktan sonra nasıl bir dünyayla karşılaşacağını hiç düşünüyor musunuz? Bir iş sahibi mi olacak? Kariyer mi yapacak? Yazının başındaki anektotları o da mı yaşayacak? Onu nasıl bir dünya bekliyor?

Bu dünyaya çocuk getirilmez diye düşünenlerden değildim --dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmeme rağmen. Belki kendimi tatmin etmek için, belki üreme içgüdüsünden, belki de sırada bu olduğundan. Okul-İş-Evlilik-Çocuk: İlahi amaç!!! Bitmedi! Veee 2. çocuk!!! Daha da ilahi! En kutsal!
Peki kim belirledi bunun sırasını? Neden bu şekilde yaşanıyor hayatlar? Başka bir dünya mümkün değil mi? Ben yavrumun benim yaşadığım gibi bir hayat yaşamasını istemiyorum. Ne var senin konumunda diyebilirsiniz, ukalalık ettiğimi düşünebilirsiniz. Çünkü insanlar ne çileler çekiyorlar, ne zor şartlar altında okuyorlar. Bense Türkiye'nin iyi üniversitelerinden birinden mezun oldum geldim Amerika'da doktora yapıyorum. Aman ne havalı (!) Yetmedi, kendi evimde oturuyor, kendi arabamı kullanıyorum, iyi bir ailem ve arkadaşlarım var ve ben kalkmış hala konumumdan şikayet ediyorum. Ne büyük ukalalık değil mi? Küçük burjuva bunalımları bunlar, sen dert görmemişsin diyebilirsiniz. Evet görmedim, duymadım, bilmiyorum. Aslında belki de 3 Maymunu oynuyorum.

Geçenlerde Hülya yazmıştı başarılı anne-babaların çocuklarının elem kaderi hakkında. Ben işte o ikinci kuşak, kayıp kuşak oluyorum. Benim babam, köyünde okul olmadığı için karda kışta kilometrelerce yol yürüyerek okula giden, adı Yılmaz, kendi yılmaz bir adammış. Kendisi pek imkansız, pek ilgisiz büyüdüğü için, bizim hiçbir şekilde en ufak bir sıkıntı çekmemize göz yummamış, herşeyimizle ilgilenmiş. Derler ya, yediği önünde, yemediği ardında... Hala kalkmış şikayet ediyorum. Annem babam yüzünden, hayatta hiçbir şey için çaba göstermem gerekmedi. Tabii, bir tek derslerim dışında. Oldukça özgürlükçü ve demokratik bir ailem olmasına rağmen, dersler söz konusu oldu mu akan sular dururdu. Evdeki hiçbir işe dokunmayıp odama gidip dersimi çalışmam, yapmam gereken tek şeydi ve benden başka hiçbir şey beklenmiyordu. “Sen bırak, dersine bak” cümlesi öğrenim hayatımda en çok duyduğum cümle oldu. Çünkü en önemli şey derslerdi. Ben de bıraktım; derslerimi etkilememesi için herşeyi bıraktım, ev işlerine yardım etmeyi, bisiklete binmeyi, voleybol oynamayı, gitar çalmayı, dans etmeyi, arkadaşlarımla okuma yapmayı, herşeyi, herşeyi bıraktım.

Şimdi ne alakası var bunların YavruSu'yla diyeceksiniz. Şöyle; dün, Alis'in Diyarı'nda "Turning Children Into Race Horses" başlıklı yazıyı okudum. Almanya'da okumuş biri olarak Türkiyenin eğitim sistemi ile ilgili yazmış Janset. Çocukların yarış atı şeklinde yetiştirildiğini, tüm gün okul, ardından etüd, haftasonu dersane, sınavlar, SBS, ÖSS, vs, vs. dolayısıyla çocukların çocukluklarını yaşayamadığını, mutsuz olduğunu söylemiş. Ben de bu çocukların yalnızca çocukluk döneminde değil, büyüdüklerinde de mutsuzluklarının devam ettiğini söyledim.

Ailesi derslere ve nota önem vermemiş olanlar için durum farklı olabilir ama benim için böyle. Tez konumu seçmem gerekiyor, sorular sormam gerekiyor. Birtakım sorular var ancak bunlar benim sorularım mı bilmiyorum. Şu anda, 32 yaş itibariyle, gerçekten mutsuzum, hatta bunalımdayım yani o derece. Çünkü daha önce hayatın bu aşamasına dair hiç kafa yormamışım. Benim için tercihler yapılmış, bu çocuğun şuna yeteneği buna ilgisi var diye çizgiler belirlenmiş. Ama kimse bu dünyada ne yapmak istersin, neleri değiştirmek istersin, neleri öğrenmek, neleri bilmek istersin dememiş, herşey önüme hazır olarak gelmiş. Bana da çizilen sınırlar çerçevesinde önceden tanımı yapılmış 'başarılı' olmak kalmış.

