Showing posts with label logß(su). Show all posts
Showing posts with label logß(su). Show all posts

July 4, 2012

Nasihat etme 'becerisi'


Gece bir türlü uyumak bilmeyen keçi Su, sabah bir türlü ayılamayınca kahvaltıda bunu fırsat bilip nasihat etme çalışmalarına başlamıştım:
- Biliyor musun, bütün canlıların uykuya ihtiyacı vardır...
ki hemen T. araya girdi:
- Canlı ne demek biliyor musun T.Su?
Ben hızlıca atladım
- Mesela canlılar hareket ederler,
deyip tekrar konuya dönecektim ki, YavruSu atladı bu sefer; ayıcıklı bal şişesini sallayarak 
- aaa bak bu canlı, hareket ediyor,  
dedi ve sonra aklına geleni saymaya başladı.
- deniz de canlı, yani dalgalar canlı, onlar da hareket ediyor, sonra rüzgar canlı, bisikletimin pedalları canlı, canavarlar canlı, ...
- :/
Sonuç:
Babanın baltalama becerisi: 100
YavruSunun sıvıştırma becerisi: 100
Annenin nasihat etme becerisi: 0


June 24, 2012

Kayu plastik mi?

YavruSu: Sen Kayu'yu sevmiyor musun?
Evren: Hayır sevmiyorum. 
YavruSu: Neden? Kayu plastik mi?
* * *

Geçen yıl, sevmediğim her şeyin plastik olduğunu düşünmeye başlamıştı bir ara. Neyse sonra öğrendi plastiğin ne demek olduğunu. Ama daha sonra ben öğretirken hata yaptığımı anladım, çünkü Kayu da plastikti aslında. Bir sahtelik, bir yapaylık vardı bu çizgi filmde, bir türlü ısınamadım. O yüzden artık cevabım "Evet! Kayu plastik." 

Plastik olmasının dışında, bir de çok mızmız bir çocuk bu Kayu, sürekli bir şeylere kızıyor, mızır mızır mızırdanıyor, sonra annesi babası geliyor, 1 dakikada olayı çözüyor. Ama bunu izleyen çocukların aklında kalan sahne, ne anne babanın davranışları, ne de olayın nasıl çözüldüğü. Daha önce bahsettiğim Nurture Shock kitabında bahsi geçen bir araştırmaya göre, çocukların çizgi film izlerken beyinlerine kayıt ettikleri şey, filmdeki çocukların birbirlerine olan davranışlarıymış. Örneğin Arthur çizgi filmi göründüğü kadar masum değilmiş. Çünkü bu çizgi filmin yarım saatlik bir bölümünde en az 6-7 kere çocukların birbirlerine olumsuz davrandığı, birbirlerini aşağıladığı anekdotlar oluyormuş. Ve araştırma yapılan kreşlerde, bu çizgi filmi izleyen çocukların filmde gördükleri olumsuz davranışlara benzer şekilde davrandıkları gözlemlenmiş. O yüzden televizyonu bakıcı olarak kullanmamak, birlikte izlemek önemli. Ama bu tarz çizgi filmleri birlikte izlemek için içinizdeki çocuğun 0-1 yaş dönemine dönmesi lazım, aksi halde katlanılması mümkün değil. Hele o Pepee tarzı çizgi filmler...  yalnızca birkaç kez izledim ama o yapay diyaloglar, yalnızca gündelik sorunlara odaklı, pek bir sanatsal değeri olmayan, aynı basit ezginin üzerine yazılmış, eğitim-öğretim kaygısı güden sözlerle dolu şarkılar, konuşmalar, biri bizi gözetliyor ve hatta gözetlemekle de kalmayıp direkt eğiyor/eğitiyor, kafamıza dan dan mesajları kakıyor/kakalıyor tarzı bana çok rahatsız edici geldi.

Bu plastik yaşamlar, plastik diyaloglar, plastik gibi görünen animasyonlarda vurgu da artık hikayede değil, bireyde. Merkezdeki bireyin yaşamı, onun dünyanın en önemli sorununu yaşıyormuş aksiyonu, gündelik yaşamda kayda değmeyecek, basitçe geçilebilecek 'sorunlar' odak noktası haline getiriliyor ve yeniden yeniden üretiliyor. Bireye yapılan bu vurgu, bireyciliğe ve akabinde daha fazla mızmızlanmaya yol açıyor. Sorunların çözümünün sürekli olarak dışarıdan (Kayu'da ebeveynlerden) veya dış sesten (Pepee'de 'Big Sister'dan) gelmesi, sorunların da, çözümlerinin de dışsallaştırılmasına hizmet ediyor.

Oysa hikaye anlatımı farklı bir mizaç ister. Clarissa P. Estes'in dediği gibi,
"Öyküler ilaçtır; içsel hayatı harekete geçirir, kaldıraçları ve makaraları yağlar. Öyküler bize dışarı, aşağı ya da yukarı çıkış kapılarını gösterir; daha önce boş olan duvarlarda güzel ve geniş kapılar açar."
İşte Miyazaki de öyküye önem veren, onu ince ince işleyen bir manga sanatçısı, animasyon film yapımcısı ve yönetmen. Miyazaki'nin animasyonlarında da ana karakterler var, üstelik çok güçlü feminen karakterler var; ancak onlar, gündelik meselelerin içerisinde kaybolup mızmızlanmak yerine, aktif bir şekilde hayatlarına müdahil olup yeri geldiğinde başkalarıyla birlikte olup çözüm arıyorlar. Ve yalnızca kendi sorunlarına da değil, başkalarına da. Karakterler kendi benlerine odaklı değil, yüzleri dışarıya, doğaya, dünyaya, insanlığa dönük...

Ayrıca klasik anlamda iyi ve kötü yok Miyazaki'nin filmlerinde. Hatta bazılarında kötü hiç yok; "Totoro" ve "Kiki"de örneğin. Büyüme öyküleri anlatıyor, insanların doğa ve teknoloji ile kurduğu ilişkiyi inceliyor, çocukların gözüyle aşkı, uçmayı, özgürleşmeyi anlatıyor Miyazaki.

Sağolsun arkadaşımız Şirin sayesinde YavruSu'nun da hayatına girdi Miyazakiler. Çok uzun, izleyemez diyorduk ama 3 yaşına doğru keyifle izlemeye başladı bizim yavru. Şimdi başka bir şey izletmekten çekinir oldum.


Resim: My Neighbor Totoro

Şu ana kadar izlediklerimiz:
  • Ponyo
  • My Neighbor Totoro
  • Kiki's Delivery Service
  • Howl's Moving Castle
  • The Cat Returns 
  • Whisper of the Heart
  • Princess Mononoke
  • The Story of Heidi (bu YouTube'da var)   
Sıradakiler:
  • Spirited Away
  • The Secret World of Arrietty
  • Castle in the sky
  • Porco Rosso
  • Nausicaä of the Valley of the Wind

Hepsini çok sevdik! Plastik kesinlikle değiller; kalbe dokunan, sıcacık ve bir o kadar da sıradışı öyküler. Her daim tekrar tekrar rahatlıkla izlenebilirler.

Uyarı: "Çocuğa açayım da, bu arada iki işimi halledeyim" diye bakıcı olarak kullanılması mümkün değil bu filmlerin. İlk kareden itibaren içerisine düşüyorsunuz, bitene kadar da çakılıp kalıyorsunuz olduğunuz yerde, uyarmadı demeyin, kendinizi bırakıp kalbinizle izleyin :) 

June 20, 2012

Televizyonun kısa keşif tarihi

YavruSu sonunda televizyon denen icadı keşfetti ve çok şaşırdı. Geçenlerde bir çocuk kanalı açmış nenesi, bizimki de bir güzel kurulmuş karşısına izliyor. "Anne bak, yine başladı" diye beni çağırdı;  çizgi filmin biri bitip diğeri başlayınca şaşırmış. Evet yavrucum bu makine tam otomatik dedim, hiçbir şey yapmana gerek yok, bütün gün karşısına oturup uyuşabilirsin! Hakikaten öyle oluyor, bizimki karşısına oturunca uyuşuyor. Neyse ki evimizde televizyon yok.

Bir de reklamlara rast gelmiş bizimki, babalar günü için gömlek reklamı. Dönmüş babasına sormuş: "sana da gömlek gönderecekler mi?" :) Babası gülerek bakmış, bizimki anlamamış cevabı. E haklı çocuk, vermeyeceğiniz şeyi niye gösteriyorsunuz! Çocuk bu, gördü mü ister. Neyse ki bozuldu artık, fişi çıkınca çalışmıyormuş meğer, sözde tam otomatik :P

May 26, 2012

YavruSu İstanbul'dan bildiriyor...

