December 22, 2013

Çocuk İstismarını Önleme Konusunda Çocuk Güvenliği Aktivite Kitabı

Onlineanne.com sitesinin kurucuları Melike ve Pınar çocuk istismarı ile ilgili çocukları bilgilendirme amaçlı çok önemli bir çalışma yapmışlar. Çocukların anlayacağı dilde, seveceği şirinlikte bir aktivite kitabı hazırlayıp kullanıma açmışlar. Aşağıda kendi kaleme aldıkları metinden ve linklerden konuyla ilgili ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Şimdi bize düşen bu metni yayarak çocuk güvenliği aktivite kitabını mümkün olduğunca çok çocuğa ulaştırmak; çünkü onların yazıda belirttiği gibi çocuk istismarı maalesef çok yaygın...

"Çocuk istismarı her ülkede önlemler alınmasını gerektiren bir sorun olarak karşımızda. Bu konuda çalışan uzmanlar fiziksel istismarın çok daha yoğun olduğunu, çocuklarımızın yarısının fiziksel istismar yaşayarak büyüdüğünü, istismarın yanısıra çok yaygın bir ihmal konusunun olduğunu vurgulamaktalar. Her 3 kız çocuktan 1’inin cinsel istismara uğradığı ve bu verilere çocuk gelinlerin dahil edilmediği bir ülkemiz var  (http://www.radikal.com.tr/turkiye/turkiyede_her_bes_cocuktan_biri_cinsel_istismara_ugruyor-1161744).

Buna karşılık Türkiye’de çocuk istismarının önlenmesine ilişkin sesler her geçen gün biraz daha artıyor. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil; yurtdışında da bu konuda farkındalığın artmasına yönelik çalışan pek çok organizasyon var. Bundan bir süre önce yurtdışında yaşayan iki Türk anne, çocuklarının devam ettiği devlet okulunun yönlendirmesi ile, çocuklarının ve kendilerinin çocuk istismarını önleme konusunda bilgilendirilmesini içeren bir programa dahil oldular. Bu programın (www.thechildcenter.org) çok yararlı olduğunu düşündükleri için bu süreci detaylı olarak bloglarına (www.onlineanne.com) taşıdılar. Ailelerin ve çocukların istismar konusunda bilmesi gerekenler konusunda çok aydınlatıcı buldukları bu programın gelir seviyesinden bağımsız Türkiye’deki her çocuğun da hakkı olduğunu düşünüyorlar.

Türkiye’de böyle bir programın, en azından bahsedilen çocuk aktivitelerinin yararlı olacağını düşünen öğretmenlerden, annelerden, hatta kurumlardan kaynaklara ulaşmak isteyen mailer aldılar. Bahsettikleri programdaki tüm bilgiler İngilizce ve Almanca olduğu için de bu bilgileri ellerinden geldiği kadar Türkçe bir içerik altında toplamaya çalıştılar. Böylece çocuklar ve ebeveynler için çocuk istismarı hakkında çocuklarımıza öğretmemiz gerekenleri içeren Türkçe bilgilendirici aktivite kitabını herkesin kullanımına açtılar.


Bu kitapçığın amacı, Türkiye’de büyük eksikliği bulunan bir alanda, bütçesi olan, geniş kapsamlı, devlet destekli, kurumsal bir proje ile somut adımlar atılana kadar, ebeveynlerin kendi çocukları için kullanabilecekleri bilgilendirici bir Türkçe konuşma malzemesi yaratmak. Kullandıkları referanslar kitapçığın en arkasında yer almakta. Bu kitapçığı buradan indirebilirsiniz."Bu kitap nereden çıktı" konulu yazıların linklerini de aşağıda bulabilirsiniz.

Bu iki anne ulaşabildikleri herkesten “Bu kitapçığı beğenirseniz yayın”, “Beğenmezseniz bize neden beğenmediğinizi bildirin” ricasında bulunuyorlar. Ayrıca benzer bir projeyi daha küçük bir yaş grubu için uygulamaya koyan Kırmızı Biber Derneği’ni de destekleme çağrısı yapmaktalar.

Bu kitapçığı çocuğunuzun algısına, yaşına, ihtiyaçlarına uygun olarak, zamanı geldiğini düşündüğünüzde, ister tek tek sayfalar halinde; isterseniz bir seferde bir 15 dakikanızı ayırarak kullanabilirsiniz. Bu konuyu sadece cinsel taciz boyutunda değil, çocukların kendi haklarını ve hakları ellerinden alınırsa yapabileceklerini öğrenmesi olarak düşünmek mümkün. Ve bunu aileler de, öğretmenler de çocuklara öğretebilir."

Çocuk İstismarını Önleme Konusunda Çocuk Güvenliği Aktivite Kitabı


Bu konuyla ilgili diğer yazılar: 

Çocuk İstismarı Konusunda Çocuklara Öğretilmesi Gerekenler (http://www.onlineanne.com/2012/11/18/cocuk-istismari-konusunda-cocuklara-ogretilmesi-gerekenler/)

Çocuk İstismarını Önleme Konusunda Yapabileceklerimiz (http://www.onlineanne.com/2013/12/09/cocuk-istismarini-onleme-konusunda-yapabileceklerimiz/)

OLA ile Onbeş Dakika: Çocuk İstismarı Güvenlik Aktiviteleri (http://www.onlineanne.com/2013/12/09/ola-ile-onbes-dakika-cocuk-istismari-guvenlik-aktiviteleri/)

Çocuk Güvenliği Aktivite Kitabı hakkında sık sorulan sorular (http://www.onlineanne.com/2013/12/12/cocuk-guvenligi-aktivite-kitabi-hakkinda-sik-sorulan-sorular/)

October 31, 2013

Minimalist Ebeveynlik


Bu kitabın tanıtımını Uzunçorap sitesinde görüp kindle'ıma indirmiştim. Aslında 2-3 cümleyle özetlenebilecek bir konu için neden koskoca bir kitap yazdıklarını anlamış değilim --sanırım onların beyni de benimki gibi bir konuyu 140 karakter yerine 140 paragrafla nasıl anlatırım şeklinde işlediğinden olsa gerek. Neyse, kitabın temel cümlesi şu:
               "Mükemmelin iyinin düşmanı olmasına izin verme!"

Yani çocuğuma mükemmel anne-babayı / okulu / yemeği / hediyeyi / ve saireyi vereceğim diye kendini paralama, "yeterince iyi" de gayet iyidir.


Kitapta bir de enteresan bir araştırmadan bahsediyor. Kitabın yazarlarının 8-17 yaş arası çocuklarla yaptığı bu araştırmada çocuklara "tek dilek" sorusu sorulmuş. Soru şu: "Eğer anne-babanızın iş hayatının sizin yaşamanıza olan etkilerini iyileştirme konusunda tek bir dilek hakkınız olsaydı, ne dilerdiniz?" Hayır, çocuklar, çoğu ebeveynin düşündüğü gibi aileleriyle daha çok zaman geçirmeyi dilememişler. Sanırım her yaşta insanlar boyu-boyuna, yaşı-yaşına uygun kişiler arıyor. Bakınız, bizimkinin 6 aylıkken gözlerini ışıldatan kitap: 


Evet, çocukların, en çok diledikleri şey aileleriyle daha çok zaman geçirmek değilmiş. En çok diledikleri şey, anne-babalarının daha az yorgun ve daha az stresli olması olmuş.

Peki nasıl olacak bu? Bütün gün çalış, yorul, üzerine gel bir de ev işlerini yapmaya çalış, çocuklarla ilgilen, yalnızca şimdiyi değil, geleceklerini de düşün, okul araştır, planlar yap... Geçen yazıda cevap sosyalleşmeydi, bu kitapta daha çok çekirdek aile vurgusu var, o yüzden cevaplar da aile içinden. Uzun uzun yazmayacağım, zaten bence ebeveyn olduysanız kitapta önerilen pratik bilgilerin çoğunu içgüdüsel olarak bulmuşsunuzdur. Mesela çocukları ev işlerine dahil etmek. Bunu geçen yazıda bahsettiğim Idle Parent (Aylak Ebeveyn) kitabının yazarı Tom Hodgkinson da öneriyordu, o da çocuklarıyla birlikte bulaşık yıkıyormuş, bunu oyun haline getirip eğleniyorlarmış birlikte. Yalnızca bunun bir iş olduğunu çocuklara çaktırmayın diyor :) Bu kitapta da pratik bir öneri olarak evi gün içerisinde defalarca toplamak yerine, akşam yemekten sonra bir müzik açıp tüm aile, hep birlikte eğlenerek toplayabilirsiniz diyor. Bir de,
Sorulması gereken soru, "Bu işlerin hepsini nasıl yaparım?" değil, "Bu işlerden hangisini yapmam daha önemli?" olmalıdır. 
diyor ve multitasking'e şiddetle karşı çıkıyor. Önem sırasına koyun, teker teker yapın, minimalist olun hepsini birden halletmeye çalışmayın, an'a konsantre olun, annem gibi bulaşık yıkarken bir ayağınızla da yer beziyle yerleri silmeye çalışmayın, benim gibi saklambaç oynarken evi toplamaya çalışmayın, elinizdeki eşyalara göre bir sonraki saklanacağınız odayı belirlemeyin, multitasking yerine multipeople kullanarak işlerinizi halledin demeye getiriyor. Türkçe meali: "bir elin nesi var, iki elin sesi var, üç-dört elin bir evi kolayca çekip çevirebilitesi var" olabilir. Bizde erkişi her işi yapıyor, orada bir sorun yok ama çocuklarla daha işimiz var. O yüzden benim bu kitaptan aldığım son şey şu slogan oluyor:


Not: İki yazıdır bahsettiğim bu ebeveynlik kitaplarının isminden (minimalist ebeveyn, aylak ebeveyn) yola çıkarak annelik müessesesinden kaytarmaya çalıştığım sonucu çıkarılmasın lütfen; her şey çocuklarım özgür ve kendine yeten bireyler olsun diye dost :)


October 23, 2013

'Korkunç' çocuklar

Bizim ufaklık 1 yaşına geldi ve yürümeye başlayalı beri tam bir bızdık (toddler) davranışı sergilemeye başladı. Artık çiş dolu lazımlığını tuvalete kendisi götürüp boşaltmak istiyor, çişler yere dökülmesin diye ben bir ucundan tutmaya çalışınca, o büyük bir hışımla diğer ucundan tutup çekiyor ve benim yerlerin çiş olmaması için gösterdiğim tüm çaba, bana daha çok çaba olarak geri dönüyor. O taşırken 3-5 damla dökecekse, ben karışınca tüm çişler yere gidiyor --Bızdık Davranışı No: 1.

Ya da mesela pek 'özenli' ablasının ortada bıraktığı küçük lego parçasını ağzına attığında, ısırılma pahasına parmağımı ağzına sokup lego-korsanın kancalı kolunu ağzından çıkardığım anda kendisini yere atıp ciddi ciddi dövünüyor --Bızdık Davranışı No: 2.

"En iyisi hiçbir şeye dahil olmayacaksın, bırak ne halleri varsa görsünler!" diyemiyorum ve her seferinde kendimi tehlikeye atıp duruma müdahele ediyorum. Ama sonuç olarak her seferinde çemkirilen ben oluyorum ve üstüne üstlük hem ortamı, hem durumu yine-yeniden-ve-hep ben toplarlamak durumunda kalıyorum --Anne Davranışı Seri: klasik.

