November 26, 2011

Övgünün ters etkisi ve tersinin tersliği

Masum bir 'aferin'le başlıyor her şey. Tek yaptığı şey yatıp ağlamak, meme emip ya da süt içip altına yapmak olan bebeğiniz bir anda bir şeye uzandığı zaman, ya da kendi kendine oturabildiğinde ilk aferinler de dökülüyor ağzınızdan. Çünkü çok seviniyorsunuz, onu bir şeyler yaparken görmek, ilk kelimelerini duymak, o halkaları o çubuğa geçirmesi size inanılmaz geliyor. Alışmamışsınız ya onu öyle görmeye... Sonsuza kadar ağlayarak bir şeyler isteyecek ve size yapışık bir şekilde yaşayacakmış gibi geliyor herhalde. Başlangıçta büyük bir coşkuyla söylediğiniz aferinler bir süre sonra dilinize pelesenk oluyor ve çeşitli amaçlarınıza alet!

Ama yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu koşulsuz aferinlerin sonu hiç de iyi değil. Po Bronson ve Ashley Merryman'in yazdığı NurtureShock kitabını okuyorum.

Park problemi
İlk kez T. ile YavruSu'yu parka götürme çalışmalarımız sırasında farketmiştik. Bir çocuğu yürüme mesefesiyle 5 dakika uzaklıkta bulunan bir parka götürmek ne kadar zor olabilirdi ki? Yaklaşık 1 saat kadar sürdüğünü farkettikten sonra bu işte bir iş var deyip olaya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya başladık. Bizim için amaç parka gitmekti, evet, hedefimiz belliydi, yürünecek yol belliydi ama bir türlü ulaşamıyorduk parka. Hadi gel de çöz problemi. İşte böyle, "hadi yavrucum," "hadi kızım" diye hadi'lerken habire, farkettik ki, yavrucuk yerlerdeki 'çer-çöp'ü kaçırmak istemiyor, ağaçlara sarılıyor, bulduğu bir dal parçası ile dakikalarca oynuyor, çiçekleri kokluyor, yaprakları inceliyor, sık sık tekrar ettiğimiz "park", "parka" kelimelerini duymak bile onu an'dan vazgeçirmiyor.

Bir süre sonra sorgulamaya başladık. Evladım nedir derdin; neden A noktasından B noktasına ulaşmak için bizi maymun ediyorsun??? Yürü git işte! --demedik tabii :) "Nedir bizi böyle hedef merkezli yapan, sürece değil de hedefe konsantre olmamıza neden olan, nedir?" diye kendi kendimize sorduk; zira, bizim yavrunun o dönemde ne A'dan ne B'den ne de maymundan haberi vardı. Bunları biz biliyorduk yalnızca, öğrenmiştik. Çaresizce bedenimizi saran, bu ne-olursa-olsun parka doğru ilerlemekten bizi vazgeçirmeyen hastalıklı halet-i ruhiye bizi yolda yürürken etrafımıza bakmaktan, yaşadığımız süreçten zevk almaktan alıkoyuyordu. Yoksa bu öğrenilmiş çaresizlik miydi?

Övgünün ters etkisi
Bronson ve Merryman'ın yazdığı Nurtureshock kitabının ilk bölümünde bahsi geçen araştırmalarda genellikle çocukların zekasını ya da herhangi bir konuda yeteneklerini övmenin ters etkileri irdelenmiş. Sürekli zeki olduğu söylenen çocuklar bir süre sonra denemekten vazgeçiyorlarmış. Uğraşarak, emek harcayarak bir şey yapmak istemiyorlarmış. Giriş sınavlarında en yüksek puanları alan çocuklar --yani gerçekten 'zeki' çocuklar-- karşılarına biraz zor bir şey çıktığı zaman hiç risk almıyorlarmış. Ve başarısız oldukları zaman çok büyük yıkıma uğruyorlarmış. Çünkü zeki olmanın doğuştan gelen bir şey olduğunu ve bunun da otomatik olarak başarılı olmalarını sağladıklarını düşündükleri için, böyle bir durumda kendilerinin aslında zeki olmadıklarını düşünmeye başlıyorlarmış ve bu durumu değiştirilemez görüp bazen depresyona bile girebiliyorlarmış.