1 saat rötar yaparak evden eve 27 saatte geldik. Benim 3D düşünme yeteneğim sayesinde, valizlerle epeyce eşya taşıyıp, T.nin 2D algılama yeteneği sayesinde yolumuzu kaybetmeden sağ salim vardık. GPS cihazını "RECALCULATING!!!" diye sinirlendirerek ağlayacak konuma getirmiş olabilirim belki ama ben de yerleştirme işlerindeki performansım ve araba kullanmadaki ataklığım sayesinde epeyce katkıda bulundum bu yolculuğa :)

Çok mutlu olduk vardığımızda ama yerleri öpmedik; zira, havaalanından çıkışta ortalığı saran sigara dumanı, görüş alanımızı, izmaritler de öpülecek alanı epeyce daraltıyordu. Neyse, sonra arkadaşımız bizi aldı, beni deniz otobüsüne bıraktı, bizimkileri evlerine götürdü. Ben de, bu kadar yolculuk beni kesmez diyerek ayağımın tozuyla, o gece Oyun Atölyesinde bir oyuna gittim :) Sevilay Saral'ın yazdığı Otobüs oyunu. Gerçekten çok etkilendim. Metin, kareografi, oyunculuklar, müzikler, her şey, çok çok başarılı. Oyunda bir otobüste yolculuk eden, hepsi birbirinden farklı, hepsi birbirinden renkli on kadının (Bayan Kahverengi, Bayan Yeşil, Bayan Turuncu, Bayan Kırmızı, Bayan Sarı, Bayan Mavi, Bayan Pembe, Bayan Siyah, Bayan Gri, Bayan Beyaz) namusu tartışması konu ediliyor. Gülerken düşündürüp üzerine hüngür hüngür ağlatan, iz bırakan, bakış açınızı zorlayan, ince işlenmiş, çok çalışılmış feminist bir kadın oyunu. Bu sezon bir daha oynamayacakmış ama müjde, kitabı çıkmış.

Ertesi gün, büyük şehir maceramız başladı. Biz bu şehirde 15 yıl yaşadığımız için hemen adapte olduk ama bizim köylü kızımız biraz şaşkına döndü. "Ansansör"den korktu, sesler fazla geldi, Ortaklar'da bir arkadaşımıza gitmeye kalktığımızda arabalardan hiç hoşlanmadı. "Ben city'i sevmedim, nenenin turkey'sine gidelim" dediyse de, dostlar sayesinde, hiç arıza çıkartmadı ve gördüğü ilgi ve sevgiden fazlasıyla mutlu oldu; ağzı kulaklarında, jetlagi bile kolayca atlattı (sayılır...).

Neyse, bir log(su) ile bitireyim de yatayım ben de, sabah yeni buluşmalar bizleri bekler...
Sabah Bebek parkına gitmiştik arkadaşlarımızla. Bizimki kendisiyle aynı yaşta A. ve pek ilgili babası ile oynarken, ezan sesi duyunca sormuş:
-Kim sing yapiyo? (kim şarkı söylüyor anlamında)
Aslında her zaman bu kadar kötü değil artık, iki günde bile Türkçesi epey farketti (umarım benim de farkedecek). Yalnız, bu gidişle iki ay sonra İngilizceyi epey unutacak gibi görünüyor, o ayrı.

Bu arada bize de çok iyi geldi burada olmak. Arkadaşlarımızı gerçekten çok özlemişiz, şimdi ne çay ne çayhane, çok yazamazsam bilin ki muhabbetteyim muhabbette ;)

May 17, 2012

100 puanlık çeviri sorusu

Aşağıdaki cümlede, altı çizili cümlecik hangi İngilizce cümleciğin Türkçe çevirisidir?

"Ben çay içiyorum, beyaz çay, süt değil; süt gibi bakıyor ama süt değil."


May 14, 2012

'Dolu' kadınım vesselam...

Okulları bitireli neredeyse 2 hafta oluyor. Sonra rahatlarım diyordum ama nerdee? 10 gün sonra Türkiye'ye gidilecek, burada taşınacağımız şehirde hala ev bulabilmiş değiliz. Türkiye dönüşü 1 hafta içerisinde taşınmamız gerekiyor. Ama neyse ki toparlanma işlerinde epey yol katettik. 5 sene önce 3-4 valizle geldiğimiz evden 34 valizle çıkacak olmayı sindiremediğim için epey bir eleme yaptım, eledikçe rahatladım. Güya hiç eşya sevmeyen insanım, kullanmadığımız şeyleri hemen elden çıkarırım ama her nasılsa ev dolmuş taşmış. Neyse, eşyalar yeni sahipleriyle mutlu mesut yaşarlar umarım... Bir kısmı geri dönüşüme gitti, bir kısmı yeniden kullanım merkezine, bir kısmı da ikinci elcilere. Tabii maalesef çöpe de gitti epeyce. Bundan sonra çöpe atılacak hiçbir şey almamaya karar verdik. Bakalım 2 sene sonra neler çıkacak evden...
* * *

Bu arada bir müjdem var ama ben susayım, diyaloglar konuşssun...

YavruSu: (Gittiğimiz bir davette) Sen neden şarap içmiyorsun?
Anne: Çünkü ben hamileyim, hamile kadınlar şarap içmez, alkollü içkiler anne karnındaki bebeğe zarar verir; çocuklara da tabii...
YavruSu: Yalnızca boş kadınlar mı şarap içebilir?

* * *
Evet, 20 hafta oldu. Artık 'dolu' kadınım vesselam. Bir kızımız daha geliyor :)) YavruSu başlangıçta kardeşinin sürekli benim karnımda olmasından biraz rahatsızlık duyuyordu. "Kardeşim de seninle birlikte mi okula gidecek?" diye sorup duruyordu. Bir gün isyan etti, "Biraz da babanın karnında büyüsün!" dedi, ben de ah keşke dedim. Valla, ne iyi olurdu --özellikle ilk 3 ay. Bir de çıktıktan sonra dönüşümlü emzirebilsek, başka da bir şey istemem :P

Varmış aslında emziren babalar. Milk Junkies, böyle bir transgender babanın blogu. Kendi bebeğini doğurup emzirmiş. Sonra, yeni doğum yapmış bir arkadaşı ameliyat olması gerekince onun bebeğini de emzirmiş bir süre.
"The pull of her lips is strong and determined, yet precarious. I don't dare move my arms for fear of unlatching her. I hear her rhythmic, satisfied gulping and know that I am the centre of her universe. Nothing can distract her from her desire to breastfeed. She doesn't know or care that I'm a transgender guy using a supplemental nursing system and donated breast milk. I share in her bliss."
Devamı burada


March 11, 2012

YavruSu'nun halleri

İlk önce ve en çok katı, yani cadı hali:

Geçen gece uyurken bir anda kıçıma başıma yediğim tekmelerle uyandım. Ama nasıl tekmeler. Sonrasında, ağlayarak git burdaaan, giiit diye çığlıklar gelmeye başladı. Kucağıma aldım, gözyaşlarını silip sakinleştirmeye çalıştım, silmez olaydım! İyice koptu:
- Göz damlalarımı geri ver, göz damlalarımı geri ver, onlar benim damlalarım.

Fesuphanallah, ne oluyor demeye kalmadan bu sefer kol cırmalama ve saç çekme tacizlerine maruz kaldım. Sonra da "giiit, git sen burda yatma, aşağıda kanepede uyu" diye bağırışlar geldi. "Eeh, gece gece bu cadıyla ne uğraşıcam be!" dedim, kalktım gittim yataktan. İlk kez yatağımdan kovuldum! Kendi yatağımdan. Sen dünün bacaksızı, gel yatağımıza, önce babayı kov, sonra beni, sonra da koca yatakta tek başına seril; oh valla! Neyseki 3 saniye içerisinde uykuya dalabilen bir yapım var da bizimkinin küçük yatağına geçip uykuma kaldığım yerden devam edebildim. Evet yarım kişilik küçük yatakta ben yattım, tek kişilik yatakta babası, çift kişilik yatakta da CadıSu! Tabii, karşılıksız bırakmadım yaptıklarını. Sabah kalktığımda bir süre bozuk attım. Yüzüme üzgün bir ifade takıp gece tekmeleri yüzünden çok canımın acıdığını ve üzüldüğümü söyledim. Karşılık olarak geldi bana sarıldı ve:

- Ben seni "kalpli cadı" zannetmiştim. Ama şimdi uyudum uyandım sevimli oldum, beraber oynayabilir miyiz? dedi.