Bu durumlara, ikinci kez bir çocuk büyütüyor olmama rağmen şaşırıyorum. "Hani bunlar 2 yaşında korkunç olacaklardı? Daha 1 bile olmadan neyin siniridir, neyin harbidir bu?" diye kara kara düşünüyorum. Daha doğrusu düşünüyordum, artık buldum!

fotoğraf: http://www.bigpicture.in/photographs-of-the-naughty-kids/

Evet, aslında çocuklar hep korkunç, her yaşta, her zaman korkunçlar :) Hiç karışılmasın, müdahele edilmesin, yollarına çıkılmasın, her şeyi kendileri yapsın istiyorlar. Hareket etmeye başladıkları andan itibaren bu böyle. 1 yaşındayken kendi arabasını itmek vasıtasıyla insanlara korku dolu anlar yaşatmak, 2 yaşındayken bıçakla kendi köftesini kesmek, 3 yaşındayken (hava-kombinasyon ve dahi yaş olarak) en uygunsuz kıyafetleri bulup giymek, 4 yaşındayken tek başına dışarı çıkmak, 5 yaşındayken 8 saat sürse ve anne-babaya cinnet geçirtse de ayakkabısını kendisi bağlamak, 13 yaşındayken karşı cinsle 'uygunsuz' münasebetlerde bulunmak, 16 yaşındayken motorsikletle dünya turuna çıkmak, 18 yaşındayken arkadaşlarıyla bungee jumping yapmak, 30 yaşındayken hala evlenmeyerek o çok istediğiniz torun sevgisinden sizi mahrum etmek... Yani sizin yapmasını istemediğiniz her şeyi yaparak size 'korkunç' bir hayat yaşatmak.

Tabii bu baktığınız yere göre değişiyor. Eğer kafanızda çocuğunuzun hayatı için kurduğunuz, size göre pek 'tatlı' hayaller varsa, çocuğunuz da bunu bilirmiş gibi mutlaka onları yıkmak için uğraşacaktır; hatta normalden daha fazla çabalayacaktır. Ama eğer onu doğduğu andan itibaren ayrı bir birey olarak görüp kendi isteklerinin/hayallerinin peşinden koşabileceğini kabul ettiyseniz bu hayatta aşmışlardan --ya da kopmuşlardan-- biri olmuşsunuz demektir.

Kopmuşlar, genelde anne tarafından "baba" tabir edilen kişiler olabiliyor. Annelerin çocuklarla yaşadığı sinir harbi karşısında hiç istiflerini bozmadan son derece sakin durarak, annenin tırlatma çizgisine bir aşama daha yaklaşmasına sebebiyet veren bu kişiler, genellikle anne tarafından "bir şey söylemeyecek misin?!?!?!" diye 'kibarca' sorularak duruma dahil edilmeye çalışılıp sonuçta faturanın yine anneye çıkarıldığı bir durum yaşatabiliyorlar insana.

Aşmışlar, yine sakinliğini bozmuyor ama durumdan kopuk da davranmıyor, tam tersine sinir harbi yaşayan ve yaşatan bebenin dilinden anlıyor ve onu doğru yere yönlendirebiliyorlar. Kaç yaşında olursa olsun ona birey olarak davranıp dizlerinin üzerine çökerek göz teması kuruyor, ben diliyle konuşup duygu yansıtması yaparak bebelerini sakinleştirebiliyorlar.

Ama bizde her zaman böyle olmuyor. Genellikle şöyle oluyor:
- Dışarı çıkmak istiyorum.
- Bahçeye çıkabilirsin.
- Hayır, ön tarafa çıkmak istiyorum.
- Olmaz, oradan arabalar geçebilir, tehlikeli.
- Kapının önünde oynarım.
- Hayır, biz olmadan çıkamazsın, şu yemeği atayım, birlikte çıkarız.
- Tek başıma çıkıcam.
- Hayır çıkamazsın.
- İstiyorum ama!
- Çıkamazsın ama!
- Ama istiyorum!!
- Ama çıkamazsın!! (duygu yansıtmasını kelime yansıtması olarak anlamış anne)
- Üveaaaaa!!!!!
- Böyle yaparsan hiç çıkamazsın bak söyleyeyim.
- Annecim, dışarı çıkabilir miyim lütfen?
- Hayır biz olmadan çıkamazsın, dışarıda kötü niyetli insanlar olabilir (dışarısı manyak kaynıyor, seni kaçırıp organlarını çalabilirler'in kibarcası).
- Güzelce sordum ama.
- Tamam o zaman güzelce söylüyorum: bahçeye çıkabilirsin. (hop döndük mü başa, bozuk plak gibi çal dur artık, tabii her çalışta sesi daha da artıyor ve en sonunda karşılıklı olarak şöyle bir şeyler duyuluyor:)
- Ğyayajagşasdjkfaşsldfaeraesfzc va va vaaaa!!!!!!!!!!!!!!
(ve olay annenin klasik son sözü ile sona eriyor, en azından annenin tarafında)
- Çıkılmayacak dediysem çıkılmayacak. Nokta. 

1 yaşındayken daha kolay, çünkü henüz hala etrafta ilgilerini çekebilecek çok fazla şey var; ota b.ka şaşırıp duruyorlar zaten. Ama 2 yaşına geldiklerinde giderek zorlaşıyor, çünkü hem hafızaları gelişiyor, hem de etraftaki çoğu şeye hakim oldukları için ilgilerini dağıtmak güç oluyor. 3'te biraz çözülüyor çünkü artık biz onları muhtaç bebeler olarak görmekten vazgeçiyoruz. Geçemediğimizde, onları koruma adı altında sürekli bir şeyleri kısıtladığımızda, vakti geldiği zaman artık onlar bizden vazgeçiyorlar. Ergenlikle birlikte yetişkin bedenine geçtikleri zaman rövanş* maçıyla sahalara çıkıyorlar (*rövanş, Fransızca "revenge"dan geliyor, a.k.a. intikam!!!) Eğer o zamana kadar birey olduklarını kabullenememişsek, işte o zaman bizim için gerçekten 'korkunç' günler başlıyor. Yani baktığımız açıya göre yaşam bize hep korkunç. 


Korku toplumu

Tabii çocuklara da korkunç, hatta onlara daha korkunç. İktidarla sürekli bir çatışma içerisindeler, önce anne-baba, sonra öğretmen, müdür, sonra patron, derken yaşam hakkınız olan şeyleri korumaya kalktığınızda polis, devlet... Hayat boyu bir mücadele. Ve iktidarın söylemi hep aynı: "Her şey sizin güvenliğiniz için!"

Güvenliği sağlamak için savaşlar yapılıyor, darbe yapılıyor, güvenliği sağlamak için su sıkılıyor, gaz bombları atılıyor, insanlar-gencecik insanlar öldürülüyor, güvenliği sağlamak için okullarda öğretmenler tenefüslerde bile nöbet tutuyor, güvenliği sağlamak için çocukların dışarıda özgürce oynamasına izin verilmiyor.

Elbette anne-babaların niyetleri daha 'masum', sonuçta dışarısı tehlikeli, tanımadığımız insanlar var, çocuklarımızı kaçırabilir, onlara korkunç şeyler yapabilirler, sokaklar artık güvenli değil... Ve fakat bu masum görünen gerekçenin altında yatan "ben sana güveniyorum ama çevreye (Türkiye'de artık "polise" diye değiştirilebilir) güvenmiyorum" mesajı farklı iktidar biçimleri tarafından farklı şekillerde kullanılabilir. Mesela, ben halkıma güveniyorum ama bu ayyaş-çapulculara güvenmiyorum, o yüzden onları böcek gibi öldürüyorum. Bir diğer versiyonu da islamofobi. Ama hepsinin sonucunda ortaya çıkan şey aynı: korku toplumu.

Oluşturulan korku toplumlarının pek çok nedeni var elbette. Ancak sonuçlarına bakacak olursak, hayatın, çocuklar için ne kadar zor bir hale geldiğini görmemiz hiç de zor olmaz. Çocuklar artık çok yalnız büyüyorlar, bir evin içerisinde çoğu zaman yalnızca bir anne ve bir baba ile geçiyor ömürleri. Başka çocuklarla bir arada olduklarında nasıl oynayacaklarını bilmiyorlar. Başlangıçta güzel gitse de bir noktada mutlaka kriz çıkıyor ve biz büyükler hemen tepelerinde bitip kriz yönetimi yapmaya başlıyoruz. Yönetim de "aman çocum, bak paylaş, aaa arkadaşa vurulur mu hiç, ne kadar ayıp!" gibi klişe lafların ötesine geçemiyor. Peki bizim çocuklara yaptığımız ayıp değil mi? Çocukları yalnızlaştır, bakıcı olarak iPad/iPhone kullan, sosyalleşmesi için fırsat sunma, sonra bir de gidip çocuğa çemkir. Veya, özgüveni yüksek yetiştireceğim diye her istediğini yap, tepene çıkar, sonra o sana çemkirsin.


Büyük şehir, küçük hayatlar

Evrimbilimci psikolog Peter Gray "The Play Deficit" makalesinde sosyal oyun fırsatı verilmeyen çocukların giderek daha narsistik olduğundan, empati yeteneklerinin zayıfladığından ve gelinen noktada çocuklarda görülen zihinsel hastalıkların ve intihar oranlarının giderek artmakta olduğundan bahsediyor. 15 yaşın altındaki çocuklarda görülen intihar vakası sayısı, 1950'li yıllarda görülen sayının 3 katına çımış. Yani, şimdiki çocuklar artık hem yalnız, hem korkunç, hem hasta, hem de çaresiz. Tabii bizler de.

İki çocuğumu da normal doğurdum, ilaçsız vajinal doğum. İlk doğumdan sonra bir süre bulutların üzerinde uçtum, kendimi 10 kaplan gücünde hissediyordum. Artık bunu başardım ya, başaramayacağım hiçbir şey yok şu hayatta diye düşünüyordum. Ama YavruSu ile evde 1 hafta geçirdikten sonra o bulutların üzerinden tepetaklak aşağı düştüm ve nasıl doğum yaptığımın hiçbir önemi kalmadı. Uzun bir düşüştü bu, uzun süre kendime gelemedim. Önce etrafımdaki çocuklu ailelere kızdım. Biliyordum zorlukları olacağını ama bu kadar zor olacağını tahmin bile edemezdim. Neden kimse bana böyle olacağını söylemedi diye epey öfkelendim. Derler ya bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir diye. İşte artık maalesef ne bir köy var bizim etrafımızda, ne de biz böyle bir köyde yetişmişiz ki etrafımızdaki çocukların bakımına dahil olmuş olup deneyim kazanmış olalım. Neyse ki, ikinci doğumda biraz daha tecrübeliydim, düşüş apartman yüksekliği ile sınırlı kaldı :)

Peki nedir çaresi? Nasıl olacak, nasıl sosyalleşecek bu çocuklar ve biz ebeveynler?