Stanford Üniversitesinden Dr. Carol Dweck 5. sınıflarla yaptığı araştırmada, bu yaş grubunun yapabileceği kolaylıkta bir IQ testi hazırlamış. Ve çocukları random olarak iki gruba ayırmış. Testi yapan birinci gruba "bunu yaptığına göre zeki olmalısın", ikinci gruba "çok çalışmış olmalısın" denmiş. Daha sonra çocuklara iki farklı test seçeneği sunulmuş, birinin ilki gibi kolay olduğu, diğerininse ilkinden çok daha zor olduğu söylenmiş. Tahmin edin ne olmuş! Çabası takdir edilen çocukların %90'ı ikinci testi, yani zor olanı seçmişler. 'Zekiler' mi? Evet, ilk testi, yani kolay olanı seçmişler. Dweck'in çıkardığı sonuç, bu çocukların, kendileri için çizilen "zeki" imajını korumayı tercih ettiği ve bu imajın yıkılması riskinden kaçtıkları olmuş. Bu arada zekası övülenler grubundan ikinci testi seçen azınlık çok zor anlar yaşamış, epey ter atmışlar ve gerçekten acınası halde görünüyorlarmış. Çaba gösterdikleri için takdir edilenler ise testi çok sevmişler, her soruyla uğraşmışlar ve bu testin en favori testleri olduğunu söylemişler.

Dweck bu deneyi daha sonra daha geniş kitlelerle denemiş ve sosyo ekonomik sınıfa göre değişim göstermediğini görmüş. Kızlar ve erkekler için de aynıymış, tek farkla, en çok yıkılan grup zekası övülen en 'parlak' kızlarmış. Aman siz siz olun, kızınızı akıllı kızım diye sevmeyin, sonra "kızını öven, dizini döver" durumları olur, ona göre :P

Kitapta bunun gibi daha bir sürü araştırma örneği var. Birinde çocuklara beynin bir kas olduğu söylenmiş ve daha zor workout'larla gelişeceği; sonuçta bu fikri benimseyen öğrencilerin matematik notları yükselmiş. Başka bir araştırmada, çocukların aldıkları notları yazmaları söylenmiş, bu notları başka bir okuldaki çocuklara göndereceklermiş, isimleri saklı tutularak. Zekası övülen çocukların %40'ı yalan söylemiş, notlarını olduğundan yüksek göstermişler. Yine başka bir araştırmada zekası övülen çocukların daha çok kopya çektiği saptanmış. Çünkü bu çocukların başarısızlıkla başa çıkacak stratejileri yokmuş. Ve bunun gibi daha pek çok araştırmadan bahsediyorlar kitapta.

Tersinin tersliği
Peki terslik nerede? Evet, çaba göstermek önemli; evet zeka hiçbir şeyin göstergesi değil ve zeki olmak başarılı olmaya yetmiyor; ve evet, önemli olan sebat etmek. Ama bana ters gelen, bütün bu araştırmaların altında yine başarılı olmaya vurgu yapılıyor olması. Yani "çocukların çaba göstermelerini övelim de daha zor şeyleri denesinler, denemekten vazgeçmesinler ve sonuçta yine başarılı olsunlar" durumu.

Peki ya süreç? Süreçte neler olduğu, kimlerin düşüp yardıma ihtiyaç duyduğu, diğer canlıların giderek daralan yaşam alanları, sarılacak ağaçların hızla azalması, sonbaharda yerleri, dökülen yaprakların yerine çöplerin kaplaması, yediğimiz/içtiğimiz/soluduğumuz kimyasallar, ideolojik kazıklar... Bunlara ne zaman dönüp bakacağız, gerçekten ilgi duyup değiştirmeye çalışacağız? Çocuğumuzun hangi hareketini 'översek' gerçekten dönüşüm yaşayacağız? Böyle araştırmalar var mı acaba, bunları merak ediyorum şu ara...

Parka giden yolda...
Ama sanırım bu daha çok çocuğumuzun neyini övdüğümüzle değil, bizim nasıl yaşadığımızla ilgili. Süreçte neler olduğu çoğu zaman önemli değil bizim için. Hedefe kitlenmiş ilerliyoruz. Nedendir acaba? Giderek yalnızlaşan/yalnızlaştırılan ve kendine dönen insanın bencilliği mi? Sistemin getirdiği 'başarılı' olma hırsı mı? Parka birinci varınca bize madalya mı takacaklar? Ayrıca, taksalar ne olacak? Nedir bu hırs? 'Park' artık bir metafor tabii; çeşitli şekillere bürünmüş hedefler her yanımızda, her anımızda.

Aslında dönüp biraz çocuğumuza, çocuklara baksak, onları takip etsek? Tabii çaresizliklerimizi öğretmeden önceki hallerini. Çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz var. Unuttuğumuz, bastırdığımız, üzerine basılan, çiğnenen, ustalıkla parçalara bölünen, yavaş yavaş yokedilmeye çalışılan çok fazla şey. Ve bunları değiştirmek bizim elimizde.