E tabii bütün gün sen cadı ol diye peşimde dolanıp cadılık yaptırınca, akşam rüyasına girmişim, gece de o bana cadılık yapmış! Ah T.Su, ah!


Başka bir sabah, babası kahvaltıda yumurtasını yemeyen yavrusuna yine bir ton laf dökmektedir:
- Bak yumurtanı yemezsen güçlü olmazsın, sonra da cadılar gelip seni yenerler.

YavruSu:
- Ama baba, ben cadıları seviyorum zaten.

Babasu içinden, "hımm, bu ihtimali hiç düşünmemiştim..."

Ve akabinde YavruSu yumurtayı bırakıp gider, süslenip gelir; sonra da kitabın (Three witches) üzerindeki cadılara kıyafetlerini gösterir:
- Bakın cadılar, ben de sizin gibi olabilmiş miyim?

* * *
Anneyle babayı birbirine düşürme çalışmaları da tüm hızla devam ediyor CadıSu'nun.
Ellerine çorap geçirip güzelce annesinin kollarını ovarken:
- Baba böyle masaj yapamıyo, di mi anne?"
* * *
Bir de kıyafet savaşları var. Ne zaman doğru dürüst bir şey giysem arıza çıkarıyor bizim cadı. Arıza çıkarmamışsa ve benim o gün düzgün giyinmem gerekiyorsa, gidip üstümü değiştiriyorum. Kıyafet-metre olarak kullanıyorum kendisini :P

Sen o çismeleri çıkart, yağmur yağıyo, ıslanabilir. (5 dakika sonra... - Iıııh, ben de topuklu çisme istiyorum)

Sen o eteği giyme, çünkü başka kızlar da o etekten giymek isteyebilir. (Ben okula giderken tütü giymek istediğinde böyle diyorum da, ona nispet yapıyor cadı!)


Sıvı hali
Babası hakkında konuşuyorduk, "I love daddy" dedi. Ben de seviyorum dedim sonra da ekledim:
"He is a nice guy, isn't he?" dedim.
Bizim YağcıSu cevabını yapıştırdı:
- "He is not a guy, he is a big big present for us"
Ah, ah, sen yok musun sen!

Ve gaz hali (uçuyor, hem de nasıl...)
- Ben büyüyünce baba olcam, Arthur uyurken Shera'yı kaçırıcam (Arthur Shera'nın kocası, Shera da pek hoş bir kadın).
- Aman dikkat et de Arthur uyurken kaçır, hehehe 
diye dalga geçtikten bir süre sonra sormak aklımıza geldi:
- Peki ne yapacaksın Shera'yla?
- (Ağzı kulaklarında) Birlikte ice-cream yaliycaz.
- Hımm... [iç ses: fantaziye bak, beyninin hangi bölgesinde üretiyor acaba bunları?]

* * *
Yine baba, yine pembe! Aslında hep mor giymek istiyor,  ama söylemde nedense hep pembe.
- Büyüyünce ne olacaksın?
- Baba olcam, T. gibi. Sakallarım olcak ama pembe. Pembeye boyiycam sakallarımı, babanın sakallarını da pembeye boyiycam. 
- E ben ne olucam, siz ikiniz öyle pembe sakallı gezerken?
- Hımm, senin de saçlarını boyarız pembeye...

Bu da hepsinin arasında durmak bilmeden gezinen yaramaz hali
Sandalyesinin altındaki kırıntıları toplamaya çalışırken müdahele geldi:
- Boşver anne, toplama o kırıntıları; bırak böcekler yesin.

Bir kere "dikkatli ye, dökersen, böcekler gelir kırıntılara" demiştim de bizimki meğersem bunu pozitif bir şey olarak algılamış, o gün bugündür kırıntı bırakmaya özen gösterir olmuş, sevgili böcek yetiştiricisi. Ben de bir süredir koltukta, yerde, or'da, bur'da gördüğüm kırıntıların nereden geldiğini anlamaya çalışıyordum. Ah T.Su ah!

March 2, 2012

Jane-ce



Dil olayı iyice aldı başını gitti. Karışmalar eskiden kelime düzeyindeydi:
- I want to tak this. (kolye gibi bir şey takmaya çalışırken)
- We need to find the erkek! (oyunda kaybolan erkek bebeği ararlarken)
- Bu sandalyeyi biraz scoop back yapar mısın?

Hadi bunları anladık ama şuna ne demeli:
- Ben kolumu kıvır yapmıycam!
Türkçe cümlede İngilizce kelime kullanıyor sanki... İyice şaşırdı artık.

Bir de esas gramer olayı var ki olayı iyice karmakarışık yapan da bu...
- Mommy, bu senin için okumak.
- Anlıyorum!

Ama esas ertesi gün anladık ki:
- Daddy, this is for you to read.
cümlesinin direkt çevirisiymiş!

Bir de siz biliyor muydunuz Türkçe'deki ikilemeler İngilizce'de nasıl kullanılır? :P
Burnunun üzerindeki yarasını çok kaşımamasını söyleyince:
- Mommy, böyle slow slow kaşıyabilir miyim peki?

February 20, 2012

Kasabanın en uydurukçu cücesi* :)


Occupy Bloomington'cıları gören YavruSu: 

- Anne bu insanlar çadırlarda ne yapıyor?
- Protesto. Sistemi, devleti, ekonomiyi, bır bır bır bır...
- Potesto mu yapıyorlar?
- Hımm sanırım bunu anlatamayacağım, kısaca uyuyorlar diyeyim.
- Neden çadırda uyuyolar?
- Çünkü evleri yok.
- Neden?
- Çünkü evler çok pahalı. Paraları olmadığı için ev alamıyorlar, çadırda kalıyorlar. Ve aslında --yine başa döndük-- bu durumu protesto etmek için çadırda kalıyorlar.

- Ben onlara ev yaparım anne. Ellerimle yaparım. Ama küçük olur. Onlar da küçülüp eve girerler. Sonra onlara parti yaparım, pembe pembe ışıklar koyarım evin içerisine. Sonra yangın çıkar, fire engine gelir yangını söndürür. Ben de onlara ayakkabımı veririm, onun içinde uyurlar.

- Hımm, evet başka bir ekonomi böyle de mümkün olabilir tabii :-) Ama farklı alternatifler için sen yine de şurayı oku derim...

______________
*Başlık, "Kasabanın En Şık Devi" kitabına referans. Orada da George karakteri, evi yanan farelere ayakkabısını veriyor. 


January 12, 2012

Söz

Taktik insanı
Geçen gün sofrada otururken, babası yemek yemeyen yavrusuna, aslında kinaye yaparak "çikolata mı istiyorsun!" dedi. Demek istediği yavrusunun sürekli çikolata istemesi, başka bir şey yemek istememesiydi. "Çikolata seni büyütmez ve çok yersen hasta edebilir" diye de ekledi. Ama tabii ki YavruSu'nun o esnada tek duyduğu, beynindeki tüm merkezleri aynı anda aktive eden ve ağzının sularının akmasını sağlayan o sihirli cümleydi: "çikolata mı istiyorsun?"

T. farkında olmadan bu düşünceyi Inception filmindeki gibi beynine işlemiş, ona bir ışık yakmıştı. Sonra yavrusu, haliyle yemeyi tamamen bıraktı ve "çikolata istiyorum! çikolata istiyorum!" diye nidalar atarak evin içinde dönmeye başladı. T. bu cümlesinin neye sebebiyet verdiğini anladığı zaman artık çok geç olduğunu da idrak etmişti. Geri adım atarak "tamam" dedi, bari bir faydası olsun, "ancak yemeğini bitirirsen sana çikolata vereceğim." Bu sözün üzerine, yarım saattir uğraşıp da bitiremediği yemeğini, yarım dakika içerisinde, lokmaları üçer beşer ağzına tıkma usulüyle bitirdi YavruSu. Sonra ben bir tane çikolata verdim. Hızlıca attı ağzına ve mutlu mesut düştü oyun yoluna. Ama aradan daha 2 dakika geçmeden yine geldi. Babasına doğru gitti ve "çikolatayı bana sen vermedin, annem verdi, sen verecektin, sen anne değilsin, böüüü" diye ağlamaya başladı, sevgili taktik insanı.

Susturma Sanatı
Yine bir gün YavruSu babasına sordu yemek sonrası: Babacım, Kayu izleyebilir miyiz?
Hemen ben atladım, ana-muhalif: İzlemeseniz! Ben hiç sevmiyorum şu Kayu'yu...
Bunun üzerine hışımla arkasına dönüp ters bakışlarını bana doğru yönlendiren KartalSu, geciktirmedi tabii cevabını: Sen izlemiyceksin ki, ben izliycem!
Ana-muhalif: ......