Eskiden okullar yarım gündü, bizim hayatımızda çok önemli bir yer tutmazdı. Şimdi artık çocukların tam gün (sabah 8-akşam 5, hatta bazı yerlerde 7-6) gönderildiği kreşler, okullar var. Ancak Gray'e göre okullar da çare olamıyor bu 'korkunç' soruna. Çünkü, okullar demokratik olmaktan çok otoriter olduğu ve dayanışmadan çok rekabeti desteklediği için bu özellikler (yani sosyalleşme, empati yeteneği, vb.) okullarda geliştirilemiyor. "Okul yalnızca, birisinin sizden yapmanızı istediği bir şeyi yapmayı öğrenmek için iyi bir yerdir, çocukları hayata hazırlamak için değil" diyor ve ekliyor:
"Oyun oynamak, öğrenmektir. Oyunda çocuklar, hayatın en önemli derslerini öğrenirler, okullarda öğretilemeyen derslerini. Bu dersleri iyi öğrenmek için, çocukların çok fazla oyuna ihtiyacı vardır -- çok ve çok daha fazlasına, yetişkinlerin müdahelesi olmadan."
fotoğraf: http://blog.xoafrica.com/culture/the-bushmen-contemporary-art/

Tabii, Gray'in bahsettiği daha çok sosyal oyun, karışık yaş gruplarıyla birlikte ebeveynlerin olmadığı bir ortamda, güdümlü aktiviteler yapmak değil, özgürce oyun oynamak (yani i-Pad oyunları saylanmıyor :P). Çocuklar anne-babalarıyla oynarken daha mızmız/oyunbozan olabiliyorlar ama arkadaşlarıyla oynarken böyle yapmıyorlarmış. E tabii, biliyorlar ki anne-baba ne yaparlarsa yapsınlar onların yanında olacak, fakat arkadaşları bir dahaki sefere onunla oynamaktan imtina edecekler. Yine Gray'e göre:
"Oyunun sosyal becerileri geliştirmek için bu kadar güçlü bir araç olmasının nedeni, gönüllü olmasıdır. Oyuncular istedikleri zaman oyundan çıkabilir ve eğer mutsuzlarsa oyundan çıkarlar. Her oyuncu bunu bilir ve eğer oyunun devam etmesini istiyorsa, kendi istekleri ve ihtiyaçları kadar diğer oyuncularının istek ve ihtiyaçlarını da karşılamalıdır ki oyuncular oyunu bırakmasın. Sosyal oyun çok fazla pazarlık yapmayı ve taviz vermeyi içerir. Eğer patronluk taslayan birisi tüm kuralları belirliyor ve diğer oyunculara ne yapacaklarını söylüyorsa, arkadaşları onunla oynamak istemeyecektir ve oyundan çıkıp başka bir yerde kendi oyunlarını kuracaklardır. Bu bir dahaki sefere oyun kurarken daha fazla dikkat edilmesi için önemli bir deneyimdir. Arkadaşları için de; eğer patronluk taslayan kişinin hoşlandıkları özellikleri varsa, onunla oynamadan önce isteklerini daha net ortaya koymaları gerektiğini öğretir. Sosyal oyundan zevk almak için otoriter değil ama iddialı olmak gerekir ve bu sosyal hayatın tümü için geçerlidir. Oyun oynayan çocukları izlerseniz çok fazla müzakere yaptıklarını ve uzlaşmak için çok fazla taviz verdiklerini görürsünüz. Oyunu nasıl oynayacakları üzerine konuşarak geçirdikleri zaman, gerçek oyundan çok daha fazla zaman alır. 
Sosyal oyunun altın kuralı 'Başkalarının sana davranılmasını istediğin gibi davran' değildir. Daha çok, biraz daha zor olan: 'Başkalarına, onların kendilerine davranılmasını istediği gibi davran'. Bunu yapmak için diğer insanların beynine girip onların bakış açısından bakabilmeniz gerekir. Çocuklar sosyal oyunda her zaman bunu yaparlar. Oyundaki eşitlik, aynı olanların eşitliğinden gelmez. Daha çok, bireysel farklılıklara saygı duymaktan ve herkesin istek ve ihtiyaçlarını aynı derecede önemli olarak görmekten gelir. Thomas Jefferson'ın tüm insanların eşit olarak yaratıldığı lafının en iyi yorumlaması budur. Hepimiz aynı şekilde güçlü, aynı şekilde zeki ve sağlıklı değiliz ama hepimiz aynı şekilde saygıya ve ihtiyaçlarımızın karşılanmasına değeriz."
Antropologlar, avcı-toplayıcı topluluklarda yaptıkları incelemelerde baskıcı ve ezici (bullying) davranışların bulunmadığını gözlemlemişler. Başkanları ve/veya otoriter ve hiyerarşik bir yapıları yokmuş. Topluluğu etkileyen olaylarda uzun süren tartışmalar sonucu birlikte karar veriyor ve var olmak için her şeylerini paylaşıyor ve birlikte çalışıyorlarmış. Bunu yapabilmelerinin önemli bir nedeni, Gray'e göre, çocukken olağanüstü miktarda sosyal oyun oynamalarının altında yatıyor.
"Sosyal oyun, aynı zamanda sinir ve korkuları yönetmeyi de öğretir. Okulda ya da büyüklerin olduğu diğer yerlerde, genellikle büyükler, çocuklar adına karar verir ve onların problemlerini çözerler. Ama oyunda çocuklar kendi kararlarını kendileri verir ve kendilerine ait olan problemleri çözerler. Büyüklerin yönlendirdiği ortamlarda, çocuklar zayıf ve savunamasızdır. Oyunda, güçlü ve muktedirdirler. Oyun, çocukların yetişkin olmak için pratik yaptıkları bir dünyadır. Oyunu çocuksu olarak düşünürüz ama çocuğa göre oyun, yetişkin gibi olma deneyimidir: kendini kontrol etme ve sorumluluk alma. Oyunu engellediğimiz zaman, hayatları boyunca bağımlı ve kurban gibi davranan, onlara ne yapmalarını söyleyecek ve problemlerini çözecek bir otorite arayışı içerisinde insanlar yaratırız. Bu sağlıklı bir yaşam biçimi değildir."
Peter Gray makalesinde, avcı ve toplayıcı toplumlarda çocukların nasıl oynadığını, serbest bırakıldıkları zaman yaptıklarının yetişkin hayata kendilerini hazırlamak olduğunu, erkek çocukların iz sürme ve avlanma, kızların ve erkeklerin yenilebilir kökler arama, ağaca tırmanma, yemek pişirme, baraka yapma ve kültürleri içerisinde önemli görülen yeraltı sığınağı, kano gibi artefact'ler yapma oyunları oynadıklarını anlatıyor. -Miş gibi yapılan oyunlar incelendiğinde çocuklar hep kendilerini büyüklerin yerine koymak istiyorlar(mış).

Bizimki de kardeşi olmadan önce ve olduktan sonra uzunca bir dönem anne-abla-kardeş-miş gibi yaptığı oyunlar oynamak istedi, öyle ki bir ara sürekli küçük kardeşmiş gibi yapmaktan yürümeyi ve konuşmayı unutacaktım :) Burada bir öğretim üyesi arkadaşımız bahsetti, bir ara sürekli konferanslara gidince, kızı arkadaşıyla konferansa gitme oyunları oynamaya başlamış. Evet, şimdiki yetişkin hayatları da farklı. Çocuklar da bunlardan etkilenip kendilerini böyle bir hayata hazırlıyorlar. O yüzden biz ne kadar dediğimi yap diye dövünürsek dövünelim, onlar ısrarla bizim dediğimizi değil, yaptığımızı yapacaklar.

Giderek küçülen, eve ve hatta bilgisayarlara/ekranlara hapsolan hayatlarımız var artık. Çok şey öğreniyoruz, başka hayatlara tanıklık ediyoruz, o ayrı. Kimin ne yediğini, saat kaçta nerede kimlerle buluştuğu bilgisi anında karşımızda. Ancak, sadece ekrandan bize gösterilen kadarını görüyoruz, görmediğimiz, bilmediğimiz bir çok şey var. Hergün karşılaşmalar yaşıyoruz, kişisel sandığımız bir sürü sorunla uğraşıyoruz. Oysa bilmiyoruz ki bunlar çoğunlukla hepimizin sorunu, bizim oluşturduğumuz hayatın/toplumun/sistemin/dünyanın sorunları.


Çıkış

Neyse ki alternatif yapılar da var. Son günlerde çok mutlu olduğum bir haber, Başka Bir Okul Mümkün derneğinin kurduğu Mutlu Keçi okulunun açılmış olması. Ya da Gray'in makalesinde bahsettiği Sudbery Valley School'un 40 küsur yıldır faaliyetini sürdürebildiği. Okul --demeye bin şahit, zaten sınıf diye bir şey de yok, daha çok arkadaşlarınızla kaldığınız büyük bir ev gibi-- 4-19 yaş arası çocuklardan oluşuyor ve çocuklar bütün gün özgürler, okulun kurallarına uydukları sürece ne yapmak isterlerse, ne kadar sürede yapmak isterlerse (burada çocuğun bir şey öğrenmek için kendi zamanında yapması gerektiğinin ne kadar önemli olduğundan bahsediyorlar, zil sesi olmadan istedikleri kadar yoğunlaşabiliyorlarmış çocuklar) yapabilirler. Okulun kurallarının da eğitim-öğretim ile hiçbir ilgisi yok; kurallar yalnızca barışı ve düzeni korumakla ilgili.

Sudbury Valley School

Şu anda, bizim yaşadığımız yerlerde böyle okullar yok maalesef. E sokaklarda da çocuk yok. "Hadi gelin köyümüze geri dönelim", ya da "neydi o eski günler, biz çocukken geceyarılarına kadar sokaktaydık" geyiklerine girmeye de hiç gerek yok. Ama umutsuzluğa düşmek de yok, hala yapılabilecek şeyler var.

Bir öneri geniş aile. Yani çocuk bakımına aile büyüklerini de dahil etmek. Ve fakat, Idle Parent (Aylak Ebeveyn) kitabının yazarı diyor ki, artık anneanne-babaanne ve dedeler, miraslarını gemi seyahatlerinde harcamakla meşguller, o yüzden çocuklarla uğraşacak zamanları yok :) En mantıklısı, çocuklu arkadaşlarınızı evinize davet etmek. Şimdi artık sadece doğumgünlerinde yaptığımız bir şey. Gerçi o da değişti. Eskiden doğumgünü partilerini çok severdim, bol arkadaş ve pasta/börek olurdu. Büyükler kendi aralarında takılırken biz çocuklar istediğimiz gibi oynardık. Ama maalesef artık doğumgünleri de profesyonelleşti, villalara taşınıp güdümlü aktivitelerle doldu. Sürekli olarak çocuklarımızı eğlendirme peşindeyiz. Daha da kötüsü vaktimizi veremediğimiz zaman, paramızla, birkaç kez bakıp bir kenara attıkları oyuncaklar alarak onları eğlendirmeye çalışıyoruz. Çocukların, diğer çocuklarla özgürce oynayabileceği alanlar giderek daraldı. Ev ortamı kalabalıktı, sıcaktı; sokaklar heyecan vericiydi, çocuk doluydu. Yine olabilir, yapılabilir bir şey aslında.

Hodgkinson da diyor, evinize bol bol insan davet edin, siz bir köşede içkilerinizi yudumlayıp sohbet ederken [ya da ülkeyi kurtarırken, birlikte müzik yaparken, örgü örerken, bir kareografi üzerine çalışırken, masa oyunları oynarken, dans ederken, oyun geliştirirken ve artık arkadaşlarınızla birlikte yapmaktan hoşlandığınız ne varsa gerisini siz doldurun] çocuklarınız sizi özgür bırakacaklardır [tabii asıl amaç çocukları özgür bırakmak, çaktırmayın]. Bir de diyor ki evinizin dağınık olmasından utanmayın, tam tersine derli-toplu bir eve arkadaş davet etmek kabalıktır. Sizin evinizi gördükleri zaman, "aman yareppi eve bak! Oh, bizimki bu kadar değil neyse ki :)))" diye sevinsinler; sonra onlar da sizi davet edecektir ve bu şekilde hayat herkese güzel olacaktır.


Çıktıktan sonra

Çocuklarımız bizim değil ve bir gün gelecek bizimle aynı evde yaşamak istemeyecekler. Bizimki şimdiden sinirlendiğinde başka bir eve gitmekle tehdit ediyor bizi; uyanık ya, yemeklerimi de siz yapıp getirirsiniz diyor. Havayla beslendiği için sorun olmaz diye düşünüyorum ama biliyorum ki günü kurtarmaya yönelik politikalar, yalnızca günü kurtarmaya yarıyor. O yüzden uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Onları uğurlarken yanlarında ne götürmelerini isterim? Bir hobisi olsun, sokaklarda güvenliğini sağlaması için ayikido öğrensin gibi şeyler değil bahsettiğim. "Tek isteğim mutlu olsun" geyiğine de girmek istemiyorum. Mutlulukla kafayı bozmuş, kendisi mutsuz bir nesilin ortaya attığı bu mottoya hiç mi hiç inanmıyorum. Hem mutluluk ne demek? Size göre mutluluk, belki ona işkence gelecek ya da onun mutlu olduğu şeyler sizin hayatınızı korkunç hale getirecek... Geyik haline getirilen mutluluğun resmini de, evet Abidin Dino yapamamış ama Nazım Hikmet'e cevaben yazdığı derin ve dokunaklı şiirden, bu soyut kavramı çok daha yüce şeylerle bağdaştırdığı, bizim gibi lay-lay-lom bir kavram olarak görmediği çok açık.