Ama içselleştirmeden, hangi araştırmayı okursak okuyalım ezberci/yapay bir şekilde uyguladığımız sürece hiç bir şey değişmeyecek. Eğer biz yolda yürürken etrafımıza bakıyorsak, yanıbaşımızdaki insanları görüyorsak, dünyaya özen gösteriyorsak, 'başarı' hırsı sarmıyorsa dört bir yanımızı, hayatı insanca yaşamayı biliyorsak, işte o zaman, çocuğumuzun hangi davranışını övmemiz gerektiğini düşünmeye de gerek kalmayacaktır zaten.


November 16, 2011

Mavi/Blue

Teacher: What color is this?
YavruSu: Mavi
T: ??? Blue, this is blue.
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
Teacher: Moavee?
YavruSu: Yess, you got it!
T: ?!?!?!?!

Öğretmeni anlattı, Türkiye dönüşü YavruSu'ya mavi rengi öğretmeye çalışıyormuş ama bizimki baskın çıkmış, akşam almaya gittiğimde öğretmeni soruyordu "blue'nun Türkçesi moavee mi" diye. Dedim, biz çocuğu size Türkçe öğtretsin diye göndermemiştik ama... bir karışıklık oldu herhalde, neyse... :P Şaka bir yana, her gün eve bir yazı geliyor böyle: "bugün YavruSu çocuklara montlarını giymeyi öğretti", diğer gün "haftanın günleri şarkısını öğretti", başka bir gün "arkadaşlarının kıyafetlerini çıkartmalarına yardımcı oldu", vs. diye. E maaşa bağlasınlar bari, diğer öğretmenlere iş bırakmıyor.

Şaka bir yana, bizim kız sürekli öğretme peşinde. Sanırım bu doğuştan gelen bir şey. Çünkü daha 14 aylıkken, kreşte 2 numaralı kuzular (Lamb2) sınıfına transfer olacağı dönemde, öğretmeni geçeceği sınıfın öğretmenine "size 3 çocuk bir de asistan gönderiyoruz" demişti asistan diye YavruSu'yu kastederek. O zaman da öğretmenlerinin diğer çocukları uyutmalarına yardımcı oluyor, altlarını kontrol ediyormuş, kaka yaptılar mı diye. En son, "büyüyünce öğretmen olacağım, o zaman da birlikte öğretiriz yine" demiş öğretmenine.

Ama öğrenme derseniz, cık! Es kaza bir şey öğretmeye kalkalım, öyle büyük kriz çıkar ki vakti zamanında yaşanan Türkiye-Yunanistan krizi hiç kalır yanında. Ne haddimize bir şey öğretmek, nasıl yapıldığını göstermeye kalkmak!!! Oysa ne büyük hayallerimiz vardı, gitar öğretip orkestra kuracaktık, birlikte konserler verecektik. Şimdi bildiklerimizi de unuttuk sayesinde. Neyse ki okula gidiyor. Haftada 1 gün de müzik dersine gidiyor ve gelip bizi aydınlatıyor. Akşamları gelsin "circle time"lar, gitsin "group time"lar... Bir geliştik ki sormayın!

Bu arada o kadar laf ediyordum Montessori okullarına, ama bu sene döndük dolaştık sonunda biz de nasibimizi almaya karar verdik sevgili Madam Maria'dan. Eski okulundaki öğretmeninden sürekli negatif elektrik alıyordum. Bizim yavru da birkaç kez öğretmeninin bağırdığını söyleyince ipleri koparmak için etraftan bulabildiğim tüm kesici aletleri toplamaya başlamıştım. Başta dişlerimle başladım. İdare ve öğretmenin kendisi ile dişli konuşmalar yaptım ve okulla ilgili bulabildiğim kadar bahane buldum. Yok oyuncakların çoğu plastikti, kullanılan köpük sabunun içerisinde sağlığa zararlı maddeler vardı, sınıfın bir köşesine düşünme köşesi koymuşlardı, vs. Aslında bunların hiçbiri öyle büyük şeyler değildi... ah öğretmen iyi olaydı, kreş kar amacı gütmeyen sevdiğimiz bir işletmeydi.