Kıssadan hisse
Bir cadı Su'yla aynı evde yaşıyorsanız, ağzınızdan çıkan sözü kulağınız duyduğunda çok geç olabilir!



December 10, 2011

İbra-him/hör çıktı meydane!

Evet sonunda ibrahim ve ibrahör'le karşılaştık. Markete gitmiştik. "Annecim beni kucağına al!" diye korku dolu bir sesle bacaklarıma yapıştı. Şaşılacak şeydi; çünkü markette mümkün değildi böyle bir şey istemesi. Her zaman kendisi dolaşıp her şeyi incelemek ve tüm ihtarlarımıza rağmen ellemek isterdi. Eğildim, baktım, beti benzi atmıştı. "Ne oldu?" diye sordum. "Gidelim buradan! "İbrahim burada" dedi. Kimi kastettiğini anlamak için etrafıma bakındım. Ve hemen anladım. Görür görmez ben de ürpermiştim. Alımlı, kırk beş, elli yaşlarında bir kadındı; siyah uzun çok şık bir palto giymiş, kafasına da siyah kürkten bir Rus şapkası takmıştı. Aslında marketteki herkes gibi alışveriş yapıyordu. Ama o kesinlikle buraya ait değildi. Yok, daha önce hiç böyle birini görmemiştim bu markette --ve hatta bu kasabada. Bir ara yalnızca ikimizin gördüğünden şüphe ettim. Etrafıma baktım, kadının varlığından başkalarının da haberdar olduğundan emin olmak istedim. Ama o sırada etrafta kimse yoktu. Kadınla göz göze geldik, yüzünü incelerken bir yandan da gülümsemeye çalıştım. Öylece baktı bana. Dostoyevski romanlarından çıkmış gibiydi. Yüzü öyle çok şey anlatıyordu ki... Domates seçmek gibi sıradan bir işi yaparken bile kafasından bir sürü şey geçiyordu sanki. Bu arada bacaklarıma yapışan T.Su'nun sesiyle tekrar kendime geldim. "Annecim gidelim!"

Kucağıma aldım ve gittik, marketin başka reyonlarında gezinmeye başladık. Her şey normale döndü, kucağımdan indi ve yine neşeli bir şekilde bir o yana bir bu yana doğru koşturmaya başladı. Derken tekrar geldi, "annecim ibrahim!" diye bu sefer başka birini gösterdi. Bu, daha normal görünüşlü bir adamdı. İri yarı, uzun sakalları olan, genç biriydi. Ama yakından bakınca gözleri sanki çok yaşlı görünüyordu. Biraz ürpertici bir yanı vardı gözlerinin. Neyse, yine kucağıma aldım ve oradan da uzaklaştık. Sonra ikisini de bir daha görmedik. Sanki o an için oradaydılar. Bir görünüp bir kayboldular...

Sonuç olarak anladım ki, bu ibrahim bir kişi ya da belirli bir figür değildi kafasında. Sadece korkunç olanın adıydı.

Verdiği tepki, tıpkı Altın Kızlar'ın DVD'sini ilk kez gördüğü zamanki gibi bir tepkiydi.

- Bunlar kim? Çirkin kadınlar mı?

demişti. Korkunç, çirkin, vs. Ama bana hiç çirkin gelmemişti Altın Kızlar daha önce. Severdim onları. "Görünüşe göre yorum yapmayalım lütfen" dedim, "tanısan sen de seversin." Ama aslında onun sevgiyle ilgili bir sorunu yoktu. Öylesine gördüğü bir resim hakkında yorum yapmıştı. Fakat ben takıldım. Nasıl kibar olmayı öğretecektim, insanları dış görünüşlerine göre değerlendirmemeyi... Fakat o, birisini çirkin ya da farklı gördüğü için mesafe koymuyordu. Olduğu gibi kabul edebilirdi. Belki korkunç olanları biraz zamanla. Onlara karşı da gizemli bir ilgisi vardı, hem korkuyordu hem de tekrar tekrar bakmak istiyordu. Siyah insanlardan da ilk gördüğü zaman korkmuştu. Sonra kreşe gittiğinde az da olsa gördüğü siyah insanlar sayesinde alıştı, sevdi. Burada aileler çocuklarıyla ten rengi hakkında hiç konuşmuyorlarmış. Bunu yaptıklarında ayrımcılık olacağını düşünüyorlarmış. Oysa yokmuş gibi davranmak ayrımcılık olmaz mı? Anlatmak lazım bir şekilde, her çeşit, her renk insan var diye. İyi ki var diye. Gökkuşağı tek renk olsaydı ne zevki kalırdı yağmurdan sonra gökyüzüne bakmanın, cama yapışıp yağmurun bitişini beklemenin :)

December 4, 2011

İbrahör

YavruSu: ibrahim, ibra-him, ibrahim kız olunca ne diyorduk?
Evren: Nasıl yani? (içimden fesupanallah, yine çıktı meydana bu İbrahim; bir kız olmadığı kalmıştı...)
T.: ???
YavruSu: (tekrar sorar) ibra-him, ibra-him kız olunca ne diyorduk?
Biz T. ile: (birbirimize bakıp sırıtarak aynı anda) İbrahime, hehehe :)
YavruSu: Hayır, hani, him kız olunca ne oluyordu? ["him" İngilizce'de "onu, ona" anlamına geliyor ve erkekler için kullanılıyor]
Evren: Haaa, her oluyordu, her... (hör diye okunuyor)  ["her" de aynı adılın kadınlar için kullanılan versiyonu]
YavruSu: İbra-hör, ibrahör!
* * *
Bu ibrahim hikayesi geçen seneden beri vardı, ibrahör de aramıza yeni katıldı :P Nereden bulduysa, böyle hayali bir ibrahim var kafasında, arada onunla ilgili sorular soruyor. Hayır, Türkiye'de olsak, acayip şeylerden şüpheleneceğim ama burada yok öyle birisi. Birisi mi onu da bilmiyorum ya gerçi... Bir keresinde, "İbrahimler ner'de yaşar?" diye sormuştu. Bir "tür ismi" olabilir kafasında --kaplumbağalar, aslanlar gibi. Gerçi, başka bir sefer de "İbrahim siyah mı olur?" diye sormuştu. Aslında bir şarkıda geçiyordu ama şarkı çok eğlenceliydi. Sanırım sonradan aklında kalan ibrahim kelimesinin soundu böyle garip şeyler çağrıştırdı ona. En son bu sabah Sezen Aksu'yla, İbrahim'in siyah bir kıyafet giydiğini söyledi. Sezen Aksu CD'sini de çaldırmamıştı zaten geçen gün; "Kezen Aksu dinlemeyeliiim, o şarkıları ağlaya ağlaya söylüyoo" diyerek. Bu ibrahim ya da ibrahör de ağlak bir şey olabilir. Her kimse ya da neyse, bizden çok uzakta, yanımıza gelemez dedik ama ikna olmadı; meydanı boş buldukça, çekinmiyor, çıkıyor sahneye.

Okulda da çıkmış. Birkaç kere kaza olunca sorduk neden tuvaleti tercih etmediğini. Gidememiş, çünkü tuvalette monster (canavar) varmış. Öğretmeniyle konuşmuş; ona anlatmış; monster'ların çıkardığı sesi göstermiş (tuvaletin havalandırması). Evde de iki tane witch (cadı) var demiş. Haa dedim, mommy-witch ve daddy-witch (anne cadı ve baba cadı). Kadın benim çatlak olduğuma kesin kanaat getirmiştir artık. Öğretmeni bizimle ufak bir konuşma yaptı, Montessori'de neden fantazi edebiyatını tercih etmediklerini anlattı. Bu yaşta çocuklar fantazi ve gerçek arasında ayrım yapamıyorlarmış dedi. Oysa öyle güzel yapıyorlar ki... Hatta bizden duymalarına bile gerek kalmadan.

Evet, çocuklar biz anlatmasak da bu tarz figürleri kafalarında oluşturuyorlarmış bu yaşlarda. "Yatağın altında saklanan bir yaratık" fikri herkese tanıdık gelecektir eminim. Bizde o yaratıklardan bolca var, bazen ibrahim, bazen witch, bazen de monster olarak hayatımızdalar. O minik beyninin neresinde, nasıl dönüyor bilemiyorum ama çok acayip fantaziler üretebiliyor.