Neyse, konumuza dönecek olursak, bu evden çıktıktan sonra, onlardan beklediğim bir şey yok aslında. Ha evdeyken, beyniminizin içerisine girip bize davranılmasını istediğimiz gibi davransınlar, annelerin-babaların --her ne kadar hizmetçi gibi gözükseler de-- birer birey oldukları, kendi isteklerinin/hayallerinin peşinden koşabilecekleri gerçeğine saygı duysunlar [e hayatta her şey karşılıklı olduğu için biz de onlara böyle davranalım tabii]. Çıktıktan sonra da başlarının dikine gidip kendi isteklerinin/hayallerinin peşinden koşmaya, 'korkunç' çocuklar olmaya devam etsinler yeter.

Son olarak Hayyam'ın dediği gibi:
"Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz."
O yüzden sahnede olduğumuz bu kısa süre (kozmik takvim, 1 yıla yansıtıldığında, en uzun insan ömrü saniyenin yalnızca dörtte biri kadar sürüyormuş) içerisinde kendimize, birbirimize iyi bakalım, arada çevrim-dışından da bakalım ve yaşama, her türlü yaşama, ille de yaşama sahip çıkalım istiyorum.. işte bu kadarcık :)

May 2, 2013

Fransızların çocukları her şeyi yiyormuş

Internetle birlikte ilişki biçimlerimiz de epeyce değişti. İnsan ilişkilerinin evrimi için şüphesiz ayrı bir başlık şart ancak şu anda bahsetmek istediğim yiyeceklerle kurduğumuz ilişki. Uzunca bir süredir yiyeceklere yaklaşırken kafamdan formüller geçiyor: protein/karbonhidrat oranı, omega 3 ve omega 6 yağ asitleri, DHA, vitaminler, mineraller, ağır metaller, ... yetti mi! Hayır, siz söyleyin, böyle mikro-besinleri kafayı takmadan keyifle yemek yemek mümkün mü artık! Bizim için değil belki ama bazıları için mümkünmüş.

Bir Fransız, bir de Amerikalı (Türk yok, fıkra değil bu gerçek :P) iki araştırmacı, Fransız ve Amerikalı çocuk-büyük 7000 kişi ile yeme alışkanlıkları üzerine bir araştırma yapmışlar.

Fransızlar sağlıklı beslenme üzerine pek bir şey söylememişler. Dedikleri: "her şeyden azar azar yemek gerekir" ve "sağlıksız gıdaları arada sırada yemek sorun yaratmaz." Amerikalılar ise yemeği, sağlık, beslenme ve diet ile özdeşleştirmişler.

Fransızlar da aslında pizza, hamburger, asitli içecekler, şeker ve ketçap gibi şeyleri seviyormuş ama arada bir yiyorlarmış. Amerikalılar gibi ankette, yemeği sağlıkla özdeşleştirip akşamına da gidip McDonalds'ın önünde araba konvoyu oluşturmuyor, kovayla coca cola içmiyorlarmış. Ve Paris McDonalds'da yedikleri orta boy patates kızartması Amerika'dakinden %72 daha küçükmüş.

Fransızlara sormuşlar yemek deyince aklınıza ne geliyor diye, "keyif, lezzet, sosyalleşme, kültür, kimlik ve eğlence" demişler. Amerikalılar gibi, sağlık ve diete, benim gibi demir-çelik'e bağlamamışlar :P

Yine aynı çalışmada, katılımcılara çikolatalı pasta resmi gösterilmiş ve akıllarına gelen ilk kelime sorulmuş. Amerikalılar'ın en çok söylediği ortak kelime: "suçluluk" (guilt) olurken, Fransızlar'ınsa "kutlama" (celebration) olmuş.

Evet, Fransızların çocukları da her şeyden zevkle yiyormuş. Bu kitabı okurken anladım ki, mimi'ye yemek konusunda yaptığımız en büyük yanlış tam da bu noktada olmuş. Yani yiyecekleri mikro-besinlere indirgeyip işin "keyif, lezzet, sosyalleşme, kültür, eğlence" yönünü geri plana atmak. "Bak bundan mutlaka yemelisin protein değeri çok yüksek, içinde vitamin var, demir var, bla bla var" diyerek ikna etmeye çalıştığımda zavallı yavrucak iyi dayanmış.

Kitapta bahsedilen başka bir araştırma da, yine yaptığım yanlışları yüzüme çarpmaya devam etti: Kohlrabi (yer lahanası) deneyi. Deney şu:

Bir okulda bir gün öğlen yemeğinde kohlrabi servis ediliyor. Kimse bilmiyor bu sebzeyi. Ertesi gün bir üniversite öğrencisi gelip kitap okuyor üç farklı gruba ayrılmış öğrencilere.

A grubuna: "En azından kohlrabi yemek zorunda kalmadım."
B grubuna:  "Neredeyse kohlrabi kadar lezzetliydi."

cümleleriyle direkt mesaj veriliyor her sayfada. C grubuna da bu konuyla alakası olmayan bir kitap okunuyor. Kitaplardan sonra, atıştırma zamanında çocuklar, tekrar kohlrabi denemeye davet ediliyor ve tahmin edin hangi gruptaki çocuklar kohlrabi denemeyi reddediyor. Evet bildiniz! A grubundakiler ağızlarına sürmüyor kohlrabiyi.

Yani neymiş, ağız tadı doğuştan sabit değilmiş; ve beyin gücü, pozitif bakış, yiyeceklerin tadını değiştirebilirmiş. Ayrıca bir yemeği sevip sevmediğimize karar vermek için en az 12 kez denemek gerekirmiş.

Aslında biz yemek seçen bir aile değiliz, her şeyi zevkle yeriz ama mimi biraz daha küçükken onun yediklerine odaklanınca ve hatta ona yedirmeye çalışınca, doğal olarak yemekten zevk almak pek mümkün olmuyordu. Daha çok aklımız yemekleri mimi'ye sevdirmek için dil dökmek üzerine çalışıyordu. Şimdi, biz onun tabağını gözetlemekten ve yedirmek için dil dökmekten vazgeçince, o bizim tabaklarımızla ilgilenmeye ve yeni bir yiyeceği keyifle mideye indirdiğimizi görünce, o da istemeye başladı. Bu insanlık için adım bile değil ama mimi için cidden çok büyük bir adım. Çünkü mimi sebze ve meyveyi severek yese de, kendi formunun dışına hiç çıkmayan bir çocuktu, yani sebzeleri çiğ, makarnayı sade, pilavı yağsız-tuzsuz ve hiçbir şeyi karıştırmadan yiyordu. Şimdi bizim tabaklarımızdaki karışık sebze yemeklerinden tatmak istiyor ve hatta her zaman yemese de, kendi tabağına da koyduruyor. Fakat hepsinden güzeli, bizim yaşadığımız özgürlük. Şimdi ne yedirme derdi var, ne yemesi için söylev hazırlama derdi var, ne de karşılıklı gerilim var.

Ayrıca, yapılan çalışmalar göstermiş ki çocuklarını belirli yiyecekler için zorlayan ebeveynlerin çocukları o yiyeceklere karşı antipati geliştiriyor ve yeni yiyecekler denemekten daha çok kaçınıyorlarmış. Çocuklarının yiyeceklerini katı bir şekilde kontrol eden ebeveynlerin çocukları daha az sebze yiyor ve daha yağlı besinleri tercih ediyorlarmış. Ya da tabağını bitirmeye zorlanan çocuklar, aşırı yemeyi öğreniyorlamış. 

Doğru yolda olduğunuzu anlamanın bir yolu kendinize, yaptığınız şeylerin çocuğunuzda uzun vadede anksiete yaratıp yaratmayacağını sormaktır diyor kitapta. Fransızlar yemenin, endişe edilecek bir durum değil, keyif alınacak bir durum düşünüyorlarmış. Ve fakat besin değerlerine ve vitaminlere odaklandığınızda bu kısım gözden kaçabiliyor. 

Daha önce bahsettiğim katı gıdanın Montessorisi BLW, bu noktada bir kez daha önem kazanıyor. Çünkü BLW'de bol vitaminli-proteinli-vesaireli olsun diye et suyuna sebze çorbaları, bir sürü yiyecek karıştırılarak hazırlanan kahvaltı bulamaçları, içinde hangi yiyeceğin olduğu belli olmayan püreler yerine gerçek yiyecekler var. İlk aylarda mikrobesinlerden fazlaca alamasalar da, gerçek yiyeceklerin tadına, dokusuna, kokusuna alıştıkları için ve en önemlisi, her gün aynı kıvamda/renkte/dokuda/tatta hazırlanan yiyecekler yerine çeşitliliğe alıştıkları için uzun vadede kafaya çokça taktığımız mikrobesinlerden daha fazla alıyor olacaklar. Dolayısıyla neofobi (2 yaş civarı ortaya çıkan yeni şeyler deneme korkusu) dönemi gelmeden çocukları ne kadar çok yiyecekle tanıştırırsak o kadar iyi olur, tabii gerçek yiyecekle ve zorlamadan, kontrolü onlara bırakarak. Çünkü yine Fransızlar'ın dediği gibi: Baskı varsa, direniş de vardır!

April 17, 2013

İyisiyle Kötüsüyle BLW (Baby Led Weaning)

Geçen yazıda katı gıdanın Montessorisi olarak BLW'den bahsetmiştim, bugün BLW hakkındaki çarpıcı gerçekleri paylaşacağım.

BLW'de güzel olan nokta, hangi gıdayla başlayayım derdi yok. Bu yönteme göre bebeğiniz siz ne yiyorsanız, onu yiyecek. Hayır, patates kızartması sebze değil, meyve suyu da meyve yerine geçmiyor. Yok, şeker ve işlenmiş gıdalar da yok. Ama zaten bunları siz de yemezseniz iyi olur, bu tarz şeyler dışında siz ne yiyorsanız bebeğiniz de yiyebilir. Ona ekstra yemek hazırlamak yok.

BLW'nin iki çocuklu bir annenin işini ne kadar kolaylaştırdığını siz tahmin edin. Özellikle de ilk çocuk klasik püreyle başlamış ve 1,5 yaşına kadar bir şey yememiş, sonra da acayip seçici uyuz bir yiyici olmuş olunca, bu BLW nimet oldu bana :)

Yoksa evde herkes için farklı yemek hazırlamak durumunda kalacaktık. Şimdi neyse üç farklı yemekle kurtarıyoruz. Biri ablaya, biri otoimmün paleo dieti yapan anneye, diğeri de baba ve 6,5 aylık cino'ya. Neyse ki kesişim kümemizde birtakım yiyecekler var da mutfak dışında zaman geçirebiliyoruz. Tabii cino, bizim gibi çatal kaşıkla kıymalı ıspanak yemeği yiyemiyor, mercimek çorbası içemiyor henüz. Ama ufak bir hileyle ayrı yemek pişirmeden bunları kendi kendine yiyebiliyor. 

Başlangıç için püf nokta şu: bebeğinize eliyle tutabileceği şekilde (parmak şekli), damaklarıyla çiğneyebileceği yumuşaklıkta, eliyle sıkıp püre haline getiremeyeceği sertlikte yiyecekler hazırlayıp önüne koyuyorsunuz ve o da afiyetle yiyor. Bu kadar basit. 

Biraz daha açacak olursam, örneğin parmak şeklinde kesilebilen sebzeleri (havuç, tatlı patates, kabak, taze fasulye gibi), sizin kendiniz için pişirdiğiniz ilgili sebze yemeğinin içerisine koyup hafif yumuşadığında çıkarıyorsunuz (yemeğin tuzunu sonrasında ekliyorsunuz, bebeklere tuz yok). Yalnız dikkat edin çok yumuşak olmasın, başlangıçta ellerinin ayarı olmadığı için sıkıp püre haline getirebiliyorlar.