Öğretmenin bu yaş grubu için özel bir önem teşkil ettiğini düşündüğümden hemen arayışlara başladım. Bir tane kooperatif kreş bulduk önce, fikir olarak çok hoşumuza gittiyse de ortam biraz kaotik geldi; 10 aile çocuklarına dönüşümlü olarak birlikte bakıyordu. Sonra eski kreşin müfredat geliştiricisinin Montessori okulu açacağını duyduk. Kadının çocuklara yaklaşımı hoşuma gittiği için daha yakından tanımak üzere hemen eve davet ettim. Kızı bizimkiyle birlikte aynı sınıfta bulunmuştu 3 ay; sonra ayrılıp ev okuluna geçmişti. Birkaç kez buluştuk. Kadının ve kızının bizim yavruyla ilişkisi çok iyiydi. YavruSu da seviyordu onlarla birlikte olmayı. Zaten önemli olan da buydu.

Sonra evlerinin iki odasını birleştirip küçük bir Montessori okulu açtılar. Yalnız diğerlerinden farklı olarak, ilk sene yalnızca 2-3 yaş grubunu aldılar. Biz de böylece, bu küçük ve sevimli okuldan nasibimizi aldık. Şu anda 6 kız öğrenci, 1 Montessori öğretmeni, bir yardımcı, bir de kütüphanede çalışmadığı zamanlarda yardıma gelen bir eşi var okulda.


Aslında hala şikayetlerim var Montessori okulu ile ilgili ve fakat bu okul farklı. Gerçekten farklı :P Ağızlarıyla kuş besliyorlar mesela. Şaka şaka :) Ama gerçekten de kuş besliyorlar, özgür kuşlar için minik kuş evleri var bahçede; bir de bir kedileri var. Çok büyük bir bahçeleri var; domates-biber yetiştiriyorlar çocuklarla birlikte; şimdi kış sebzeleri ekecekler; hatta geçen gün sarımsakla başlangıç yapmışlar. Hava ne kadar soğuk/yağmurlu/(henüz olmadı ama) karlı olursa olsun mutlaka her gün dışarı çıkıyorlar/çıkacaklar. Bunlar çok büyük artıları. Ayrıca ev bazlı bir okul ve tüm materyaller özenle seçilmiş, plastik yok. Ama en önemlisi YavruSu, hem öğretmenlerini, hem de arkadaşlarını çok seviyor. Öyle ki Cumartesi-Pazar bile bazen okula gitmek istiyor.

Ve fakat bayan pimpirik olarak ben hala özenle diken buluyorum üstüne basacak. Çocuğum bir yerlerde şablonlara mı sokuluyor, yaratıcılığı mı öldürülüyor acaba diye esiyor arada. Evet bu işin cılkını çıkarttım iyice :P Gerçi, Montessori'de diğerlerine göre minimum seviyede yönlendirme yapılıyor, en azından felsefesinin temeli bu: "child-led learning" yani "çocuk önderliğinde öğrenme, çocuğu takip etme". Bu gerçekten çok güzel bir felsefe! Ancak Montessori'nin felsefesini hayata geçirdiği dönemde, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, yani çocukları iş hayatına hazırlamaya yönelik bir program geliştirdiğini düşünüyorum. Zaten başta "oyun" değil de "iş" denmesi pek çok şey anlatıyor. Evet Montessori'de oyun yok, var. Kullanılan terim bu. Şimdi çocuk bize de gelip evde iş seçtirmeye çalışıyor, "you wanna choose your work?" diye başımızın etini yiyor. Yavrucum zaten bütün gün çalışıyoruz, evimizde bari iki dinlenelim diyoruz ama anlatamıyoruz :P Şaka gibi.

'İş'in şakası bir yana, gündelik hayatla ilgili ihtiyaçlarını karşılamayı öğreniyorlar. Farklı bir matematik ve edebiyat programları var. Örneğin harfleri ey-bi-si diye öğrenmiyorlar, çıkardıkları sesleri öğreniyorlar. Matematik müfredatı da ezbere yönelik değil; uzunluk, ağırlık, taneler, gibi deneyimleyebilecekleri somut şeylerle çalışıyorlar. Resim de yapıyorlar, müzik de. Güzel sesler çıkaran, gerçek enstrümanları var. Bahçede ekim dikim işlerini öğreniyorlar. Kısacası alternatif bir müfredatları var ve herkes hayatından çok memnun görünüyor.