"Biz senin için bilmen gereken şeyleri hazırladık, soruları da sorduk, adına da müfredat dedik". Müfredat ne ya??? Şimdi de "Yetişek" diye değiştirmeye çalışıyorlarmış. Pardon neye yetişek, her sene bir yenisi daha eklenen, depresyon tanısının ortaokul çocuklarının seviyesine inmesine sebep olan sınavlara mı? Mümkünse yetişmeyek, müfredatınız size kalsın. Bunlar hayattan çok uzak. Oysa biz hep çocuklarımızı hayata hazırlamaya çalışmıyor muyuz? Çocukken sorardık ya, "peki bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak" diye, hep de susturulurduk. Niye susturulduğumuzu anladım. Çünkü bunun cevabı yok, çünkü onlar da bilmiyorlar, çünkü biz de bilmiyoruz. Bunlar sadece gerçek hayatı örtbas etmeye yarayacak şeyler, gereksiz detaylar. Senin görevin, sorularını tutkularını bastırıp bu sisteme bir şekilde entegre olmak. Şu binlerce sayfayı ezberleyip, birbirinin aynısı olan onbinlerce soruyu çözmek, iyi bir üniversiteye kapak atmak. Tabii ki arada müzik de yapabilirsin ama ancak boş vakitlerinde, ya özel dersle ya da altın çocuk müzik kursunda klasik parçaları, notada yazdığı şekliyle çalarak, ve tabii ki sadece hobi seviyesinde. Müzik dedik, dans, resim dedik, siyaset nerden çıktı, haşa! Öğrenci dediğin yurdunda uslu uslu oturup dersini çalışır, dünyada olup bitenle ilgilenmez, burnunun ötesine bakmaz!!! Bakanı da kategorize eder, isim koyar, yaftayı yapıştırıp, illegalize eder, ispiyonlar, hatta gerekirse üzerine yürür, satırla bile biçer, en sonunda yaptığı işleri gururla gösterip en ufak niyeti olanları bile depolitize eder! Öğrenci dediğin öyle tiyatroya, eyleme gitmez; ama diskoya bara gidebilir, orda 'çılgınca' eğlenip halay çekebilir, kusana kadar içip sokaklarda her türlü taşkınlığı yapabilir, ancak öyle her istediği dilde şarkı söyleyemez, söylerse sırtına kurşunları yer, hem de 1-2 değil tam 15 tane yer!!!

Hamileliğin Keyfi

Geçenlerde hamile bir arkadaşım kocasını tenis izlerken seyrettiği sırada facebookta durum güncellemesi yapıp kısıtlanan hareketlerinden dem vurmuş; "hoplayıp zıplayıp koşmak, bisiklete binmek" istiyormuş artık. Ben de onu teselli ettim, dedim ki "sen hiiç merak etme, çok yakında o da tenis falan oynayamayacak. Sen de kalan son hamile günlerinin tadını çıkarmaya bak". O da muhtemelen ne dediğimi anlamadı ve beni 'gıcık' addetti.

"Hamileliğin keyfini çıkar!" cümlesini ben de hamileyken duymuş; ancak, YavruSu'yla birlikte 1 hafta geçirene kadar ne denmek istendiğini anlayamamıştım. Çünkü hamileyken size hiç öyle gelmiyor. Yani üzerinizde onlarca kilo, hergün gözlerinizi yuvalarından fırlatacak kadar büyüyen göbeğiniz, hormonlar dolayısıyla yaşadığınız aşırı duyarlılık halleri, ilk aylarda ve son aylarda tesir eden mide problemleri, kabızlık, kramplar, nefes darlığı, bel ağrısı ve daha niceleri... hiç de öyle keyfi çıkarılacak şeyler değil gibi. Bir tek keyifli yanı içinizdeki yaratığın mucizevi bir şeklide kıpır kıpır oynaması oluyor, o da idrar torbanızın üzerinde esneme hareketleri yapmadığı zamanlarda.