Ursula K. Le Guin'in o muhteşem kitabında okumuştum. Çocuk ve Gölge başlıklı makalesinde, Andersen'in bir öyküsünü yorumlamıştı. Öykünün söylediği çok kısaca, gölgesiyle yüzleşemeyen ve onu kabul edemeyen insanların kayıp bir ruha dönüşeceği idi.

Ursula Jung'dan yaptığı alıntıda diyordu ki:
"Herkesin gölgesi vardır. Bu gölge bireyin bilinçli hayatında ne kadar az vücut bulursa, o kadar çok koyulaşır."
Ne kadar az çıkarırsak gün ışığına, o kadar çok güçlenir ve saldırganlaşır.
"Sorun bende değil, onlarda. Ben canavar değilim, diğer insanlar kötü. Bütün yabancılar kötü, bütün komünistler, bütün kapitalistler. Benim ona vurmamın sebebi, onun beni bu hale getirmesi."
"Onlar haketti bu depremi", "benim çocuğum vurmuş olabilir ama sizin çocuğunuz başlattı", "hep onun yüzünden", "ben masumum hakim bey"...

Peki nasıl bu hale gelir insanlar? Bir çocuk nasıl bu hale getirilir? İçimizdeki o hayvan nasıl kapatılır? Açık bırakılırsa, 'hayvan'laşmadan tartışmak nasıl öğrenilir? Bir insanı zaaflarıyla kabul etmek çok mu zor? Çok mu zor, arkasından konuşmak yerine, suçlamadan, tehdit etmeden, açık açık, yüzyüze, aydınlık bir şekilde karşılıklı konuşmak? Çok mu zor birbirimizi anlamak? Kendi gölgemizi kabul etmek?

* * *
"Masalda "doğru" ve "yanlış" yoktur, belki de "uygunluk" diyebileceğimiz farklı bir standart vardır. Hiçbir koşul altında yaşlı bir kadını fırına itmenin ahlaki olarak doğru ve etik açıdan erdemli olduğunu söyleyemeyiz. Ama masal koşullarında, arketiplerin dilince, bunu yapmanın uygun olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda ne cadı yaşlı bir kadındır, ne de Gretel küçük bir kız. İkisi de ruhsal unsurlar, karmaşık bir ruhun ögeleridir. Gretel kadim çocuk ruhudur, masum, savunmasız; cadı ise kadim kocakarıdır, sahip olan, yok edendir; size kurabiye veren ve sizi bir kurabiye gibi yemeden önce yok edilmesi gereken annedir, yok edilmelidir ki siz de büyüyüp anne olabilesiniz. Vesaire, vesaire. Tüm açıklamalar kısmidir. Arketip açıklamayla bitirilemez. Çocuklar onu yetişkinler kadar iyi ve kesin biçimde anlarlar; hatta daha da iyi anlarlar, çünkü zihinleri kolektif bilincin geleneksel ahlakçılığıyla, tek yanlı, gölgesiz yarı gerçekleriyle doldurulmamıştır henüz."
Yani çocuklar gayet iyi bilir, ne fantazi, ne gerçek, hangi davranış uygun, hangisi değil. Bunu bilmeyen asıl biz yetişkinleriz. Korkuyoruz çünkü ruhumuzu özgür bırakmaktan, gölgemizle hiç yüzleşmediğimiz için, onu hep kapalı kapılar ardına sakladığımız için, bilemiyoruz serbest kaldığında ne yapacağını. Kimbilir belki de ibrahör olmak isteyecektir, ya da yıllardır içeride biriktirdiği tüm kötü düşünceleri kusmak birine. Yok yok, biz iyisi mi hayatın bize biçtiği rolü oynayalım, gölgemizi kapalı kapılar ardına saklayalım. Aynı replikleri, aynı sahneleri, her gün aynı şekilde, milyonlarca kere tüketelim. Aman ha fazlaca birbirimizin kapılarına yaklaşmadan, yüzeysel olarak. İçimizde fırtınalar da kopsa, gıcık da olsak bazı repliklere, bir daha, bir daha tekrar edelim --ki iyice otursunlar beynimize, tarih yazalım sonra "hepimiz beğendik" diye. Sonra da gidip kapalı kapılar ardında ne halt edersek edelim, özellikle de kendimizden güçsüz birine kusalım ki gölgeler imparatorluğuna bir kayıp ruh daha eklensin. Ve biz hiçbir şey olmamış gibi beğenmeye devam edelim kalanlarla.

Ya da, Ursula'nın dediği gibi kendimiz olalım, bütünüyle kendimiz...
"Genç varlık mutlaka korunma ve sığınma ister. Ama gerçeğe de ihtiyacı vardır. Bana öyle geliyor ki, çocuklara tamamen dürüstçe ve gerçeklere dayanarak iyilik ve kötülükten söz etmenin yolu, benlikten, iç, en derin benlikten söz etmektir. Bu çocukların başa çıkabileceği zaten başa çıktıkları bir şeydir; aslında büyürken tek işimiz de budur: Kendimiz olmak. Bunun ümitsiz bir iş olduğunu hissedersek ya da tersine hiç emek istemediğini düşünürsek başaramayız. Bir çocuk çaresizliğe ya da sahte bir kendine güvene zorlanırsa, korkutulur ya da pışpışlanırsa, gelişme güdük kalır ya da yolundan sapar. 
Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlüktür. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız vardır. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz: böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkâr etmeye daha az eğilimli oluruz. Fantazi iç benliğin dilidir. Fantazinin çocuklara ve başkalarına öyküler anlatmak için bana en uygun gelen dil olduğundan başka bir şey söylemeyeceğim..."

November 16, 2011

Mavi/Blue

Teacher: What color is this?
YavruSu: Mavi
T: ??? Blue, this is blue.
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
Teacher: Moavee?
YavruSu: Yess, you got it!
T: ?!?!?!?!

Öğretmeni anlattı, Türkiye dönüşü YavruSu'ya mavi rengi öğretmeye çalışıyormuş ama bizimki baskın çıkmış, akşam almaya gittiğimde öğretmeni soruyordu "blue'nun Türkçesi moavee mi" diye. Dedim, biz çocuğu size Türkçe öğtretsin diye göndermemiştik ama... bir karışıklık oldu herhalde, neyse... :P Şaka bir yana, her gün eve bir yazı geliyor böyle: "bugün YavruSu çocuklara montlarını giymeyi öğretti", diğer gün "haftanın günleri şarkısını öğretti", başka bir gün "arkadaşlarının kıyafetlerini çıkartmalarına yardımcı oldu", vs. diye. E maaşa bağlasınlar bari, diğer öğretmenlere iş bırakmıyor.

Şaka bir yana, bizim kız sürekli öğretme peşinde. Sanırım bu doğuştan gelen bir şey. Çünkü daha 14 aylıkken, kreşte 2 numaralı kuzular (Lamb2) sınıfına transfer olacağı dönemde, öğretmeni geçeceği sınıfın öğretmenine "size 3 çocuk bir de asistan gönderiyoruz" demişti asistan diye YavruSu'yu kastederek. O zaman da öğretmenlerinin diğer çocukları uyutmalarına yardımcı oluyor, altlarını kontrol ediyormuş, kaka yaptılar mı diye. En son, "büyüyünce öğretmen olacağım, o zaman da birlikte öğretiriz yine" demiş öğretmenine.

Ama öğrenme derseniz, cık! Es kaza bir şey öğretmeye kalkalım, öyle büyük kriz çıkar ki vakti zamanında yaşanan Türkiye-Yunanistan krizi hiç kalır yanında. Ne haddimize bir şey öğretmek, nasıl yapıldığını göstermeye kalkmak!!! Oysa ne büyük hayallerimiz vardı, gitar öğretip orkestra kuracaktık, birlikte konserler verecektik. Şimdi bildiklerimizi de unuttuk sayesinde. Neyse ki okula gidiyor. Haftada 1 gün de müzik dersine gidiyor ve gelip bizi aydınlatıyor. Akşamları gelsin "circle time"lar, gitsin "group time"lar... Bir geliştik ki sormayın!