Benim tek derdim, çocuklar yapmak istedikleri işi seçtiklerinde, önce öğretmenin göstermesi. Ben kendi çocuğuma bir şey gösteremiyorum ya, çatlıyorum :P Şaka bir yana, önce çocukların kurcalayıp çeşit çeşit oynama-yapma şekli keşfetmelerini tercih ederdim. Gerçi, geçen gün öğretmeni yeni gelen bir geometrik puzzle'ı incelemeleri için önce çocuklara bıraktı ama sanırım genelde önce kendisi gösteriyor nasıl yapmaları gerektiğini. Daha önce de pek çok kere yazmıştım, bir şeyi yapmanın, problem çözmenin, A noktasından B noktasına gitmenin en az bir yolu vardır diye... çeşitlilik güzel şey; tek bir yol, tek bir doğru, tek bir cins, tek bir cinsiyet, tek bir kültür yok bu dünyada diye... Bu tarz şeyleri çocukluktan itibaren öğretmenin yollarını aramalıyız, bunları hayatın zenginlikleri olarak göstermenin, takdir etmenin, öne çıkarmanın...

İşte budur derdim. Ama sanırım daha önce burada bahsedildiği gibi ailelerin tavrı önemli. Su'cuk oradan gelip bize "watch me and then" (önce beni izle sonra...) diye iş göstermeye çalıştığında mümkün olduğunca "bak böyle de olabilir" diye farklılıkları göstermeye çalışıyorum. Ancak, şu ara çok mümkün değil bayan natural-born-teacher'ın bunları kabul etmesi ama umuyorum ki ileride maviyi de kabul eder, blue'yu da, avgon'u da, երկնագույն'u da, kırmızıyı da moru da... Çok kültürlülük, çok dillilik, çok cinslilik, genel olarak çeşitlilik güzel şey, vesselam :)

November 9, 2011

Çırak

Çocuk kütüphanesinde staja başlayacağım ya, hemen konuyla ilgili çalışmalarımı hızlandırdım. Geçen gün öğle arasında hikaye anlatımı üzerine bir seminere katıldım. Önce biraz yabancılaştım. Aslında niye yabancılaşıyorsam?!? Ama ne bileyim, hep anlatılır ya eskiden doğal ortamda, doğal olarak anlatılırmış bu tarz şeyler diye. Hatta geçenlerde Bekar Anne yazmıştı blogunda:
"...ne zaman ki bizim toplum çekirdek aileye döndü, işte o zaman bu toplum çökmeye başladı. Ninelerden, dedelerden anlatılan masalları çocuklar dinleyemez oldu, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü yeni nesillere aktarılamadı."
Seminerde baktım ki bu iş, meslek olmuş, dizi dizi kitapları bile çıkmış, ah ah diye iç geçirdim --sanki dedemden nenemden hikaye dinlemişliğim varmış gibi.

Ama artık her şey biraz böyle değil mi aslında? Kurslar, dersler, workshoplar, seminerler,... Hayatı yaşamıyor da okuyor/izliyor gibiyiz yalnızca. Usta-çırak iyiydi. Giriyordun yanına ustanın, bakıyordun, yapıyordun, öğreniyordun ve uzmanlaşıyordun. Sonra da felsefeni yapıyordun usta olup :) Ama ne oldu, toplu eğitim dedikleri şey geldi, 80 tane şeyi aynı anda öğrenicem diye beynin yapısını bozuyorsun. Sonra yok konsantrasyon sorunu, yok ADHD, yok disleksi, diye bir ton 'hastalık' çıkarıyorlar başına, uğraş dur ondan sonra. Halbuki ne demişler, "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli." Sevgili Evren de bir yazışmamızda demişti "hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli" diye. Sayesinde 'yol'larda yürürken daha bir farkında bakmaya başladım etrafıma. Yalnızca doğadaki bitkilere, yapraklara, ormanlara, ağaçlara değil, O'nun yarattığı farkındalık tırnak içerisindeki yollarda da çok işime yarıyor ;)

Neyse, diyecektim ki, hayatta arayıp durduğun, oradan oraya koşup da bulamadığın şey işte bu. Tut ucunu bir şeyin, hakkını vererek uğraş, yap. Sonra ustalaşınca çıraklarına gösterirsin, felsefeni yaparsın. Ama yok, bizde illa bir şey olunacak. Bir vasıftan çok bir titr edinilecek. Daha çok konuşulan, yüksekten atılan o titrin isimleri olacak. Nasıl yapıldığı, hangi vasıfların gerektiğinden ziyade inatla isimleri konuşulacak. I can be anything kitabını o yüzden çok sevmiştim, o büyük isimlerle inceden alay eder gibiydi.