Amaaaa doğumdan sonraki hafta öyle bir nevriniz dönüyor ki! Hamilelik günlerinizin 'keyfini' aramaya başlıyorsunuz, hem de fellik fellik. Önce haksızlık bu diye düşünüyorsunuz, kimse böyle olacağını söylememişti. Yani, hamileliğin keyfini çıkar derkenki iç çekişlerinden birşeyler hissetmiştim ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Çocuk olayı gerçekten çok zormuş, öyle ki hamilelik hafızanızı bile siliyor. Zaten aşağıdaki grafikte göreceğiniz üzere milat doğumda dönüyor.



Grafikle ilgili notlar:
1. Grafikte gördüğünüz gibi milat evlilik gibi gözükse de aslında çocukta başlar.
2. Mor renkle çizilen fonksiyon kadını, yeşil renkli olan da erkeği temsil etmektedir.
3. Grafikte görüldüğü üzere doğum sonrası kadın negatif modlara doğru inişe geçer. Erkeğinse her ne kadar 'rengi atmış' olsa da zaman içerisinde  'pozitif' yönde ilerlemeye devam eder.

Tamam, çok da gözünüzü korkutmayayım. Çocuklu hayat da güzel, gerçekten! İnsan denen canlı öyle bir evrimleşmiş ki her türlü zorluğun üstesinden gelebiliyor, 'multitasking'de mucizeler yaratıyor. Mesela, ben bir mememde bebeğim, diğerinde pompa, bilgisayar başında bir yandan çetleşip diğer yandan da araştırma yapabiliyorum :) Ayrıca her geçen gün daha keyifli hale geliyor. Zaten, evrim teorisine göre, çocuklarından keyif alanlar varolmuş, diğerleri haliyle elenmiş. Gerçi hala bazı ayılar var afedersiniz, günümüze kadar sörvayv etmişler. Cık cık cık deyip onlara burdan tüm nefretlerimizi gönderiyoruz ve çocukların sevgi, barış, özgürlük içerisinde yaşayacağı güzel bir dünya için çalışmalarımıza tüm hızımızla devam ediyoruz. Hala imzalamadıysanız lütfen şuraya bir tık.

Şimdi yazı başlığımıza dönecek olursak, nedir bu hamileliğin keyfi, naçizane görüşlerimi açıklayayım efendim:

1. Uyku: Bu konu benim için çok önemli. Çünkü bilen bilir, üniversitede yurtta kalırken bu konuda epey ün salmıştım. Benim sabah erken dersim olduğu günlerde nedense odada kimse kalmazdı. Hatta yan odalar bile boşalırdı. Bir efsaneye göre elimde alarmı en yüksek seviyede çalan bir cep telefonuyla yatakta oturur pozisyonda uyuyabiliyormuşum. Peh peh peh! Suyun kaldırma kuvveti bile işlemiyormuş bana, bak bak bak :) Şimdi bu arkadaşlarım görselerdi, YavruSu'nun 20 desibel seviyesinde çıkardığı "gık" sesine bile uyandığımı, inanmazlardı herhalde. Ama ben de bunu bildiğim için kamera kaydı aldım zaten. Karşılaştığımızda gururla sunacağım, görsünler, annelik nelere kadir...

Velhasılıkelam, siz şanslı hamileler, saat başı çişe kalkmaktan uykunuz bölünse bile, tuvalet ziyaretinden sonra hemen uykuya dalabiliyorsunuz. Oysa bebiş doğduktan sonra, ilk aylarda, emzir, altını değiştir, su iç, birşeyler ye,... bazen 1 saat uyanık kalmanız gerekiyor, gecede 10 kere olunca da uyku namına bir şey kalmıyor haliyle.

2. Bir filmi baştan sona kadar, bir seferde izleyebiliyorsunuz. Hatta sinemaya bile gidebiliyorsunuz.

3. Yemeğinizi, istediğiniz zaman, istediğiniz sürede yiyebiliyorsunuz.

4. Çocuğu olmayan arkadaşlarınızla, eşinizle
dışarı çıkıp tek konusu çocuk olmayan keyifli sohbetler yapabiliyorsunuz.