Peki ya sıvımsı gıdalar hiç olmayacak mı? Elbette olacak, bu BLW'nin ana mottosu zaten, bebeğinize ayrı yemek pişirmek yok, siz ne yerseniz onu yiyecek. Bu sıvımsı gıdaları da ufak bir hileyle yedirebilirsiniz. Buradaki hile de geleneksel bandırma yöntemimiz :) Mercimek çorbası, yoğurt, humus gibi yiyecekleri parmak şeklinde kesilmiş kızarmış ekmek ya da sebzeleri banarak verebilirsiniz.

Etleri de parmak şeklinde kesip verebilirsiniz; tavuğu but olarak. Etleri bir süre çiğneyip demirini emdikten sonra, siz çiğneyip kuş gibi ağzına verebilirsiniz; böylece protein de almış olur (yalnız amalgam dolgunuz varsa dikkat, sizin çiğnemeniz iyi bir fikir olmayabilir).

Baklagiller ya da diğer parmak şeklinde kesilemeyen yiyecekler için de çatal iyi bir alternatif olabilir. Bizimki henüz aradaki ilişkiyi kavrayamadı ama çatala batırıp önüne koyarsanız, bir süre sonra çatalın işlevini anlaycaktır --yani öyle umuyorum. Cino şu anda büyük bir hevesle çatalı alıyor, sonra ucundaki yiyeceği avuçluyor ama henüz avcunun içindekini ağzına götüremediği için bir sonraki yiyeceğine saldırana kadar onu sıkı sıkı tutuyor :)

Elma, armut gibi meyveler parmak şeklinde kesilip fırında biraz yumuşatıldıktan sonra verilebilir. Üzüm, ahududu gibi meyveleri ikiye kesip vermek gerekiyor. Avokado, aşağıdaki resimdeki gibi kesilip verilebilir. Avokado, süper bir besin! Özellikle hızla büyüyen ve bunun için de iyi yağlara ihtiyaç duyan bebekler için vazgeçilmez.


Flickr'dan bir BLW videosu

BLW kitabında konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi var. BLW'nin çok güzel bir sitesi ve forumu, bir de facebook sayfası var. YouTube'dan da baby-led weaning diye aratıp videoalara da bakabilirsiniz. Son olarak, bir de yemek tarifleri kitabı var ki evlere şenlik! Yani en azından bizim eve şenlik! Biraz BLW'nin mottosundan sapmış olduk gerçi, biz onun yediklerini yiyoruz ama napalım, baharatlarına kadar tam takım :)

Kitapta BLW için kesinlikle 6 ayın beklenmesi öneriliyor. Ama en erken 6 ay, sonrasında da başlanabilir. Yemek yemeğe hazır olduğunu şu sinyallerden anlayabilirsiniz: kendi kendilerine dik oturabildiklerinde, sizin yediklerinize ilgi göstermeye başladıklarında ve hatta sizin elinizden yiyeceklerinizi kapmak için türlü türlü numaralara giriştiğinde ama kapamayıp yalnızca havayı aldığında ve hatta bu havayı çiğnediğinde, yani çiğneme hareketi yapmaya başladığında bebeğiniz hazır demektir.

Şimdi bir aydır BLW yapıyoruz, yani cino yapıyor. Bu yöntem sayesinde, ablasından daha çok çeşitte ve dokuda gıdayı severek 'yemeye' başladı. Bkz. cancino'nun tadına baktıkları (hepsi doğal formunda, püre değil):
Salatalık, havuç, pırasa, kabak, tatlı patates, brokoli, karnabahar, kabuklu bezelye (snap peas), taze fasulye
Elma, armut, mango, portakal, avakado, muz, limon, yaban mersini (blueberry), ahududu (raspberry), böğürtlen (blackberry)
Kuru fasulye, yeşil mercimek, mercimek çorbası, humus
Et, tavuk, köfte, balık, mantar
Ekmek, pizza, makarna
Peynir, yoğurt, yumurta, hindistan cevizi yağı (ekmek üzerinde) 
Hatta bu sabah fırında domates-kekik-keçi peynirli ekmek yaptık, ablası yememek için ayılıp bayılırken, cino bayılarak yedi. Ve öyle çok sevdi ki ellerinin içerisinde kalan parçaları tüm yüzüne maske olarak uyguladı :)

Peki kötü yanları yok mu bu BLW'nin? Var tabii, hatasız kul olmuyor elbette. Kendisi yediği için yalnızca elleri ve ağzı kirlenecek zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Bir yemekte saç, baş, tüm surat, kollar, hatta bacaklar dahil her yeri batabiliyor. Yalnızca kendisiyle kalsa iyi! Oturduğu yer ve yerler de batıyor. Bunun için masa örtüsünü masanın üzerine değil de altına sermek işe yarıyor. Yemekten sonra temizlik süresi yarı yarıya azalıyor. Bir de ilk zamanlarda çok fazla yere düşürdükleri için yerdeki örttünün üzerinden alıp geri verebiliyorsunuz. Bu şekilde yere düşen yiyecekler de ziyan olmamış oluyor.

Bir diğer püf nokta da, evin bilimum köşelerinde bebeğinizin "akşam yemeğinden seçmeler" başlıklı sanatsal çalışmalarını görmek istemiyorsanız, sofradan kalkmadan ağzının içini kontrol etmeyi unutmamak! Çünkü yedikleri yiyeceklerin bir kısmını, damak, yanak, dil altı ve benzeri yerlerde biriktirip sonradan bunlarla evi süsleyebiliyorlar.

Bir de BLW ile bebeğinizin beslenmesi uzun sürüyor. Bebekler inceleyerek, yavaş yavaş yiyorlar, aceleye gelmiyorlar. Nasıl Montessori'de onun kendisinin bir şey yapmasını beklerken hafakanlar basabiliyorsa bazen, burada da benzer durumlar olabiliyor zaman zaman. Eliyle tutamadığında ya da tutup ağzına götüremediğinde alıp eline vermemek için kendinizi tutmanız gerekiyor; aksi takdirde, pratik yapamayacağı için bu yetilerini geliştiremeyecektir.

Son olarak, BLW'de beslenmeyi bebeğinizin önderliğine bıraktığınız için onun hangi yiyeceklerden ne kadar yiyeceğine karışamıyorsunuz. Ama merak etmeyin bebeklerin hayatta kalma içgüdüleri çok güçlü olduğu için karışmamak onların lehine oluyor. Bu şekilde kendilerine alerji yapan belli gıdalardan uzak durup gelişim dönemlerine bağlı olarak daha çok yağlı, proteinli veya karbonhidratlı yiyecekleri tercih edebiliyorlar. Ve iştahsızlık sorunu yaşamıyorlar.

Cino artık kendisi yiyor ve onun masaya oturduğunda heyecanla yemek beklemesini, konsantre olup yiyecekleri masadan itinayla almasını, ağzına götürüp kemirmesini ve çeşit çeşit yiyecekleri büyük bir hevesle denemesini izlemek bizi çok mutlu ediyor. Artı, yemeğimiz soğumadan, nöbetleşe yemek durumunda kalmadan, biz de keyifle masada oturup kendi yemeğimizi yiyebiliyoruz.

Son söz olarak sevgili babamın konuyla ilgili sözleri gelsin:
"Yemek sadece bir besin aracıdır. Ne bir ödül, ne de bir cezadır. Yaşamak için beslenmesi gerektiğini bilmelidir. Sizin göreviniz yalnızca çocuğunuza yemeği sunmaktır. Zorla yemek yedirmek değildir. Yemek saatlerini çocuğunuzla savaş saatlerine çevirmeyiniz. Bu savaşı kesinlikle kaybedeceğinizi bilin. Yemek saatleri, çocuğunuzla paylaştığınız, ona yakınlaştığınız, birlikte bir sevgi yumağı oluşturduğunuz, yaşamınızın en güzel anlarıdır. Lütfen yemek yemesi için ısrar ederek bu güzel anı bozmayınız."

Güncelleme: Ekim 2013

12 aylık BLW'ci :)





Güncelleme: Haziran 2016

Müjde! BLW'nin artık Türkiye grubu da var! Motivasyon, öneri, tarifler, paylaşım ve yardımlaşma için şu linkten üye olabilirsiniz: https://www.facebook.com/groups/blwturkiye/

April 15, 2013

Katı Gıdanın Montessorisi BLW

Başlık, çocuklarla ilgisi olmayanlar için şifreli gibi duyulabilir, kusura kalmasınlar :-)

BLW, katı gıdaya geçiş üzerine bir yöntem. Açılımı baby-led weaning (bebek öncülüğünde memeyi bırakma), ama baby-led feeding (bebek öncülüğünde beslenme) olsa daha iyi olurmuş çünkü tamamen beslenme üzerine bir yöntem. Aslında yöntem de değil. Bu da tuvalet iletişimi gibi, yeni olan bir durum değil, yüzyıllardır uygulanan ve fakat son dönemde, bazı endüstrilerin (evet evet, bebek reonlarında boya kutusu gibi duran kavanoz mamalardan bahsediyorum) çıkarları yüzünden unutulan/unutturulan doğal bir beslenme şekli.

Peki Nedir bu BLW?
BLW kısaca diyor ki: gıdanın sıvı halini geçiniz, katı gıdalara katılarla geçiniz, ama hepsinden önemlisi siz bu işi bebeğinizin önderliğine bırakınız. Hah işte bu noktada n'oluyor, Madam Montessori giriyor devreye. Çünkü neydi Montessori'nin felsefesi:

"Kendim yapabilmem için bana yardım et"

İşte BLW'de mantık tam da bu. Bebeğinizi beslemiyorsunuz, onun kendi kendisini beslemesi için ona yardım ediyorsunuz. Evet bebekler hazır olduklarında kendi kendilerini besleyebiliyorlar. Hayır, maalesef yemek yapamıyorlar :P Yalnızca önlerine konan yemeği kendileri yiyorlar. Kaşık falan, aman diyeyim, sakın kullanmıyorsunuz bu beslenme şeklinde, BLW'ciler görürse o kaşıkla kafanıza kafanıza vurabilir valla benden söylemesi.

E kaşık yoksa, püre de yok tabii. Zaten katı gıda deyip de püre gibi sıvı forma yakın şeyler yedirmek pek anlamlı olmuyordu. BLW'de anlatıldığı üz're pürenin bebeklerin hayatına girişi katı gıdalara geçişin 4 aylıkken önerilmesi dönemine rastgeliyor. Ama artık katı gıdaya geçişte kesinlikle 6 ayın beklenmesi önerildiği için ve bebekler 6 aylık olduklarında, daha doğrusu kendi kendilerine dik oturabildiklerinde, sizin yediklerinize ilgi göstermeye başladıklarında ve hatta sizin elinizden yiyeceklerinizi kapmak için türlü türlü numaralara giriştiğinde ama kapamayıp yalnızca havayı aldığında ve hatta bu havayı çiğnediğinde (yani çiğneme hareketi yapmaya başladığında) hazırlardır demektir; yazık günah verin eline bir şeyler de yemeyi öğrensin. Bu aşamaya gelmiş bir bebeği 1 yaşına kadar 7/24 emzireceğim diye bekletmenin de bir anlamı yok. Çünkü bu da emeklemek, yürümek gibi doğal bir süreç, hazır olduklarında yapıyorlar. Ve ilk kez kendi sandalyelerinde sofraya oturduklarında anlıyorsunuz artık 4 kişilik bir aile olduğunuzu :)))

Tabii ilk haftalarda boğazından bir şey geçmesini beklemeyin, o bir dönem yiyecekleri tutma, ağzına götürme ve çiğneme yetilerini geliştirecek. Aman boğazından bir şey geçmedi diye de üzülmeyin, çünkü 1 yaşına kadar bebeklerin temel gıdası hala anne sütü ya da emziremeyen anneler için mama. Hiçbir yiyeceğin besin değeri anne sütünün verdiği zenginlikte olamaz. O yüzden memelere kuvvet, emzirmeye devam. Hatta yemeklerden önce mutlaka emzirin ki bebeğiniz için katı gıdaları tanıma ve bu konudaki yetilerini geliştirme olayı daha eğlenceli ve rahat geçsin.