Bu arada o kadar laf ediyordum Montessori okullarına, ama bu sene döndük dolaştık sonunda biz de nasibimizi almaya karar verdik sevgili Madam Maria'dan. Eski okulundaki öğretmeninden sürekli negatif elektrik alıyordum. Bizim yavru da birkaç kez öğretmeninin bağırdığını söyleyince ipleri koparmak için etraftan bulabildiğim tüm kesici aletleri toplamaya başlamıştım. Başta dişlerimle başladım. İdare ve öğretmenin kendisi ile dişli konuşmalar yaptım ve okulla ilgili bulabildiğim kadar bahane buldum. Yok oyuncakların çoğu plastikti, kullanılan köpük sabunun içerisinde sağlığa zararlı maddeler vardı, sınıfın bir köşesine düşünme köşesi koymuşlardı, vs. Aslında bunların hiçbiri öyle büyük şeyler değildi... ah öğretmen iyi olaydı, kreş kar amacı gütmeyen sevdiğimiz bir işletmeydi.

Öğretmenin bu yaş grubu için özel bir önem teşkil ettiğini düşündüğümden hemen arayışlara başladım. Bir tane kooperatif kreş bulduk önce, fikir olarak çok hoşumuza gittiyse de ortam biraz kaotik geldi; 10 aile çocuklarına dönüşümlü olarak birlikte bakıyordu. Sonra eski kreşin müfredat geliştiricisinin Montessori okulu açacağını duyduk. Kadının çocuklara yaklaşımı hoşuma gittiği için daha yakından tanımak üzere hemen eve davet ettim. Kızı bizimkiyle birlikte aynı sınıfta bulunmuştu 3 ay; sonra ayrılıp ev okuluna geçmişti. Birkaç kez buluştuk. Kadının ve kızının bizim yavruyla ilişkisi çok iyiydi. YavruSu da seviyordu onlarla birlikte olmayı. Zaten önemli olan da buydu.

Sonra evlerinin iki odasını birleştirip küçük bir Montessori okulu açtılar. Yalnız diğerlerinden farklı olarak, ilk sene yalnızca 2-3 yaş grubunu aldılar. Biz de böylece, bu küçük ve sevimli okuldan nasibimizi aldık. Şu anda 6 kız öğrenci, 1 Montessori öğretmeni, bir yardımcı, bir de kütüphanede çalışmadığı zamanlarda yardıma gelen bir eşi var okulda.


Aslında hala şikayetlerim var Montessori okulu ile ilgili ve fakat bu okul farklı. Gerçekten farklı :P Ağızlarıyla kuş besliyorlar mesela. Şaka şaka :) Ama gerçekten de kuş besliyorlar, özgür kuşlar için minik kuş evleri var bahçede; bir de bir kedileri var. Çok büyük bir bahçeleri var; domates-biber yetiştiriyorlar çocuklarla birlikte; şimdi kış sebzeleri ekecekler; hatta geçen gün sarımsakla başlangıç yapmışlar. Hava ne kadar soğuk/yağmurlu/(henüz olmadı ama) karlı olursa olsun mutlaka her gün dışarı çıkıyorlar/çıkacaklar. Bunlar çok büyük artıları. Ayrıca ev bazlı bir okul ve tüm materyaller özenle seçilmiş, plastik yok. Ama en önemlisi YavruSu, hem öğretmenlerini, hem de arkadaşlarını çok seviyor. Öyle ki Cumartesi-Pazar bile bazen okula gitmek istiyor.

Ve fakat bayan pimpirik olarak ben hala özenle diken buluyorum üstüne basacak. Çocuğum bir yerlerde şablonlara mı sokuluyor, yaratıcılığı mı öldürülüyor acaba diye esiyor arada. Evet bu işin cılkını çıkarttım iyice :P Gerçi, Montessori'de diğerlerine göre minimum seviyede yönlendirme yapılıyor, en azından felsefesinin temeli bu: "child-led learning" yani "çocuk önderliğinde öğrenme, çocuğu takip etme". Bu gerçekten çok güzel bir felsefe! Ancak Montessori'nin felsefesini hayata geçirdiği dönemde, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, yani çocukları iş hayatına hazırlamaya yönelik bir program geliştirdiğini düşünüyorum. Zaten başta "oyun" değil de "iş" denmesi pek çok şey anlatıyor. Evet Montessori'de oyun yok, var. Kullanılan terim bu. Şimdi çocuk bize de gelip evde iş seçtirmeye çalışıyor, "you wanna choose your work?" diye başımızın etini yiyor. Yavrucum zaten bütün gün çalışıyoruz, evimizde bari iki dinlenelim diyoruz ama anlatamıyoruz :P Şaka gibi.

'İş'in şakası bir yana, gündelik hayatla ilgili ihtiyaçlarını karşılamayı öğreniyorlar. Farklı bir matematik ve edebiyat programları var. Örneğin harfleri ey-bi-si diye öğrenmiyorlar, çıkardıkları sesleri öğreniyorlar. Matematik müfredatı da ezbere yönelik değil; uzunluk, ağırlık, taneler, gibi deneyimleyebilecekleri somut şeylerle çalışıyorlar. Resim de yapıyorlar, müzik de. Güzel sesler çıkaran, gerçek enstrümanları var. Bahçede ekim dikim işlerini öğreniyorlar. Kısacası alternatif bir müfredatları var ve herkes hayatından çok memnun görünüyor.

Benim tek derdim, çocuklar yapmak istedikleri işi seçtiklerinde, önce öğretmenin göstermesi. Ben kendi çocuğuma bir şey gösteremiyorum ya, çatlıyorum :P Şaka bir yana, önce çocukların kurcalayıp çeşit çeşit oynama-yapma şekli keşfetmelerini tercih ederdim. Gerçi, geçen gün öğretmeni yeni gelen bir geometrik puzzle'ı incelemeleri için önce çocuklara bıraktı ama sanırım genelde önce kendisi gösteriyor nasıl yapmaları gerektiğini. Daha önce de pek çok kere yazmıştım, bir şeyi yapmanın, problem çözmenin, A noktasından B noktasına gitmenin en az bir yolu vardır diye... çeşitlilik güzel şey; tek bir yol, tek bir doğru, tek bir cins, tek bir cinsiyet, tek bir kültür yok bu dünyada diye... Bu tarz şeyleri çocukluktan itibaren öğretmenin yollarını aramalıyız, bunları hayatın zenginlikleri olarak göstermenin, takdir etmenin, öne çıkarmanın...

İşte budur derdim. Ama sanırım daha önce burada bahsedildiği gibi ailelerin tavrı önemli. Su'cuk oradan gelip bize "watch me and then" (önce beni izle sonra...) diye iş göstermeye çalıştığında mümkün olduğunca "bak böyle de olabilir" diye farklılıkları göstermeye çalışıyorum. Ancak, şu ara çok mümkün değil bayan natural-born-teacher'ın bunları kabul etmesi ama umuyorum ki ileride maviyi de kabul eder, blue'yu da, avgon'u da, երկնագույն'u da, kırmızıyı da moru da... Çok kültürlülük, çok dillilik, çok cinslilik, genel olarak çeşitlilik güzel şey, vesselam :)

September 25, 2011

Erkek olunca...

YavruSu'nun hayali bebeği ile konuşmasından: 
- Bak bebeğim, bu botları giyebilirsin... ama erkek olunca...

* * *
Ve anneyle diyalog:
Y: Anne, erkekler ruj süremez di mi?
A: Ne alakası var, isteyen herkes ruj sürebilir.
Y: Babam da sürebilir mi?
A: Evet, tabii ki sürebilir (içimden 'umarım istemez ama' :P) isterse neden olmasın!
Y: Evet ama anne olunca sürer, di mi?
A: ?!?!?!?!
* * *
"Anne olunca", "erkek olunca",... bu sene böyle şeyler oluştu kafasında. Sanırım yazın başladı. Her yaz olduğu gibi bu yaz da Türkiye'ye gittik. Orada gördüğümüz insanlar genellikle üstüne başına özen gösteren, makyajsız dışarı adım atmayan şık kişiler olunca, bizimki de 'vay be böyle bir yaşam da varmış, ne kadar da renkliymiş' diyerek balıklama daldı olaya. Artık anneanneye ruj sürdürmeler, komşudan oje istemeler, elbise dışında kıyafet, pembe dışında renk tanımamacalar... Vay be dedim, demek toplum böyle bir şeymiş! Ben bile bir noktada, dükkan dükkan gezip burada hayatta giymeyeceğim kıyafetleri almaya çalışırken buldum kendimi. Hoş ilk geldiğimde de buradakileri yadırgamıştım, bu ne özensizlik diyerek. Ama artık alıştım ve aralarına karışıp rahata kavuştum --annemin dediğine göre ise iyice paspal oldum :) Türkiye'de normal, halktan biri gibi görünebilmek için epey çaba harcadım. Hatta YavruSu'nun ısrarlarına dayanamayıp ruj bile sürdüm. Gelince normale dönmem çok uzun sürmedi neyse ki ama YavruSu malesef hala aramıza dönemedi. Geçen gün dışarı çıkacakken bir ara ortadan kayboldu, bir geldi ki palyaço gibi! Ne oldu böyle, hasta mı oldu acaba, yanağını mı çarptı diye telaşlandık bir anda. Meğer pastel boyaları alıp ruj gibi sürmeye çalışmış!!! Allahım, bu da mı gelecekti başıma??? Müstahak ama bana!!! O kadar artistlenirsem olacağı buydu! Yok tayt giydirmezmişim, yok pembe sevmezmişim... Al işte sana hem pembe, hem tayt: pembe tayt! Arkadaşım L. demişti ama zaten, "bu dediklerini sana çifter çifter yutturacak" diye... Bu kadar çabuk beklemiyordum ama! Aaah, ahh!