5. Hala dünyada olup biten şeylere ilgi duyabiliyorsunuz --bebeklerle ilgili olmasa bile.

6. Zaman size oyunlar oynamıyor, gayet basit bir şekilde işliyor. Bebek doğduktan sonra dünya iki kat hızlı dönüyor gibi geliyor. Ayrıca şu tarz diyaloglar size akıl oyunları yaşatıyor:
Yeni baba: (Elinde ağlayan bir bebek ve acıklı bir ses tonuyla) Bu acıktı galiba.
Yeni anne: (Ağlamaklı bakışlar ve yüksek bir ses tonuyla) Nasıl olur! Daha yeni emzirmiştim ama!!!
Not: Aradan geçen zaman, eşinize 3 saat, size 5 dakika gibi gelse de aslında ortalama 1 saat kadardır.

7. İçinizde bebeğinizle iki kişi yaşıyorum diye düşünseniz ve pek çok şeyinizi onun için kısıtlamaya başlamış olsanız da hala kendinizi düşünebiliyorsunuz. (Basit bir gösterge olacak ama ben hala kendi üstüme başıma bir şey bakmaya başlayamadım.)

8. Evet, belki bisiklete binemiyorsunuz, hoplayıp zıplayamıyorsunuz ama kendi kendinize, dingin bir şekilde spor yapabiliyorsunuz. Ve de içinden bebeğiniz çıktığı halde, hala bu şekilde kalan göbeğinize bakıp bakıp "içerde birşeyler mi unuttular acaba", "nasıl gidecek bu göbek" diye endişelenmiyorsunuz.
...

Ve bunlar gibi daha neler neler yapabiliyorsunuz, ah ah ;) Biri bana bunları önceden anlatsaydı çok mutlu olurdum diyorum ama o zaman anlar mıydım bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da başa gelen çekiliyor. Ve başa gelen şey sizin için dünyanın en tatlı şeyi oluyor :)) Gerçi ilk anda ben tatlığı konusunda da büyük bir hayalkırıklığı yaşamıştım:
"Doktor hanım pardon, bir yanlışlık oldu herhalde, bizimkinin burnu kalkık olacaktı. Hayır, ultrason görüntüleri var elimde, kalkık burunlu, beyaz tenli, akça pakça güzel bir kız bebek, bakın işte burda [teni ultrasonda nasıl gözüküyorsa artık]. Ama bu elime verdiğiniz resmen kara kuru, basık burunlu bir şey. Olmaz ki, kimi kandırıyorsunuz? Nasıl? Göbek kordonu henüz kesilmedi mi? Hıı.. Anlıyorum. Neyse artık, bu da evlat, basıcaz bağrımıza"
Şaka bir yana, vajinal doğum yapınca epey çirkin çıkmıştı bizimki. Sonradan mı güzelleşti, yoksa bize mi öyle gelmeye başladı bilemiyorum ama gün geçtikçe daha çok bağlandık ve sevdik onu, çok çok sevdik. Doğru evrimleşmişiz yani :)

İşte böyle. Şimdi ben de hamile arkadaşlarıma, bu günlerinizin keyfini çıkartın diyorum ve ekliyorum: sonrası daha keyifli olacak ama bir o kadar da zorlu.

March 7, 2010

Tüm kadınların 8 Mart'ı kutlu ve de mutlu olsun!

Üniversitedeyken ve sonrasında da mezun olarak, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla her yıl Kadın Şenliği düzenlerdik Boğaziçi'nde. Son 3 yıldır İstanbul'da olmadığım için katılamıyorum malesef, üzüntüm büyük. Ama neyse ki YavruSu var, onunla birlikte 2 yıldır kutluyoruz biz de, şarkılar söylüyoruz, "Hür Doğdum Hür Yaşarım" diye --evet, yandaki YouTube kutusunda çalan sağdaki gitarist de benim :) (Yandan kalkınca buradan dinleyebilirsiniz --kayıt pek iyi değil ama idare ediverin bu seferlik)

Bu yıl, aşağıda duyurusu bulunan, 8-13 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan "BÜ'de Kadın Şenliği" etklinliğinin ayrıca bir önemi var, 8 Mart'ın 100. yılı kutlanacak. Üzücü ve sarsıcı bir tarihi olsa da, kadınların birlikte hareket etmesi; mitingler, şenlikler düzenlemesi; coşkularını, heyecanlarını, kızgınlıklarını, sevinçlerini paylaşıp çoğaltması kadar güzel bir şey yok şu cinsiyetçi dünyada. "Yaşasın 8 Mart, Yaşasın kadın dayanışması!" diye atayım sloganımı da miting özlemimi az da olsa giderevereyim burdan :))) İstanbul'da olanlar, aşağıdaki etkinlikleri kaçırmayın derim. 8 Mart'ınız kutlu ve de mutlu olsun!