BLW'ye başlama döneminde (6 ay civarı) işaret ve baş parmakla tutma yetileri (pincer grasp) gelişmediği için ilk zamanlarda parmak şeklinde kesilmiş yiyecekler (finger foods) sunmak gerekiyor (nasıl sizin parmağınızı tutup ağzına götürüyor, işte o şekil, eliyle tuttuğunda yukarıdan çıkacak ki ağzına götürebilsin). Bir de ilk haftalarda genellikle çiğnedikten sonra çıkartıyorlar. Hatta henüz yutmayı becremedikleri için bol bol öğürüyorlar. Fakat, aman öğürdü diye paniğe kapılmaya da gerek yok, bu öğrenme aşamasında çok normal bir durum, 1-2 haftada geçiyor.

Paniğe kapılıp püre verirseniz belki öğürmesini engellemiş olursunuz ama aynı zamanda çiğneme yetisinin gelişimini de engellemiş olursunuz. Tabii yiyecekleri tutup ağzına götürme yetisinin gelişimini de. Zaten şu ebeveynlik kitaplarında yazılan tüm tavsiyeleri, önerileri geçin ve şuna bakın: çocuğunuz için yaptığınız bir şeyi uzun vadeli olarak devam ettirebilecek misiniz? Örneğin, şu anda kolunuzda-ayağınızda sallayarak kolayca uyutabiliyorsunuz ve fakat 3 yaşına geldiğinde de hala bu şekilde uyutabilecek misiniz ya da bu şekilde uyumaya devam etmesini istiyor musunuz? Nasıl uyumasını istersiniz? Ya da 5 yaşına kadar kaşıkla beslemeye devam etmek ister misiniz? Püreyle sevmediği yiyecekleri kakalamayı ya da daha çok yedirmeyi şimdi başarabilseniz de, bunu ne kadar süre devam ettirebileceksiniz? İleride nasıl yemek yemesini tercih edersiniz?

Bir de kaşıkla beslemede şöyle bir sorun var. Sindirim ağızda başlıyor, ağızda lokmayı evirip çevirecek ki o yiyecekler yumuşasın, tükürükte bulunan enzimlerle sindirilmeye başlasın. Kaşıkla, ne oluyor? Dilinin arka tarafından lüp diye mideye gidiyor püreler. E mide de bir organ sonuçta. Ve biliyorsunuz vücudumuzdaki organlar tek başına çalışmıyorlar, bir sistemin parçası olarak işlev görüyorlar. Burada söz konusu olan sistem de, sindirim sistemi ve bunun başlangıç noktası da ağız. O yüzden no püre, no kaşık!

Yani daha doğrusu, sizin kontrolünüzde olan kaşık yok, yoksa sonsuza kadar elleriyle yemeyecekler, merak etmeyin. Bebekler başkaları tarafından kaşıkla beslenme olayını hiç sevmiyorlar, hep kendileri yapmak istiyorlar, kaşığı uzattığınızda da kendileri tutmak istiyorlar. Bebeğim iştahsız diyorsanız, önüne kendi kendine yemesi için yemek koymamışsınız demektir. Aman etraf batmasın diye kaşık hakimiyetini bırakmak istemeyebilirsiniz ama eline kaşık vermezseniz nasıl gelişecek bu yeteneği? Ben mimi'de yaşadım bunu, ona yedirebilmek için onun eline kaşık verirdim, bu arada oyunlarla ağzını açtırıp püreyi tıkıştırırdım. Tabii hiç mutlu olmazdı, ayrıca bizim için de işkenceye dönüşürdü. Şimdi ne püre hazırlama derdi var, ne de binbir türlü numaralarla yedirme derdi. Artık, sofraya hep birlikte oturup yemeğimiz soğumadan, nöbetleşe yemek yemek zorunda kalmadan, yediklerimizin tadına varma günleri var. Yaşasın sofra keyfi, yaşasın gerçek yemek!


Devamı: İyisiyle Kötüsüyle BLW (Baby Led Weaning)




April 1, 2013

Doğan büyüyor --ve de kaçıyor

Cino, ilk dişlerini çıkardı. Ben emzirirken, saf saf "ahhh çok fena ısırdı!!!" deyince tako, "damaklarıyla mı" diye sordu, ben de "evet bunların damakları çok güçlü oluyor" diye yanıt verdim. Güya deneyimli anneyim, 2. çocuğu büyütüyorum, çocuğun alttan iki tane dişi çıkmış, neredeyse yarıya gelmiş, hatur hutur mememi ısırıyor, ben hala anlamıyorum! Sonra neyse tako aldı elimden, baktı bunun dişi çıkmış dedi. Aaaa, hiç farketmemişim valla. Bravo anneye!!! Sonradan jetonlarım düştü tabii, "bak bak, geçen hafta hiç uyumamıştı, demek diştenmiş" diye. Bir de artistlik yapıyorum, evet bu modellerin damakları böyle oluyor, bık bık bık bık...

İlk dişler önemli; sonuçta diş perisi para ödeyecek onlara; o kadar süt dişiyle ne yapacaksa artık :P Mimi 10,5 aylıkken çıkarmıştı, cino 6 aylıkken ve kimse farketmeden. Bir yandan üzülüyorum, garibim, ikinci olmak böyle bir şey, kendi kendine, farketmeden büyüyor (ya da alık annesi farkedemiyor zavallının). Öte yandan seviniyorum, dişleri çıktı, artık büyüyor diye. Sonra yine üzülüyorum, bu zamanları bir daha geri gelmeyecek, ne çabuk geçiyor zaman, ne kadar hızlı büyüyorlar diye. Mimi'ye bakıyorum, 4 yaşına nasıl geldi, ne ara bu kadar büyüdü, şaşırıyorum; hayır büyüdü de, ne ara evden kaçmaya başladı, hayret ediyorum, hayretler içerisinde kalıyorum!!!



Kendi başına ön tarafa çıkmasına izin vermeyince (e doğal olarak, 4 yaşında velet, 14 yaşında değil) böyle bir düzenek kurup garaj kapısını açmış ve kaçmış. Biz onu arka bahçede oynuyor zannederken bir de baktık ki yok. Bağır allah bağır, mahalleyi inlettik, neyse ki sonunda komşuda bulduk (yandaki beyaz ev). Komşuyu da kandırmış, annemler izin verdi diye... Bu 4 yaş halleri nedir, şaştım kaldım, bu böyle bir dönem geçicidir umarım... yoksaaa yandığımızın resmi midir bu resim???

March 10, 2013

"Tüm zamanların en popüler oyuncakları"

Uzunçorap sitesinde yayınlanmıştı tüm zamanların en popüler oyuncakları. Baktım bizim evde de durum aynı, paylaşayım istedim.

Sopa
Bizde her şekilde kullanılıyor. Sihirli değnek havası verip birbirimizi çeşitli yaratıklara çevirmek, üzerine binip 'uçmak', çamur çorbası karıştırmak, kılıç savaşları yapmak, toprağa ağaç gibi dikip sulamak, toprağı eşeleyip solucan/salyangoz bulmak, başlıca kullanım alanları. Henüz birbirimizi sopalamak için kullanmadık ama bu 4 yaş veletlerinin dilleri bu hızla uzamaya devam ederse yakındır :P Bkz. en son söylediği laf:
"4 years-old'lar annelerinin ne dediğini anlarlar ama annelerinin söylediği her şeyi yapmazlar!"



Boru
Bu oyuncak, benim çocukluğumun da en popüler oyuncağıydı. Küçükken plastik su borularını kesip/kestirip çeşitli dizaynlar yaparak kağıttan yaptığımız okları ya da meyve çekirdeklerini atmak için kullanırdık, iyi gözlerimiz sağlam kalmış şimdi cesaret edemem bizimkilere yapmaya. Bizde borular, şu aralar daha çok dürbün ya da teleskop görevi görüyor. Hatta daha önce yazmıştım, tuvalet kağıdı rulosundan yaptığımız dürbünlerle hazine avı oynayıp, evin her köşesine yayılmış hazineleri (a.k.a. oyuncakları) toplamaya yarayabiliyor.

Kutu
Çok işlevli bir başka popüler oyuncağımız da kutu. Kutuları genellikle içlerine bir şeyler doldurup taşımacılıkta kullanabildiğimiz gibi, oyununa göre gemi ya da bebekler için oturak olarak da kullanabiliyoruz.

İp
Benim çocukken en çok kullandığım oyuncak, ipti sanırım. Bayılırdım ip atlamaya. Boyunlara kadar lastik atlardık, saatler boyunca. Lastiğimle yatar, lastiğimle kalkardım, nasıl değerliydi benim için o beş paraya aldığımız don lastikleri. Bir de el oyunları oynardık, birbirimizin elinden farklı farklı şekillerde alıp farklı dizaynlar yapardık. Bizimkinin yaşı biraz büyüsün de oynayalım yine. Bak şimdiden heyecanlandım. İp bizim evde, kış aylarında, daha çok kolye/bilezik yapımında ve dikiş nakış işlerinde kullanılıyor; baharda da uçurtma uçurmak için. Bir de dans ederken kurdelelerle havada 19 Mayıs figürleri yapıyoruz :P Kutuyla birleştirildiğinde de çok güzel bir oyuncak oluyor, taşımacılık sanatında adeta bir vazgeçilmez kendisi.



Toprak
Yaşadığımız yerde kış aylarında -30'lara varan hava soğukluğu ve bir türlü kalkmayan kar yüzünden ulaşması zor olsa da, bu da tüm zamanların en iyi oyuncaklarından biri. Üstelik topraktan geçen ve insanın kendisini iyi hissetmesini sağlayan iyi bakteriler de cabası :)

Kardeş
Bu Uzunçorap'taki yazıda bahsedilmemiş ama bence bu da tüm zamanların en popüler 'oyuncak'ları arasında yer alması gereken bir şey :) Bakınız bizim evdeki sayısız kullanımından birkaçı:



March 4, 2013

Masalda 'doğru' mu, 'yanlış' mı, 'uygunluk' mu?

Hep sevdiğimiz kitapları yazacak değiliz ya, biraz da sevmediğimiz kitaplardan bahsedelim.

Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kızdan
Her yerde çok fazla reklamı yapılınca bu yaz Türkiye'den almıştık bu kitabı. Kurtları kötü gösteren kitaplara karşı naif bir perspektifle yazılmaya çalışılmış ama kanımca hiç olmamış bir kitap --ki bizim mimi de yüzüne bile bakmıyor bu kitabın. Bir kere zorla okuduk. Her sayfada heyecanlı bir şeyler olacak diye bekledi zavallım. Ama bir kere okuduktan sonra bu gerçek üstü naifliğe o da prim vermedi benim gibi.