...derken, geçen gün başka bir enstanteneyle olayın iyi tarafını gördüm :) Dışarıya çıkarken bana yine 'zorla' elbise giydirdi KokoşSu. Sonra da
- ikimiz de elbise giydik, ama baba giymemiş, baba elbise giyemez, baba eksik. 
dedi. Bir an, vay be dedim, eksik etek diye kızlara derlerdi ama... Sevindim aslında içten içe; kendini eksik olarak görmemesi hoşuma gitti. Erkekleri böyle görmesi hoş değil tabii ama onu da konuştuk sonra. Dedim ki, herkes her istediği şeyi yapabilir, hatta erkekler birbirleriyle evlenip çocuk bile 'yapabilir'. Evlenmek de şart değil. İki babası ya da iki annesi olan çocuklar da var bu dünyada. Neden olmasın ki! Farklılıklarımız, bizi biz yapan, yaşamı güzelleştiren şeyler. Düşünsene dedim, herkesin aynı olduğu bir dünyada yaşamak ister miydin? Çok sıkıcı olurdu kanımca ;)

* * *
İşte "And Tango Makes Three" de farklılıklara dair yazılmış bir çocuk kitabı. New York'ta bir hayvanat bahçesinde yaşanmış gerçek bir olayı anlatıyor. Roy ve Silo iki erkek penguen. Her şeyi birlikte yapıyorlar. Birlikte şarkı söylüyorlar, birlikte yüzüyorlar, birlikte geziyorlar. Roy nereye giderse, Silo da peşinden gidiyor. Bakıcıları onların birbirine aşık olduğunu düşünüyor. Roy ve Silo diğer penguenlerin yumurtladığını görünce, kendilerine taşlardan yuva yapıyorlar. Taşların üzerinde oturup bekliyorlar ama bir türlü yumurtaları olmuyor. Her seferinde hayal kırıklığına uğruyorlar. 

Bunu farkeden bakıcıları, sonunda başka penguenlerin yumurtalarından birini alıp onların boş yuvasına koyuyor. Ve Roy ile Silo yumurtanın başında gece gündüz nöbet tutarak bir yavruya kavuşuyorlar. Ona Tango ismini veriyorlar, çünkü tango yapmak için iki kişi gerekiyor. Ve Tango da onları 3 kişilik bir aile yapıyor: "and tango makes three" ismi buradan geliyor. Sonraki sayfalarda her şeyi artık üçü birlikte yapıyor ve görüyoruz ki aile olmak için sevgiden başka hiçbir şey gerekmiyor  :)

Gerçekten çok sevimli bir kitap. Internette hakkında binlerce şey yazılmış. Öğretmenler için ders planları, çocuklara felsefe öğretmek için hazırlanmış sorular da var. Bu kitapla, geçtiğimiz yıl tam bu zamanlarda, bizim bölümün çocuk kitabı severlerinin aylık okuma toplantısında tanışmıştım. Konu, Eylül'ün son haftası olması dolayısıyla yasak kitaplar haftasıydı. Türkiye'de yok tabii böyle bir hafta; biz daha yazıya geçmeden henüz düşünce aşamasında icabına baktığımız için gerek de kalmıyor zaten(!) Neyse, bu hafta dolayısıyla, bazı eyaletlerin okul ve kütüphanelerinde yasaklanmış veya çokça tartışılmış kitapları okuduk. Kitapların yasaklanma ya da tartışılma nedenleri genelde seks, şiddet, küfür içeriyor olmaları ya da anti-aile, eşcinsellik gibi temalara sahip olmaları. Bu kitap da bir çocuk kitabı olarak homeseksüel ilişkiye yer verdiği için 2008'in en çok eleştirilen kitabı olmuş.

* * *
Alternatif ilişkiler, farklı yaşamlar olduğu/olabileceği küçük yaştan itibaren anlatılabilir çocuklara. Böylece, hem çocuk farklı seçimler yapabileceğini görür ve eğer kendisini farklı hissediyorsa, toplumun onun için biçtiği rolü zorla oynamak zorunda kalmaz, hem de bu tarz seçimler yapan insanlar için kullanılan saçma sapan tanımlamalar/tacizler ve yazmaya elimin varmadığı daha beter davranışlar tedavülden kalkar. Örneğin, Pırtık Tekir kitabında sevdiğimiz bir şeydi bu; Handan ve Bahar'ın lezbiyen olduğu ima edilmemiş olsa da iki kadının birlikte yaşaması, farklı yaşam biçimlerine yer verilmesi gerçekten çok güzel. Benzer durum, engelli insanlar için de geçerli. Animal Boogie kitabından bahsederken yazmıştım, bu tarz resimlerin/öykülerin kitaplarda yer alması çok önemli diye. Bizden farklı olan insanlar yabancı değiller, sıradışı değiller, hasta, bölücü, terörist, bağnaz, yobaz, kaçık, sapık, vs. hiç değiller. Hepimizin özü aynı, hepimizin özlemleri, umutları var, hepimizin eşit şekilde yaşamaya hakkı var! Ama bazılarımızın dertleri çok büyük. Birbirimizle empati kurmamız şart. Biz de 'farklı' doğmuş olabilirdik, hatta belki öyleyizdir ve belki de böylesi bizim için daha iyidir. Neden olmasın?



İlgili Yazılar:
Oğlum gay. Ya da değil. Umurumda değil, o hala benim oğlum. (Oğlu gay olan bir annenin blog yazısı)

Erkek yurdunda trans olmak. Pınar Öğünç, Radikal Gazetesi (29 Ekim, 2010).

Konuyla ilgili diğer çocuk kitapları: 
Teens Questioning Gender Identity and Sexuality. (Ilinois Universitesinden Lacy Spraggins'in hazırladığı cinsiyet meseleleri ile uğraşan kitaplardan oluşturduğu bibilografya)

Yasak kitaplar haftası ile ilgili linkler:
Banned Books Week web sitesi: http://bannedbooksweek.org/
Wikipedia'da Banned Books Week: http://en.wikipedia.org/wiki/Banned_Books_Week

September 16, 2011

Araba koltuğu

YavruSu'nun arabada giderken hayali arkadaşları "kızlar" ile konuşmasından:
Y: Kızlar, arabada giderken koltuğunuzda oturmalısınız. Yoksa polis bize kızar.
Anne: Polisin kızması önemli değil! Kim soktu aklına su polisi??? Önemli olan sizin güvenliğiniz, ya araba aniden fren yaparsa ne olur!!!
Y: Evet kızlar, araba fren yaparsa fırlarsınız, cama çarparsınız, sonra cam kırılır. Ve polis bize önem yazar.
Anne: ?!?!?!?!
* * *
Görüldüğü üzere bu konudaki temel dersleri başarıyla tamamlamışız, aferin bize :P
Daha doğru dersler için Kitubi'ye: http://www.kitubi.com/category/araba-koltugu/
Şu yazıdaki videolar beni çok etkilemişti: http://www.kitubi.com/2008/01/11/bebegim-neden-arkaya-donuk-oturmali/
Ve bir de Bir Anne Paylaştı ki... hepimize önemli bir ders olsun!

September 12, 2011

Sözlü oyun (kısa version)

Evren: Seninle bir oyun oynayalım mı?
YavruSu: Nasıl?
Evren: Sözlü oyun. Ben soracağım sen cevap vereceksin; şöyle:
 - Komşu komşu huu, oğlun geldi mi?
 - Geldi.
 - Ne getirdi?
 - İnci boncuk.
 - Kime kime?
 - Sana bana.
 - Başka kime?
 - Kara kediye.
 - Kara kedi nerde?
 - ...
Evren: Hadi oynayalım, ben başlıyorum: Komşu komşu huu, oğlun geldi mi?
YavruSu: Gelmedi.
Evren: Nasıl?

Canavarlar ner'de?

YavruSu: Canavarlar ner'de baba?
Baba: Canavar diye bir şey yok ki; onlar bizim hayalimizde olan şeyler.
YavruSu: Hayalimis ner'de peki?
Baba: Hayalimiiiz... kafamizda kurduğumuz şeyler yani.

Bir süre sonra, kafasını göstererek...
YavruSu: Anneee, canavarlar ner'de olur biliyor musun? Canavarlar kafamızın içinde olur.
Anne: Aferin babaya, 100 puan! Gece kafamın içinde monster var diye uyanırsan bizzat gelsin ilgilensin madem, allah allaaah, bu yaşta çocuğa böyle şeyler söylenir mi, bak kime diyorum ben, bır bır bır bır...
YavruSu: Efendim anne?
* * *
Ama aslında, çocuk haklı, canavarlar gerçekten de kafamizin içinde. En başta da, sürekli bizi bir şeylere sap yapmaya çalışan balta canavarı. Sonra şekil canavarı var. Bu da, insanları hazır kalıplarla doğranacak hamur gibi görüp bir güzel yoğuruyor önce, "eğitim" adı altında...

Evren, çok güzel bir yazı çevirmiş/yazmış yine. "Erismek istedigimiz fazlalik, bolluk duygusu kucuk, soz dinlemez, yildirim hizinda bir Terrier gibidir. Arkasindan kosarsak, o da bizden uzaklasir. Soz sahibi oldugumuza dair guclu bir inancla ters yonde ilerlersek, o bizim pesimizden kosar."

İşte bu kafamızdaki canavarlar da aynı "Terrier" gibi. Ama ne şanslı bir türüz ki, kafamızın içinde tersine koşacak geniş bir alan da mevcut. Sınırları yalnızca hayalgücümüze kalmış...
* * *
Peki neden canavarların peşimizden koşmasını isteyelim? Deli miyiz biz? Belki biraz :P Şaka bir yana, bu eğlenceli de olabilir. YavruSu çok seviyor mesela. Hadi sen canavar yap deyip bizi peşinden koşturuyor. Sonra kendisi canavar olup bizim peşimizden koşuyor. "Ayyy cok korktum!!!" deyince de, "korkmana gerek yok, ben gülümlü* canavarım" diyor (*gülümlü, sevimli kelimesini hatırlayamayınca, gülümseyen gergedan için uydurduğu sıfat). Yani bu canavarlar iki türlü olabiliyor: "kıskınç" ve "gülümlü". Bu şekil canavarının da gülümlü modu olabilir, farklı hiç görmediğimiz şekiller yaratabilir. Eğitim de hep "kıskınç" mı olmak zorunda? Başka Bir Okul Mümkün olamaz mı? Neden olmasın? Heyecanla bekliyoruz!


February 4, 2011

Karışık mono & diya-loglar

Yavru Su (sabah kahvaltısında): Bal-a-bal pliiz, bal-a-bal pliiz! (bal badem için uydurukçu Su'nun bulduğu kelime (l'ler ince). Bir süredir balın adı da bal-a-bal)
Baba: Bunun adı "bal-a-bal" değil YavruSu. Artık sana bunun gerçek adını açıklama vakti geldi; bunun adı sadece "bal".
YavruSu: Sacce bal pliiz, sacce bal!
Baba: x+? :-)
* * *
Anne: Senin yumurtanı yemen gerekmiyor muydu, çekirdek de nerden çıktı şimdi? 
YavruSu: (çekirdeği aldığı tabağı göstererek) burdaan... (doğrucu Mahmut mu, düz Mahmut mu :P)
* * *
Anneanne (YavruSu anlamasın diye şifreli konuşuyor): Yemekten sonra p verelim Evren. 
YavruSu: Puding, puding, puding, puding... şimdi, şimdi, şimdi, şimdi,...  (tabii ki yemek yarıda kesilir ve puding önüne gelinceye kadar plak takılmış gibi söylenir)
* * *
* Aaa balon bitmiş, kalmamış! (sabah uyandığında içinde azıcık hava kalan balonu görünce)

* Sen kızma baba, sen sevin :) (arabada ayağa kalkmak isteyince babasının itiraz etmesi üzerine)

* Tut my hands anne, tut my hands... (annesini oyunda çocuğu yapıp sen ağla deyip ağlattıktan sonra... -çocuk olduktan sonra TV'ye hiç gerek kalmıyor demiş miydim? Cidden :P)

* Sen beni puşma (push-ma) anne, baba puşsun! (3 aylıktan beri ilk kez pusetle gezmeyi kabul edince bu defa puseti ittirecek kişiye itiraz geldi; e illa bir arıza çıkaracak, doğası bu... acaba adını Arıza Su olarak mı değiştirsek... :P)

* Biraz da babayla jumpiyim. (Asla hak geçirmiyor, ah bir de düzgün konuşabilse :P)

* Benim Burçin'im ne(r)deee, kaçmış mı? (nenesi Türkiye'ye dönünce)

* Sen babayla konuşma anne, ben müzik dinliyooyum, sen de dinle! (anneyle babanın ikili muhabbetini çekemeyen Su'nun cadı halleri... Cadı Su daha uygun sanırım :P)


January 24, 2011

Makarna nerden geliyor?

Bir akşam yemeği sohbetinde, yediği yemeklerin nereden geldiğini anlatalım dedik. İşte başladık, ıspanak, brokoli topraktan geliyor... yok bunları yemiyor da, biz anlatalım dedik ki belki ilgi duyar da yer (aşırı derecede iyimser anne-baba sendromu :) Neyse, işte o akşam anlattık meyveler ağaçtan geliyor, sebzeler topraktan, vs... Sonra bizimki bu konuyu ilerilere götürüp herkesin herşeyin nerden geldiğini sormaya başladı, hatta daha önce de yazmıştım, 80 kere sormasına, 80 kere çocukların annelerinin karnından çıktıklarını söylememe rağmen yine de kendisinin babasından geldiğini iddia etti! İşin kaynağında o da vardı tabii, kıyamadı çocuk. Neyse, ilk anlattığımız akşam önce yemek konusunda en ilgili olduğu şeyin peşine düştü; hemen sordu: "makarna nerden geliyor?" Biz şaşkın şaşkın bakarken kendisi cevapladı: "tabaktan geliyor" diye :)
Haa dedim tencerede yetişiyor, tabaktan geliyor, seni uyanık seni, makarnayı mideye indirmek için yapmayacağın numara yok :) Makarna olunca "I love sos" deyip mideye indirirsin, sebzeye gelince, ağzından çıkarıp gıdı gıdı yaparsın... Peki, şimdi sen söyle bakalım biz ne yapalım seni? Numaracı :)

January 12, 2011

Havlular nerde yaşıyor?

Julia Donaldson ve Axel Scheffler'ın Snail and the Whale kitabını okuyorduk. Orada balina, sürat teknesiyle dolaşan insanlar yüzünden yönünü şaşırıp karaya çıkıyordu. Ben de anlattım, balinalar denizde yaşar, karada yaşayamazlar diye. Neyse salyangoz yardım etti de geri döndü yaşam alanına, biz de çok sevindik :)

Ertesi gün, çamaşırları katlıyorduk birlikte, bizimki hemen sordu: "Havlular nerde yaşıyor anne?" Ben de dedim ki bizim evimizdeki havlu popülasyonunun yaşam alanları çok çeşitli: bir kısmı çekmecelerde yaşıyor, bir kısmı hurçlarda, bazıları banyoda bizim yıkanmamızı bekliyor, biz yıkanınca sevinip sarılıyorlar bize, 'oh mis' diye. Bazılarının işi zor, yoğurt mayalanırken onu beklemeleri gerekiyor, iyice etrafını sarıp 7 saat boyunca nöbet tutuyorlar başında. Kimisi sadece yazın ortaya çıkıyor, kış uykusuna yatıp deniz zamanında cıvıl cıvıl seriliyorlar kumlara :) Ah şimdi farkettim de, bir su-kuşu olarak pek özlemişim bu kum-kuşu havluları...

Bu arada hemen sormalıyım, sizin havlularınız nerde yaşıyor? Sincapların yalnızca bizim evimizin karşısındaki ağaçta yaşadığını düşünüyor bizim yavru Su :) Siz söyleyin de anlatayım, havluları yalnızca bizim evle sınırlı sanmasın. Dışarıda hep kağıt 'havlu' var çünkü, anlatayım da, havlularımıza sahip çıksın; onca türün arasında bir de havlu türü yok olmasın, dolaylı da olsa yaşam ağacına destek olsun...