Şimdiki sistemde, bir konuda uzmanlaşmak için ancak doktora seviyesine gelmen gerekiyor. Orda da şanslıysan istediğin --dikkat! istediğini sandığın değil, gerçekten istediğin-- alanda çalışabiliyorsun. Ancak maalesef şu karikatürdeki gibi de olabiliyor bu işler:
En azından bir 10 yıl, en enerjik olduğun, öğrenmeye en açık olduğun rahat bir 10 yıl gidiyor. Oysa ben mesela daha ilkokul 2. sınıftayken seçmiştim kütüphaneciliği --kol çalışması olarak :) Öyle minikti ki sınıf kütüphanemiz; bir de kilitliydi, niyeyse?! Ama hala gözümün önünde sınıf kitaplarımızı özenle koyuşumuz... Aradan 20 küsur yıl geçti, ne oldum? Pardon "ne oldum" demiyorduk değil mi! Tamam düzeltiyorum: ne olacağım? Haaa, kazık kadar olunca böyle diyemiyor muyduk :P Napalım, hayat her zaman istediğimiz gibi olmuyor. Bazı yollar öyle çatallı ki, insan bir girdi mi kaybolabiliyor. Neyse, sonuç olarak önümüzdeki dönem çırak olarak başlayacağım ya, şu anda yok ötesi :)

Bu arada çırak demişken, aldığım derslerde çok ilginç okumalara ve tartışmalara maruz kalıyorum. Eğitim sektörünün içinde olanlar ya da bir şekilde bağı olanlar biliyordur belki, 'geleneksel' sınıf artık tarihe karışıyor! Yuppi! Bu arada geleneksel diye adı geçen geleneksel değil aslında, o yüzden tırnak içinde. Bu sınıf yapısı, endüstriyel 'devrim'den sonra ortaya çıkan fordist üretime dayalı işlere insanları çocukluktan hazırlamak için ortaya çıkmış. Sınıfların oturma planı da fabrikaların seri üretim hattı gibi dizayn edilmiş. Başta ayakta duran öğretmen, tek otorite! Ve karşısında aynı performansı göstermesi beklenen ama daha çok da aynı şekilde davranması beklenen içleri kıpır kıpır, başlangıçta kendileri de kıpır kıpır, sıra sıra çocuklar... Eğitim denen şey çoğu zaman faso fiso. Aslında otoritenin esas hedefi davranış. Hatırlayınız efenim, sınıfa 3 dakika geç geldiğinizde mi müdür muavininin odasına gönderilirdiniz, sınavdan ortalamanın altında bir not aldığınızda mı? Gerçekten öğrenip öğrenmediğinizi mi dert ederdi öğretmenleriniz, yoksa sınıfta nasıl oturduğunuzu mu? Offf neyse, bu konuları konuştukça tadım kaçıyor. İyisi mi ben yine güzel şeylerden bahsedeyim.

Ne diyordum, evet 'geleneksel' sınıf yapısı artık tarihe karışıyor. Pek çok dizayn firması usta-çırak modeline geri dönüyor. 'Tacit knowledge"denen, anlatılmaz çaktırmadan geçer/geçirilir bilginin, sosyal pratiklerde gizli olduğunu keşfeden şirket yöneticileri, sosyal etkileşimi ön plana çıkarıyor. Bazı şirketler Dunbar'ın numerosuna uyup 150'den fazla kişi olduğu zaman yeni bir yer açıyor (bir insanın istikrarlı ilişki kurabileceği kişi sayısı 100 - 230 arası imiş, genelde 150 kullanılıyor. Buna göre sosyal networkünüzü veya köyünüzü tekrar gözden geçiriniz. Amish'ler mesela 35-40 aile oldukları zaman bölünüyorlarmış. Bu arada konuyu feci dağıttım yine :P Sanırım benim de konu ve kelime sayıma bir sınır getirmem gerekiyor. Herneyse.)

Sonuç olarak diyecektim ki, piyasa bu şekilde konuşlanırken, eğitim sektörü de bu olanlardan nasibini alıyor. Çocukları rutin işlerde çalışmak üzere yontmak artık makul karşılanmıyor. Okullara insan yığmak, problemlere yol açıyor. İşsizlilk sorunu giderek büyüyor. Artık üniversite yetmiyor, hatta master, doktora yapanlar bile bazen iş bulamıyor, post-doktora yapıyor [evet sonunda doktoranın da postunu çıkardılar]. Durum böyleyken eğitim sistemi de dönüşüyor. Aslında çok da naif bir dönüşüm değil ama farklı yaklaşmaya çalışanlar da var. Örneğin, dünyadaki alternatif dalgadan feyz alan bazı aktivistler/veliler/eğitimciler de kendi sınırlarını zorluyor ve Amerika'da 'charter school' dedikleri okulları kuruyor, Türkiye'de bu insanlar, Başka Bir Okul Mümkün deyip tüm hızlarıyla çalışıyor. Ve bu değişim geleceğe dair umut veriyor. Ve daha bu konuda yazacak çok şey bulunuyor ancak ben yine bana verilen bu temiz sayfanın sonuna gelmesem de okuycu sabrının sonuna geldiğim için bu tartışmayı şimdilik sonlandırıyor ve diyorum ki çıraklık iyiydi, iyiydi çıraklık :-)