Kitap yalnız başına ormana gitmek isteyen yavru kurdun, onu tek başına göndermekten imtina eden annesi ile diyalogları üzerine kurulu. Anne kurt, yavrusunun hazır olup olmadığını anlamak için çeşitli sorular soruyor. İşte, kırmızı başlıklı kızı görürsen ne yapacaksın, büyükannenin evini görürsen ne yapacaksın, uykun gelirse ne yapacaksın, vs. Yavru kurt da dersine çalışmış, annesine bilmiş bilmiş cevaplar veriyor. En son uykusu gelirse diye derenin kenarında uyurken ağaca asmak için bir pankart hazırlamış onu gösteriyor. Pankartta diyor ki:
"Dikkat! Dikkat! Sevgili Avcı Amca, Büyükanne ormanın diğer ucunda. Kırmızı Başlıklı Kız'ın ve ailesinin yanında. Belki biraz şişlik varsa karnımda, inan sadece brokolili makarna. Lütfen karnımı boşuna yarma. Biz vazgeçtik artık et yemekten. Bıktık masallarda kötülenmekten."
Nasıl bir zorlama, nasıl bir kasma! Tamam, kurtları sürekli kötü gösteren kitaplara karşı alternatif kitaplar yazılmasını anlıyorum ve fakat kurtları vejetaryen göstermek, hele brokoli sevdirme çabalarını, 'zorla' bu kitaba eklemek olayını hiç anlayamıyorum. Cidden kafam almıyor! Neyse ki çok güzel alternatifler var severek okuduğumuz/izlediğimiz.

Karda Ayak İzleri
Bu kitap da kurtların perspektifinden yazılmış. Bir kurt, kurtları sürekli olarak kötü gösteren kitaplara karşı kendisi bir kitap yazmak istiyor, derken kapı çalıyor, açtığında karda bir ördeğin ayak izleriyle karşılaşıyor, ayak izlerini takip ediyor ve ördeğe ulaşıyor. Amacı ördekle arkadaş olmak. Ancak, bu işe çok iyi niyetli başlamasına rağmen ördek giderek ona yiyecek olarak görünmeye başlıyor ve tam ördeği avlayıp yemeyi düşündüğü sırada uykusundan irkilerek uyanıyor. Ama "her şey bir rüyaymış" klişesiyle bitmiyor. Uyandıktan sonra tekrar kapı çalıyor. Ve bizim yazar kurt, kapıyı açtığında gerçekten de ördeğin ayak izleriyle karşılaşıyor. Kitap burada bitiyor, gerisi okuyucuya bırakılmış. Gerçekten içgüdülerinin esiri mi olacak, yoksa bunu aşıp ördekle arkadaş mı olacak, bilmiyoruz. Eğer "zihnimiz kolektif bilincin geleneksel ahlakçılığıyla, tek yanlı, gölgesiz gerçekleriyle doldurulmuşsa" arkadaş olacaklarını düşünebiliriz (Ursula K. LeGuin). İşte bu noktada, yani tartışmaya açık, üzerine durmadan düşünülebilecek bir kitap olması noktasında çok başarılı buluyorum ben Karda Ayak İzleri'ni.

Fantastic Mr. Fox
Benzer bir tema Roald Dahl tarafından da işlenmiş: Fantastic Mr. Fox. Aslında bunun kitabı da var --ki film zaten kitaptan uyarlanmış ama bizimkinin yaşı henüz tutmadığı için şimdilik filmini izlemekle yetindik. Kitap 7 yaş üzeri için öneriliyor. Filmi de tam olarak anladı mı bilmiyorum ama bizim için eğlenceli olduğu kadar düşündürücü de bir film oldu diyebilirim (güldürürken düşündüren türden :P). Buradaki konu da benzer. Ve fakat, bu kez, kurt değil, tilki başrolde. Kahramanımız Bay Tilki'nin aslında bir anti-kahraman olduğunu farketmemiz uzun sürmüyor. Ne kadar iyi bir eş, iyi bir baba olsa da, eşine söz verdiği halde hala komşu çiftliklerden tavukları çalmaya devam ediyor. Eşinin durumu farketmesi üzerine içerisindeki gölgesiyle yüzleşmeye başlıyor.

Bu çok güzel alternatifler bizim, tek yanlı sunulmuş gerçeklere karşı, mesafeli durup düşünmemizi sağlıyor. Ve çok sevdiğim Ursula K. LeGuin'in Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabındaki "Çocuk ve Gölge" makalesinde dediği gibi:
"Masalda "doğru" ve "yanlış" yoktur, belki de "uygunluk" diyebileceğimiz farklı bir standart vardır. Hiçbir koşul altında yaşlı bir kadını fırına itmenin ahlaki olarak doğru ve etik açıdan erdemli olduğunu söyleyemeyiz. Ama masal koşullarında, arketiplerin dilince, bunu yapmanın uygun olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda ne cadı yaşlı bir kadındır, ne de Gretel küçük bir kız. İkisi de ruhsal unsurlar, karmaşık bir ruhun ögeleridir. Gretel kadim çocuk ruhudur, masum, savunmasız; cadı ise kadim kocakarıdır, sahip olan, yok edendir; size kurabiye veren ve sizi bir kurabiye gibi yemeden önce yok edilmesi gereken annedir, yok edilmelidir ki siz de büyüyüp anne olabilesiniz. Vesaire, vesaire. Tüm açıklamalar kısmidir. Arketip açıklamayla bitirilemez. Çocuklar onu yetişkinler kadar iyi ve kesin biçimde anlarlar; hatta daha da iyi anlarlar, çünkü zihinleri kolektif bilincin geleneksel ahlakçılığıyla, tek yanlı, gölgesiz yarı gerçekleriyle doldurulmamıştır henüz."

March 3, 2013

Mağara İnsanı Olarak Çocuk

Yemek yemek istemeyen mimi'nin son bahanesi:
"Yemek yememe gerek yok, boşver. Zaten yemek yiyince evdeki yemekler bitiyor, sonra markete gidip alışveriz yapmak zorunda kalıyoruz, yoruluyoruz."
* * *

Evet dertliyim. Ama yemekle derdi olmayan anne yoktur herhalde. Tabii derdi olan çocuklar değil, anneler. Sanırım daha çok Amerikalı ve Türk anneler, bir de Çinli annelermiş. Amerika ve Çin'de yapılan bir araştırmaya göre çocuklara söylenen yalanlar arasında "sebze yenmezse kör olunacağı", "brokolinin boy uzattığı" gibi akıllara ziyan yalanlar da varmış.

Biz de denesek işe yarar mı acep :P Şaka! Çocuklara hiçbir konuda yalan söylenmesini doğru bulmuyorum tabii. Hatta kakalama yöntemi ile yemek yedirilmesine de karşıyım. Bu şekilde belki günü kurtarabilir, çocuğunuzun sevmediği yiyecekleri, sevdiği yiyeceklerin içerisine kakalayarak yedirebilirsiniz ama çocuğunuzun sağlıklı yiyeceklerle pozitif bir ilişki kurmasını ve bu ilişkinin, ileride, sizin yokluğunuzda da devam etmesini istiyorsanız bu yöntemin ne kadar işlevsiz olduğunu kavramak zor olmaz.

Bizim mimi sebze yemiyor diyemem aslında. Taze fasulye, kara lahana, salatalık, havuç, kırmızı biber, kabuklu bezelye (snow peas), brokoli ve karnabahar yiyor. Genellikle çiğ tercih ediyor ama fasulyenin pişmişini de yiyor, kara lahanayı da pişmiş seviyor. Hatta çiğ fasulye ve kara lahanayı, makarnaya tercih ediyor. Meyveler zaten hiçbir zaman problem olmadı, bazen sadece meyve ve sebzeyle beslendiği oluyor.

Bizim sorunumuz, daha doğrusu benim sorunum et yememesiydi. Bir gün köfte yerken "siz ölünce hiç köfte yemeyeceğim!" dedi. Korkudan evdeki tüm köfteleri çöpe attım, neyse ki fazla yoktu. Türkiye'ye gittiğimizde ziyaret ettiğimiz tüm akrabalarımız ve arkadaşlarımız mimi geliyor diye köfte-patates ya da köfte-pilav menüsü hazırlamıştı. Çocukların sevdiği şeyler olarak bilinir ama bizim cins kızımız ne köfte, ne patates ne de pilav yedi. Sevmedi, sevmiyor. Aslında onu suçlayamam ben de köfte seven bir insan olmadım hiçbir zaman, ama patatese dayanamam o ayrı :)

Neyse, köfte, tarihimizden silindikten 5 ay sonra, burada bir arkadaşımıza yemeğe gittik. O da köfte yapmıştı, hay allah dedim içimden bizim kız yine aç kaldı ama aç da yaşayabildiğini deneyimlediğim için çok da dert etmedim. Ve fakat bizim kız büyük bir iştahla yedi köftesini ve hatta ikinciyi istedi. Bana mıydı yani tüm kaprisi diye içimden söylendim epey. Sonra ben de tattım, ben de büyük bir iştahla yedim. O an F.'nin ellerini öpmek geldi içimden. Ölmeden bir daha köfte yediğini göremeyeceğimi düşünüyordum ki öldükten sonra zaten yemeyecekti. Neyse ki, toplumsal ahlak kurallarına uyarak, kibarca ellerine sağlık deyip hemen tarifi istemekle yetindim.

Tarif basitmiş, hatta fazla basit. Zaten bu veletlerin bir yiyeceği yeme olasılığı yemeğin hazırlanma süresi ve malzeme sayısıyla ters orantılıymış. Tevekkeli dolaptan çiğ fasulyeleri, bezelyeleri, havuçları aşırıp aşırıp yemiyormuş. Bir de aşçı olacağım diyor kerata. Kim gelsin senin lokantana! Anca "raw food"çular. Ama neyse ki fazla yorulmayacak, işi kolay olacak, buzdolabından çıkar, koy önlerine. İyi valla, ben de böyle bir iş tutsaymışım keşke :P

Neyse, tarif şöyleymiş: ekmek ve soğan yok, sadece biraz baharat (azıcık tuz ve karabiber) ve kıyma. Ama en önemlisi şişe geçirip kömür ateşinde yapar gibi üstten verilen ısıyla fırınlamak. Bizimki baba tarafından Adanalı olduğundan mıdır nedir, büyük bir iştahla yedi o şekilde köfteleri.

Veganlardan ve vejeteryanlardan çok özür dileyerek yazıyorum, bir de bu arada kemikli eti keşfettik. Onu da bayılarak yiyordu. Kemik yoksa et yemeyi reddediyordu. Bu kemik ve şiş faktörünü düşününce, anladım ki bizim mimi hala içindeki mağara insanından kurtulamamıştı. Harvey Karp'ın çocukları mağara insanı olarak tanımlamasını başta yadırgamıştım ama mimi'nin, içim kalkarak kemikli et yemesini izleyince ne demek istediğini çok iyi anladım.

İkinci bir faktör de vücudumuzun ihtiyaçlarıydı. Bir arkadaşıma beslenme piramidini anlattığım bir gün, insanın canı, bedeninin ihtiyacı olan şeyleri çeker, o yüzden biz böyle reçetelere göre beslenmiyoruz, bedenimizi dinliyoruz dediğinde gözlerimi pörtleterek ama bilim insanları, vs. diye bıkbık ederken hemen böyle bir şeyin altında yatan bilimsel gerçeği araştırmalıyım diyerek harekete geçtim. Ve bilimsel bilgi saplantımın beni yanıltmadığını gördüm.

Birincisi, bir yiyeceğe 'aşermek' benim gibi orta yaşa gelmiş bir insan için çok boyutlu elbette, işin fizyolojik temeli olduğu kadar, psikolojik, sosyal ve toplumsal yönleri de var. Ama çocuklar için daha basit. Gelişmeleri için ihtiyaç duyduğu temel besin maddelerini canları çekiyor. Ve Baby Led Weaning kitabında yer verilen bir araştırmaya göre çocuklar belli bir dönemde belli bir gıdayı tercih etseler bile, seçim hakkı kendilerine bırakıldığında totalde dengeli besleniyorlarmış. Tabii burada dikkatli olmak gerekiyor, çocuğumun bedenini dinlemesine saygı gösteriyorum derken, gereksiz yere zararlı ürünlere maruz bırakmamak gerekiyor. Çünkü örneğin bedeni enerji için karbonhidrat istiyorsa, sizin haydutunuz da önceden tanışmışsa "çikolataaaa" diye sayıklamaya başlayabilir. Bu noktada bir ebeveyn olarak uyanık davranıp o çikolata diye sayıklamaya başlamadan önce önüne meyveleri yığarsanız, bedeni enerji ihtiyacını karşılayacağı için ortada çikolata krizi falan kalmayacaktır. Yalnız dikkat edilmesi gereken nokta, ağızdan "çikolata" lafı çıkmadan önce atağa geçmektir. Çünkü laf ağızdan bir kere çıkınca, bunu önce kulak duyar, sonra beyinde simgesi canlanır ve işin içine tüm duyu organları katılarak bu isteği sadece fizyolojik bir istek olmaktan çıkar ve sizi, artık tüm bedeni ve ruhuyla çikolata isteyen bir haydutla uğraşmak durumunda bırakır. Ondan sonra durumu meyveyle kurtarma ihtimaliniz sıfıra doğru hızla düşer. O yüzden uyanık olup bebenizin enerji ihtiyacı ortaya çıkmadan önce atağa geçmeniz gerekir.