Önemli not: Bu resim sizi aldatmasın! Çırak olan tahmin ettiğiniz minik kişi değil kesinlikle :P 

November 7, 2011

Kütüphane Günlüğü

Çocuk kütüphanesinden daha önce bahsetmiştim. Bizim yavrunun en büyük eğlencelerinden biri, tabii bizim de. Önünden geçerken uğramadan edemiyoruz, kıyamet kopuyor. Hatta evde oynadığı hayali oyunlarda bile kütüphane var. Eline çantasını alıyor, "nereye?" diye sorduğumuz vakit, "kütüphaneye" diyor keratta keratta. Sonra çantasına kitap doldurup onları 'check-out' yapıyor ve eve getirip okuyor. Her hafta bir sürü kitap alıyoruz. Ve bazen acaba kötü mü ediyoruz diye düşündürtse de yavru [gece "kitaap kitaap" diye ağlayıp sabah gözlerini açar açmaz kitap okutur; es kaza kandırıp okumazsak kahvaltıdan önce asla unutmayıp evden çıkana kadar başımızın etini yer; yok eğer yine atlatıp güç bela evden çıkmayı başarırsak, unutmaz keçi, yanına alır kitaplarını, bu sefer arabada başlatır kabusu; "kitaaap kitaaap" diye birimizi -genellikle babayı çünkü beni araba tutar- yanına esir eder ve okula varana kadar kitap okutur \ bir de bunun müzikli versiyonu var, onu da sonra anlatırım ama hala ne "a"yı ne "do"yu öğrenebildi direngeç keçi :P], neyse kısaca, öyle çok seviyoruz ki kütüphaneye gitmeyi, çeşit çeşit programlara katılmayı, ağzında emzikle tüm harfleri eksiksiz söyleyen, ilgiyle anne-babalarının kitap okumasını dinleyen mini minileri izlemeyi, kitap alıp okumayı, film alıp izlemeyi, müzik dinlemeyi, orada karşılaştığımız çeşit çeşit insanlarla sohbet etmeyi, oynamayı, kısacası kütüphaneyle ilgili her şeyi çok ama çok seviyoruz. Eee bize ne bundan biz de bir sürü şeyi seviyoruz ama senin gibi böyle ilan-ı aşk etmiyoruz umuma açık yerlerde diyorsanız siz de haklısınız ama güzel bir haberim var paylaşmadan edemiyeceğim :)

Daha önce de yazmıştım, çocuk kütüphanesi üzerine çalışmak istiyorum diye. Ama danışmanım kabul etmemişti. Bizim bölümde doktora düzeyinde çalışan kimse yok diye. Bunun üzerine epey bir sıkıntı çektim, yeni konular aradım ama hiçbiri içime sinmedi. Sonunda, dedim ki, tek yol doktora çalışması değil. Doktorada başka bir konu çalışsam da kütüphane ile ilgili bir şeyler yapabilirim. Bizim bölümde çocuk kütüphaneciliği ile ilgili "Library Materials for Children and Young Adults" isimli dersi audit etmeye başladım, kütüphanede gönüllü çalışmak için başvuru yaptım ve bir aydır haftada 2 saat çalışmaya başladım. Ve de doktora derecesi için sayılmasa da staj başvurusu yaptım. Ve halk kütüphanesinin çocuk bölümünde staja kabul edildim. Evet işte mutlu haberim buydu: staja kabul edildim :) Tamam, henüz ortada bir şey yok gibi gözükebilir ama önümüzdeki dönem haftada 12 saat olmak üzere toplam 180 saat staj yapacağım ve işi tüm detaylarıyla öğrenmeye çalışacağım; yani ilerisi için umut var :P Ama önemli olan sonuç değil süreç tabii ki! Gelsin şimdi müzikli, yogalı, mum ışıklı hikaye saatleri; film, kukla gösterileri, örgülü kitap sohbetleri [evet bu konuda hala umudum var, görüyorsunuz pes etmiyorum --keçilik ters yönde ırsi olabiliyor muydu :P],  mini mini okurlar, zıplayan bebekler, harika birler, nağmeli ikiler ve daha neler neler :) Umarım dönüşte Türkiye'de de gönlümüzce bir kütüphane bulur, çalışırız kütüphanesever dostlarımızla birlikte. İnanıyorum kitaplarla büyüyen çocuklarla geleceğimiz aydınlık olacak. İnanıyorum buna; inanıyorum tüm kalbimle!

Kütüphanemizin geçen yılki bahar programı
(Büyük hali için buraya tıklayınız)

November 5, 2011

Zumbara

Akılları durduracak kadar kötü olaylar olmaya devam ediyor!!! Sanki tüm kötü damlalar birleşmiş de dalga dalga yayılıyor. Oysa benim temennim tam tersi olmasıydı... Beynim gerçekten dondu, bu kadar olay karşısında ne desem, ne yapsam boş geliyor. N.Ç. davası, KCK tutuklamaları, Van'da yaşananlar, hala savaşlar!!! Neyse ki direniş de dalga dalga yayılıyor! Kadınlar biraraya gelip eylem yapıyor, aydınlar imza kampanyaları düzenliyor, Tunus ve Mısır'da başlayan protestolar dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Önce Yunanistan aracılığıyla Avrupa'ya sonra da Wall Street aracılığıyla Amerika'ya yayılmış olan protestolar bizim ülkemize ne zaman gelecek merak konusu. Sanırım bizim ekonomik krizden önce halletmemiz gereken daha insani sorunlarımız var. Ama eğer Occupy Together hareketi başarılı olursa --ki Wallerstein 68'den bu yana et etkili sistem karşıtı hareket olduğunu söylemiş-- ve bu para sistemi çökecek olursa yandım ben :P Çünkü takas edebileceğim hiçbir yaşamsal becerim yok. İtiraf ediyorum şu fotoğraftaki tüm markaları bildim ve tüm yapraklara uzaylı gibi baktım.


Evren'in yanına mı gitsem çırak olarak, Bitkiler Dünyası'nı mı alıp okusam, ne yapsam? Kuzunun isteğiyle şu dikiş olayına gireyim dedim onu da beceremedim. Benim gibi insanlarla bu dünyanın sonu ne olacak çok merak ediyorum... Neyse ki akıntıya karşı kürek çeken bir sürü insan ve bir sürü hareket var.

Bunlardan bir tanesi de sevgili Ayşegül Güzel'in kurduğu Zumbara, yani zaman kumbarası. Zumbara, para yerine zamanın kullanıldığı sosyal bir değişim hareketi. Aslında, zaman bankacılığı (timebanking) konsepti ilk kez 1980'lerin başında Edgar Cahn tarafından Amerika'da ortaya atılmış. Şu anda 33 ülkede küçük topluluklar içerisinde kullanılan bir sistem. Ayşegül'ün Türkiye'de yaptığı biraz daha farklı; içerisinde sosyal network özelliğini de barındıran daha geniş kitlelere açık bir sistem.

Aslında bu sistemler biraz yabancılaştırıcı gibi gözükse de endüstrileşmeden önce yüzyıllarca varolmuş sistemler. O zaman, kimse kimsenin ne alıp verdiğini, kaç saat servis değişimi yaptığını tutmuyordur tabii. Ancak şu anda da herkesin birbirini tanıdığı küçük komünitelerde yaşamadığımız için bu sistemler işlevsel olabiliyor.

Sistem çok basit. Zumbara'ya üye olup arz ve taleplerinizi girip servis değişimine başlayabilirsiniz hemen. 1 saat istediğiniz bir servis verip, karşılığında 1 saat istediğiniz bir servis alabilirsiniz. Herkesin zamanını eşit kılan bu adil sistemde yok yok. Gitar eğitiminden permakültüre, refleksolojiden iç mimariye, web tasarımından doğal doğum derslerine, ve daha bir çok şey. Mesela, Ayşegül innovasyon metodolojileri hakkında yaptığı bilgilendirme karşılığında evinin avizelerini taktırtıp üzerine de pilates eğitimi almış :) Ama daha da önemlisi bir sürü dost kazanmış bu sistem sayesinde, alternatif ekonomiye gönül veren, dünyayı değiştirmek isteyen bir sürü insan. Daha ne olsun? :)


Zumbara: http://zumbara.com/
Zumbara'nın Günlüğü: http://zumbara.wordpress.com/