Karikatür: Arnie Levin

Bu bedenin istekleri doğrultusunda bir yiyeceğe aşerme, miminin kemikli et sevdasını da açıklıyor aslında. 40 kez söylememe rağmen hala duvarları/masaları boyuyor olması özündeki mağara insanının davranışlarından kaynaklanıyor olabilir ama biraz araştırınca gördüm ki kemikli eti tercih etmesinin altında bedeninin ihtiyaçları önemli bir rol oynuyormuş. Kemiğe yakın etlerin ve hatta kemiğin besin değeri diğer parça etlere göre çok daha yüksekmiş. Tevekkeli, marketlerde kemikli et için özel reyonlar açmamışlar. Şu popülerleşen paleo diyeti sayesinde pek çok markette özel bölümler açılmış, internette kemikli et suyuyla yapılan çorba tarifleri tera-bit'lere ulaşmış. Ve bakın paleotik çağdan beri soframızdan eksik olmayan kemikli et suyunun faydaları nelermiş:
  • Mükemmel bir mineral kaynağı --hem makro mineraller hem de mikro. Eğer süt ve süt ürünlerine hassasiyetiniz varsa kalsiyum ve magnezyum ihtiyacınızı kemiklerle hazırlayacağınız et suyundan karşılayabilirmişsiniz. 
  • Eklemler için çok faydalıymış --glukozamin ve kondroitin deposu (bunları ben de bilmiyorum ama pek havalı duyuluyor :P Yazıda diyor ki, eklemlerle ilgili sorun yaşayanlara önerilen ilaçların içerisinde varmış.)
  • Kemikli et suyundaki besinler vücudumuz tarafından kolayca emilebiliyormuş. 
  • Sindirim sistemimiz için iyileştirici özelliğe sahipmiş. Özellikle otoimmün hastalığınız varsa (Hashimoto tiroidi gibi --ki bende var, sağolsun Haşi hazretleri 4 senedir bana az çektirmiyor) bağırsak florasını tedavi edici özelliğe sahipmiş kemikli et suyu. 
  • Amino asit yönünden çok zengin olduğu için protein ihtiyacımızı azaltıyormuş ve bu sebeple, aynı zamanda, daha ekonomikmiş.
  • Karaciğerin toksik maddeleri vücuttan atmasını sağlayan amino asit glisin yönünden de fazla olduğu için detox olarak da kullanılıyormuş. 
  • Ve de lezzetinize lezzet katıyormuş. 
Yapımı biraz uzun sürse de hazırlama süreci çok basit. Kemik, kemikli et, ne varsa, ne kadar varsa, bir çorba kaşığı elma sirkesi ile suya koyup kaynatıyorsunuz (elma sirkesi kemikte bulunan minerallerin suya karışmasını kolaylaştırıyor). Bu şekilde kaynadıktan sonra altını kısıyorsunuz ve paleocu annenin tarifine göre 24-48 saat kaynatıyorsunuz (ben 5-6 saat kaynattım sadece). Daha sonra içerisine 6-8 kereviz sapı, 1 soğan, 6-8 sarımsak, 3 defne yaprağı, 3-5 havuç ve 1 çay kaşığı tuz koyup paleocu annenin tarifine göre 4-8 saat daha kaynatıyorsunuz (ben 1-1,5 saat kaynattım), burada altını biraz açmak gerkekiyor çünkü en düşük ısıda sebzeler pişmiyor. Sonra suyunu süzüp ister içiyorsunuz, ister yaptığınız diğer yemeklere, çorbalara kullanıyorsunuz, kemikleri de, varsa evde küçük bir mağara insanı, onun önüne atıyorsunuz ve evrim teorisinin ispatını kendi evinizde canlı olarak izlemek için karşısına oturuyorsunuz. Hala iştahınız kalırsa siz de etlerden mıncıklayarak eşlik ediyorsunuz. Herkese afiyet olsun!


Kaynaklar
Eat Naked: Healing Foods 101: Seven reasons to add bone broth to your daily diet.
Underground Wellness: Top 5 Reasons Why Bone Broth is The Bomb.
The Paleo Mom: Chicken Bone Broth (Revisited)


February 23, 2013

Bezsiz Bebek Bezleri - II

Geçen yazıda kumaş bezin avantajlarından bahsetmiştim, şimdi farklı kumaş bezleri tanıtmaya çalışacağım.

Tuvalet İletişimi / Bezsiz Bebek yöntemi için pratik kumaş bezler

 

EcaPants: İçi %100 pamuk, dışı PUL. PUL (polyurethane laminate), su geçirmeyen bir plastik, ama polyester gibi değil. Hem nefes alabiliyor hem de yumuşacık. Yüksek ısıda yıkanabiliyor ve kurutulabiliyor.

Bu tarz bir bezin avantajı, "bezsiz bebekleri" tuvalete götürmek için çok pratik olması. Belindeki kemer sayesinde sinyali aldığınız anda bezi tamamen çıkartmadan, cırt cırtlarından açarak tuvalete tutabilirsiniz. Bir de bu bezler normal kumaş bezler gibi hantal değil, kilot gibi de kullanması zor değil. Tek dezavantajı fiyatı. Pahalı olduğu için az sayıda alıp gece kullanmayı tercih edebilirsiniz. Çünkü gece en uzun süre bez taktıkları zaman. O yüzden nefes alabilen bir bez kullanmak daha iyi oluyor. Ayrıca gece tuvalete götürmek için de çok pratik. Bir de biraz daha büyüyüp kendi kendilerine tuvalete gidebildiklerinde de çıkarması kolay olduğu için bebeklere özgürlük veriyor. 


Havlu ya da prefold: Bu da sık tuvalete götürmek için kullanması çok pratik olan bir sistem. Bunu satın alacağınız prefold denilen kumaş bezlerle yapabileceğiniz gibi, kendiniz de evdeki havlulardan yapabilirsiniz. Bu sistem ayrıca bebeğin sinyallerini gözlemlemek için de çok elverişli. Çiş yaptığını kolayca anlayabiliyorsunuz ve etraf çok batmıyor. 

Ben günün farklı saatlerinde farklı bezler kullanıyorum. Bazen bebişin çiş sinyali verdiğini düşünüp ya da evrensel zamanlamaya göre tuvalete tuttuğumda yapmayabiliyor ve fakat çok kısa bir süre içerisinde yapacağına eminsem, o zaman bunu kullanıyorum. Ve kucağımda taşıyorum. Çünkü bebekler kucaktayken kesinlikle yapmıyorlar. Kucaktayken çiş ya da kakası geldiğinde sinyalleri çok net oluyor, kendilerini arkaya iterek sizin üzerinizi kirletmekten çekiniyorlar. O zaman bu havluyu ya da prefold bezi çıkarıp tuvalete tutmak çok pratik oluyor.  


Geleneksel kumaş bezler


Hepsi bir arada bezler
Bu bezler daha çok tuvalet iletişimi yöntemini kullanmayanlar için dizayn edilmiş. O yüzden ecapants'lere göre biraz daha hantal (bkz. yandaki resim: ecapants - bumgenius karşılaştırması). Eğer tuvalet iletişimi yöntemini kullanmıyorsanız bu bezlerin ara kısmı daha geniş olduğu için daha çok çiş tutabiliyor, o açıdan ecapants'e göre daha avantajlı. Bir de ekstra çıt çıtlar sayesinde doğumdan itibaren tuvalet bağımsızlığı kazanana kadar (3-15 kg arası) kullanılabiliyor, bu açıdan da daha ekonomik. Hepsi-bir-arada bezleri yıkaması da daha rahat olabiliyor. 

Ben BumGenius marka almıştım bir tane, çok memnun kaldım. %100 polyester ama bacakları saran kısmı yumuşacık.  


En ekonomik seçenek olarak naylon bez + pamuklu ped: Sanırım bu en geleneksel ve en ekonomik olanı. 5-6 tane naylon dış almak yeterli olur çünkü içerisine yerleştirilen pamuklu bezler kirlendiğinde naylona da bulaşmışsa, bulaşan yerleri silip ya da yıkayıp tekrar hemen kullanabilirsiniz. İçerisine yerleştirilen bezlerin de yüz çeşidi var artık ama siz kendiniz de evdeki imkanlarınızı kullanabilirsiniz. Ben 3 tane thirsties naylon dış, 6 tane pamuklu bez aldım, 3 tanesini de evdeki pamuklu bezlerden kendim yaptım.


Alıştırma Kilotları


Bir de alıştırma kilotları var. Aslında bezsiz bebek için ideal olanı bunlar ve fakat alıştırma kilotlarını küçük bebeklerle kullanmak çok pratik değil. Küçük bebekler çok sık tuvalete gittikleri için sürekli kilot giydirip çıkarmak çok zor oluyor. Bir de bebekler ilk 6 ay çok hızlı büyüdükleri için alıştırma kilotları pek ekonomik olmuyor. Yine de kullanmak isterseniz farklı alternatifler mevcut. 

Yün kilot: Hem nefes alması açısından hem de suyu emmesi açısından çok kullanışlı. Yün kilotlar diğer bezlere göre çok daha fazla emici. Yün kilodun bir başka bir özelliği de doğal olarak antibakteriyel olması. Ancak bacak kısmının tam uyması çok önemli çünkü bacaktan sızdırma yapabiliyor. Bunun için içerisine küçük bir parça kumaş ped koyabilirsiniz. Yün kilodun bir dezavantajı bakım istemesi. 2-3 haftada bir lanolinlemek gerekiyor ki emiciliği devam etsin. 



Pamuklu alıştırma kilotları: Bu kilotlar bildiğimiz kilotların içerisine ilave ped dikilmiş biçimleri. Genellikle dışı da pamuklu oluyor ama bu resimdekinin dış yüzeyi fleece. Çok yumuşak ve sırf pamuk olanlarına göre daha az sızdırma yapıyor. Ben bunu ve yün kilodu iki annenin kurduğu ECStore'dan almıştım. Çok çeşitleri var, bazılarını sizin istediğiniz renge ve boyuta göre dikip gönderiyorlar: http://theecstore.com


Ev yapımı kolay kumaş bez

Bu bezi bir çarşaftan büyükçe bir dikdörtgen parça keserek yapabilirsiniz.


Fotoğraflar ve öneri için Nansa'ya çok teşekkürler!

Bir başka model de aşağıdaki şekilde olabilir. Kumaş olarak ben Öykü'nün tavsiye ettiği OsoCozy'nin hint pamuğundan yapılmış prefold'ları kullandım ama büyük boy bir el havlusu da kullanılabilir. Kenarlarını tutturmak için de bez kopçası (diaper fastener) kullandım ama güvenlikli çengelli iğne ile de tutturabilirsiniz.



"Tuvalet iletişimi" ile ilgili bilgi almak ve deneyimlerimizi paylaşmak için katılmak isterseniz: Tuvalet İletişimi (0-18 ay) facebook grubu


----------------------------

Tuvalet İletişimi Kitabı artık tüm kitapçılarda ve online kitabevlerinde: