Showing posts with label fotoğraf. Show all posts
Showing posts with label fotoğraf. Show all posts

January 6, 2012

Ha tanuştuk ya!

T.nin yokluğu bloga yaradı. Hiç bu kadar üstüste yazı yazmış mıydım hatırlamıyorum. Burada geçtiğimiz 2 hafta tatildi. İlk haftasında biraz uzaklaşalım şu soğuktan deyip kendimizi güney sahillerine atmıştık. Ve orada gördük ki YavruSu bir canavara dönüşmüş, sosyal canavar.

3 yaşın kerameti mi bilemiyorum ama tatilde, deniz kenarında öyle rahat ettik ki. Kendisi sürekli çocukların peşinden koşturdu. Kovalarını alıp sessizce yanlarına gidip önce paralel oyun oynamaya başladı sonra ne yapıp ettiyse çocuklarla birlikte oyun kurup oynadı. Her yaştan (3.5, 4.5, 5, 7, 9) ve her milliyetten (amerikalı, çinli, fransız, ispanyol) çocukla bir şekilde bağ kurdu. Bize de yan gelip yatmak düştü. Pek sevindik bu duruma. Yalnız diğer aileler ve çocuklar bizim kadar sevindi mi emin değilim.

Bir gün gözüne kestirdiği 4-5 yaş civarındaki bir kızın yanına gitti. Çocuk denizden yeni çıkmış, yorgun, yemeğini yiyordu. Yanına gidip "oynamak ister misin" diye sordu. Çocuk hiç oralı olmadı. Ben de sorumlu ebeveyn edasıyla seslendim, "gel T.Su, rahat bırak çocuğu, yemeğini yesin, sonra oynarsınız" dedim. Ama o gelmedi, "olsun ben burada sessizce beklerim" dedi. Ve oturdu karşısına çocuğun, yemeğini bitirene kadar sabırla bekledi. Yemeğini bitirince de dediği gibi oynadı. Biz şaştık kaldık. Oysa çocuk ne yapsın, genlerinden geliyordu bu canavarlık.

Evet, babaannem çok konuşkan, çok sosyal bir kadındır. Bir gün onu ziyarete köye giderken, babam otobüste kardeşimle bana ne kadar asil bir sülaleden geldiği hakkında atıp tutuyordu. Sizin dedeniz şöyle soylu, böyle asil, vs. vs. diye. Sonra otobüste bir adam babama sordu "kimlerdensin, ne iş yaparsın?" diye. Babam hemen atladı, göğsünü gere gere, "ben Azaklıoğullarından Hacı Emin Bay'ın oğluyum, çocuk doktoruyum" diye. Adam boş boş baktı yüzüne. Bir doktor tanıyordu köyden ama Emin Bay ismini çıkaramamış olacak ki, sordu: "Sen onu bırak da İfaket'in nesi oluyorsun?" diye. Biz kahkahaya boğulurken babam bozulmuş bir şekilde, "oğluyum" dedi sessizce.

Evet, babaannem 'asil' bir soydan gelmiyor ama herkes tarafından tanınır. Muhtar seçileceği zaman babaanemin fikri sorulur. Sınır davalarında, küskünlerin barıştırılmasında hep ona gelinir. Babaannem yalnızca köyünde de tanınmaz. Gittiği her yerde mutlaka kendisini tanıtır, hoşbeş edecek birilerini bulur.

Anneannem de tam tersidir, tersiydi rahmetli. Zorunda kalmadıkça konuşmayı sevmezdi. Bir gün babaannemin bizi ziyareti sırasında, artık nasıl olduysa anneannemle birlikte Karşıyaka sahilinde dolaşmaya çıkmışlar. Neyse, ikisi yürürlerken sahilde, anneannemin sessizliğinden sıkılan babaannem bir anda ortadan kaybolmuş. Annennem bir de bakmış ki, babaannem yoldan geçen bir kadının beline sarılmış. Kadın da Karşıyaka hanımefendisi, dönmüş, "Pardon han'fendi, tanışıyor muyuz?" demiş kibarca; babaanem de Karadeniz uşağu, yapıştırmış cevabını: "Ha tanuştuk ya!"



November 16, 2011

Mavi/Blue

Teacher: What color is this?
YavruSu: Mavi
T: ??? Blue, this is blue.
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
Teacher: Moavee?
YavruSu: Yess, you got it!
T: ?!?!?!?!

Öğretmeni anlattı, Türkiye dönüşü YavruSu'ya mavi rengi öğretmeye çalışıyormuş ama bizimki baskın çıkmış, akşam almaya gittiğimde öğretmeni soruyordu "blue'nun Türkçesi moavee mi" diye. Dedim, biz çocuğu size Türkçe öğtretsin diye göndermemiştik ama... bir karışıklık oldu herhalde, neyse... :P Şaka bir yana, her gün eve bir yazı geliyor böyle: "bugün YavruSu çocuklara montlarını giymeyi öğretti", diğer gün "haftanın günleri şarkısını öğretti", başka bir gün "arkadaşlarının kıyafetlerini çıkartmalarına yardımcı oldu", vs. diye. E maaşa bağlasınlar bari, diğer öğretmenlere iş bırakmıyor.

Şaka bir yana, bizim kız sürekli öğretme peşinde. Sanırım bu doğuştan gelen bir şey. Çünkü daha 14 aylıkken, kreşte 2 numaralı kuzular (Lamb2) sınıfına transfer olacağı dönemde, öğretmeni geçeceği sınıfın öğretmenine "size 3 çocuk bir de asistan gönderiyoruz" demişti asistan diye YavruSu'yu kastederek. O zaman da öğretmenlerinin diğer çocukları uyutmalarına yardımcı oluyor, altlarını kontrol ediyormuş, kaka yaptılar mı diye. En son, "büyüyünce öğretmen olacağım, o zaman da birlikte öğretiriz yine" demiş öğretmenine.

Ama öğrenme derseniz, cık! Es kaza bir şey öğretmeye kalkalım, öyle büyük kriz çıkar ki vakti zamanında yaşanan Türkiye-Yunanistan krizi hiç kalır yanında. Ne haddimize bir şey öğretmek, nasıl yapıldığını göstermeye kalkmak!!! Oysa ne büyük hayallerimiz vardı, gitar öğretip orkestra kuracaktık, birlikte konserler verecektik. Şimdi bildiklerimizi de unuttuk sayesinde. Neyse ki okula gidiyor. Haftada 1 gün de müzik dersine gidiyor ve gelip bizi aydınlatıyor. Akşamları gelsin "circle time"lar, gitsin "group time"lar... Bir geliştik ki sormayın!

Bu arada o kadar laf ediyordum Montessori okullarına, ama bu sene döndük dolaştık sonunda biz de nasibimizi almaya karar verdik sevgili Madam Maria'dan. Eski okulundaki öğretmeninden sürekli negatif elektrik alıyordum. Bizim yavru da birkaç kez öğretmeninin bağırdığını söyleyince ipleri koparmak için etraftan bulabildiğim tüm kesici aletleri toplamaya başlamıştım. Başta dişlerimle başladım. İdare ve öğretmenin kendisi ile dişli konuşmalar yaptım ve okulla ilgili bulabildiğim kadar bahane buldum. Yok oyuncakların çoğu plastikti, kullanılan köpük sabunun içerisinde sağlığa zararlı maddeler vardı, sınıfın bir köşesine düşünme köşesi koymuşlardı, vs. Aslında bunların hiçbiri öyle büyük şeyler değildi... ah öğretmen iyi olaydı, kreş kar amacı gütmeyen sevdiğimiz bir işletmeydi.

Öğretmenin bu yaş grubu için özel bir önem teşkil ettiğini düşündüğümden hemen arayışlara başladım. Bir tane kooperatif kreş bulduk önce, fikir olarak çok hoşumuza gittiyse de ortam biraz kaotik geldi; 10 aile çocuklarına dönüşümlü olarak birlikte bakıyordu. Sonra eski kreşin müfredat geliştiricisinin Montessori okulu açacağını duyduk. Kadının çocuklara yaklaşımı hoşuma gittiği için daha yakından tanımak üzere hemen eve davet ettim. Kızı bizimkiyle birlikte aynı sınıfta bulunmuştu 3 ay; sonra ayrılıp ev okuluna geçmişti. Birkaç kez buluştuk. Kadının ve kızının bizim yavruyla ilişkisi çok iyiydi. YavruSu da seviyordu onlarla birlikte olmayı. Zaten önemli olan da buydu.

Sonra evlerinin iki odasını birleştirip küçük bir Montessori okulu açtılar. Yalnız diğerlerinden farklı olarak, ilk sene yalnızca 2-3 yaş grubunu aldılar. Biz de böylece, bu küçük ve sevimli okuldan nasibimizi aldık. Şu anda 6 kız öğrenci, 1 Montessori öğretmeni, bir yardımcı, bir de kütüphanede çalışmadığı zamanlarda yardıma gelen bir eşi var okulda.


Aslında hala şikayetlerim var Montessori okulu ile ilgili ve fakat bu okul farklı. Gerçekten farklı :P Ağızlarıyla kuş besliyorlar mesela. Şaka şaka :) Ama gerçekten de kuş besliyorlar, özgür kuşlar için minik kuş evleri var bahçede; bir de bir kedileri var. Çok büyük bir bahçeleri var; domates-biber yetiştiriyorlar çocuklarla birlikte; şimdi kış sebzeleri ekecekler; hatta geçen gün sarımsakla başlangıç yapmışlar. Hava ne kadar soğuk/yağmurlu/(henüz olmadı ama) karlı olursa olsun mutlaka her gün dışarı çıkıyorlar/çıkacaklar. Bunlar çok büyük artıları. Ayrıca ev bazlı bir okul ve tüm materyaller özenle seçilmiş, plastik yok. Ama en önemlisi YavruSu, hem öğretmenlerini, hem de arkadaşlarını çok seviyor. Öyle ki Cumartesi-Pazar bile bazen okula gitmek istiyor.

Ve fakat bayan pimpirik olarak ben hala özenle diken buluyorum üstüne basacak. Çocuğum bir yerlerde şablonlara mı sokuluyor, yaratıcılığı mı öldürülüyor acaba diye esiyor arada. Evet bu işin cılkını çıkarttım iyice :P Gerçi, Montessori'de diğerlerine göre minimum seviyede yönlendirme yapılıyor, en azından felsefesinin temeli bu: "child-led learning" yani "çocuk önderliğinde öğrenme, çocuğu takip etme". Bu gerçekten çok güzel bir felsefe! Ancak Montessori'nin felsefesini hayata geçirdiği dönemde, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, yani çocukları iş hayatına hazırlamaya yönelik bir program geliştirdiğini düşünüyorum. Zaten başta "oyun" değil de "iş" denmesi pek çok şey anlatıyor. Evet Montessori'de oyun yok, var. Kullanılan terim bu. Şimdi çocuk bize de gelip evde iş seçtirmeye çalışıyor, "you wanna choose your work?" diye başımızın etini yiyor. Yavrucum zaten bütün gün çalışıyoruz, evimizde bari iki dinlenelim diyoruz ama anlatamıyoruz :P Şaka gibi.

'İş'in şakası bir yana, gündelik hayatla ilgili ihtiyaçlarını karşılamayı öğreniyorlar. Farklı bir matematik ve edebiyat programları var. Örneğin harfleri ey-bi-si diye öğrenmiyorlar, çıkardıkları sesleri öğreniyorlar. Matematik müfredatı da ezbere yönelik değil; uzunluk, ağırlık, taneler, gibi deneyimleyebilecekleri somut şeylerle çalışıyorlar. Resim de yapıyorlar, müzik de. Güzel sesler çıkaran, gerçek enstrümanları var. Bahçede ekim dikim işlerini öğreniyorlar. Kısacası alternatif bir müfredatları var ve herkes hayatından çok memnun görünüyor.

Benim tek derdim, çocuklar yapmak istedikleri işi seçtiklerinde, önce öğretmenin göstermesi. Ben kendi çocuğuma bir şey gösteremiyorum ya, çatlıyorum :P Şaka bir yana, önce çocukların kurcalayıp çeşit çeşit oynama-yapma şekli keşfetmelerini tercih ederdim. Gerçi, geçen gün öğretmeni yeni gelen bir geometrik puzzle'ı incelemeleri için önce çocuklara bıraktı ama sanırım genelde önce kendisi gösteriyor nasıl yapmaları gerektiğini. Daha önce de pek çok kere yazmıştım, bir şeyi yapmanın, problem çözmenin, A noktasından B noktasına gitmenin en az bir yolu vardır diye... çeşitlilik güzel şey; tek bir yol, tek bir doğru, tek bir cins, tek bir cinsiyet, tek bir kültür yok bu dünyada diye... Bu tarz şeyleri çocukluktan itibaren öğretmenin yollarını aramalıyız, bunları hayatın zenginlikleri olarak göstermenin, takdir etmenin, öne çıkarmanın...

İşte budur derdim. Ama sanırım daha önce burada bahsedildiği gibi ailelerin tavrı önemli. Su'cuk oradan gelip bize "watch me and then" (önce beni izle sonra...) diye iş göstermeye çalıştığında mümkün olduğunca "bak böyle de olabilir" diye farklılıkları göstermeye çalışıyorum. Ancak, şu ara çok mümkün değil bayan natural-born-teacher'ın bunları kabul etmesi ama umuyorum ki ileride maviyi de kabul eder, blue'yu da, avgon'u da, երկնագույն'u da, kırmızıyı da moru da... Çok kültürlülük, çok dillilik, çok cinslilik, genel olarak çeşitlilik güzel şey, vesselam :)

November 9, 2011

Çırak

Çocuk kütüphanesinde staja başlayacağım ya, hemen konuyla ilgili çalışmalarımı hızlandırdım. Geçen gün öğle arasında hikaye anlatımı üzerine bir seminere katıldım. Önce biraz yabancılaştım. Aslında niye yabancılaşıyorsam?!? Ama ne bileyim, hep anlatılır ya eskiden doğal ortamda, doğal olarak anlatılırmış bu tarz şeyler diye. Hatta geçenlerde Bekar Anne yazmıştı blogunda:
"...ne zaman ki bizim toplum çekirdek aileye döndü, işte o zaman bu toplum çökmeye başladı. Ninelerden, dedelerden anlatılan masalları çocuklar dinleyemez oldu, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü yeni nesillere aktarılamadı."
Seminerde baktım ki bu iş, meslek olmuş, dizi dizi kitapları bile çıkmış, ah ah diye iç geçirdim --sanki dedemden nenemden hikaye dinlemişliğim varmış gibi.

Ama artık her şey biraz böyle değil mi aslında? Kurslar, dersler, workshoplar, seminerler,... Hayatı yaşamıyor da okuyor/izliyor gibiyiz yalnızca. Usta-çırak iyiydi. Giriyordun yanına ustanın, bakıyordun, yapıyordun, öğreniyordun ve uzmanlaşıyordun. Sonra da felsefeni yapıyordun usta olup :) Ama ne oldu, toplu eğitim dedikleri şey geldi, 80 tane şeyi aynı anda öğrenicem diye beynin yapısını bozuyorsun. Sonra yok konsantrasyon sorunu, yok ADHD, yok disleksi, diye bir ton 'hastalık' çıkarıyorlar başına, uğraş dur ondan sonra. Halbuki ne demişler, "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli." Sevgili Evren de bir yazışmamızda demişti "hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli" diye. Sayesinde 'yol'larda yürürken daha bir farkında bakmaya başladım etrafıma. Yalnızca doğadaki bitkilere, yapraklara, ormanlara, ağaçlara değil, O'nun yarattığı farkındalık tırnak içerisindeki yollarda da çok işime yarıyor ;)

Neyse, diyecektim ki, hayatta arayıp durduğun, oradan oraya koşup da bulamadığın şey işte bu. Tut ucunu bir şeyin, hakkını vererek uğraş, yap. Sonra ustalaşınca çıraklarına gösterirsin, felsefeni yaparsın. Ama yok, bizde illa bir şey olunacak. Bir vasıftan çok bir titr edinilecek. Daha çok konuşulan, yüksekten atılan o titrin isimleri olacak. Nasıl yapıldığı, hangi vasıfların gerektiğinden ziyade inatla isimleri konuşulacak. I can be anything kitabını o yüzden çok sevmiştim, o büyük isimlerle inceden alay eder gibiydi.

Şimdiki sistemde, bir konuda uzmanlaşmak için ancak doktora seviyesine gelmen gerekiyor. Orda da şanslıysan istediğin --dikkat! istediğini sandığın değil, gerçekten istediğin-- alanda çalışabiliyorsun. Ancak maalesef şu karikatürdeki gibi de olabiliyor bu işler:
En azından bir 10 yıl, en enerjik olduğun, öğrenmeye en açık olduğun rahat bir 10 yıl gidiyor. Oysa ben mesela daha ilkokul 2. sınıftayken seçmiştim kütüphaneciliği --kol çalışması olarak :) Öyle minikti ki sınıf kütüphanemiz; bir de kilitliydi, niyeyse?! Ama hala gözümün önünde sınıf kitaplarımızı özenle koyuşumuz... Aradan 20 küsur yıl geçti, ne oldum? Pardon "ne oldum" demiyorduk değil mi! Tamam düzeltiyorum: ne olacağım? Haaa, kazık kadar olunca böyle diyemiyor muyduk :P Napalım, hayat her zaman istediğimiz gibi olmuyor. Bazı yollar öyle çatallı ki, insan bir girdi mi kaybolabiliyor. Neyse, sonuç olarak önümüzdeki dönem çırak olarak başlayacağım ya, şu anda yok ötesi :)

Bu arada çırak demişken, aldığım derslerde çok ilginç okumalara ve tartışmalara maruz kalıyorum. Eğitim sektörünün içinde olanlar ya da bir şekilde bağı olanlar biliyordur belki, 'geleneksel' sınıf artık tarihe karışıyor! Yuppi! Bu arada geleneksel diye adı geçen geleneksel değil aslında, o yüzden tırnak içinde. Bu sınıf yapısı, endüstriyel 'devrim'den sonra ortaya çıkan fordist üretime dayalı işlere insanları çocukluktan hazırlamak için ortaya çıkmış. Sınıfların oturma planı da fabrikaların seri üretim hattı gibi dizayn edilmiş. Başta ayakta duran öğretmen, tek otorite! Ve karşısında aynı performansı göstermesi beklenen ama daha çok da aynı şekilde davranması beklenen içleri kıpır kıpır, başlangıçta kendileri de kıpır kıpır, sıra sıra çocuklar... Eğitim denen şey çoğu zaman faso fiso. Aslında otoritenin esas hedefi davranış. Hatırlayınız efenim, sınıfa 3 dakika geç geldiğinizde mi müdür muavininin odasına gönderilirdiniz, sınavdan ortalamanın altında bir not aldığınızda mı? Gerçekten öğrenip öğrenmediğinizi mi dert ederdi öğretmenleriniz, yoksa sınıfta nasıl oturduğunuzu mu? Offf neyse, bu konuları konuştukça tadım kaçıyor. İyisi mi ben yine güzel şeylerden bahsedeyim.

Ne diyordum, evet 'geleneksel' sınıf yapısı artık tarihe karışıyor. Pek çok dizayn firması usta-çırak modeline geri dönüyor. 'Tacit knowledge"denen, anlatılmaz çaktırmadan geçer/geçirilir bilginin, sosyal pratiklerde gizli olduğunu keşfeden şirket yöneticileri, sosyal etkileşimi ön plana çıkarıyor. Bazı şirketler Dunbar'ın numerosuna uyup 150'den fazla kişi olduğu zaman yeni bir yer açıyor (bir insanın istikrarlı ilişki kurabileceği kişi sayısı 100 - 230 arası imiş, genelde 150 kullanılıyor. Buna göre sosyal networkünüzü veya köyünüzü tekrar gözden geçiriniz. Amish'ler mesela 35-40 aile oldukları zaman bölünüyorlarmış. Bu arada konuyu feci dağıttım yine :P Sanırım benim de konu ve kelime sayıma bir sınır getirmem gerekiyor. Herneyse.)

Sonuç olarak diyecektim ki, piyasa bu şekilde konuşlanırken, eğitim sektörü de bu olanlardan nasibini alıyor. Çocukları rutin işlerde çalışmak üzere yontmak artık makul karşılanmıyor. Okullara insan yığmak, problemlere yol açıyor. İşsizlilk sorunu giderek büyüyor. Artık üniversite yetmiyor, hatta master, doktora yapanlar bile bazen iş bulamıyor, post-doktora yapıyor [evet sonunda doktoranın da postunu çıkardılar]. Durum böyleyken eğitim sistemi de dönüşüyor. Aslında çok da naif bir dönüşüm değil ama farklı yaklaşmaya çalışanlar da var. Örneğin, dünyadaki alternatif dalgadan feyz alan bazı aktivistler/veliler/eğitimciler de kendi sınırlarını zorluyor ve Amerika'da 'charter school' dedikleri okulları kuruyor, Türkiye'de bu insanlar, Başka Bir Okul Mümkün deyip tüm hızlarıyla çalışıyor. Ve bu değişim geleceğe dair umut veriyor. Ve daha bu konuda yazacak çok şey bulunuyor ancak ben yine bana verilen bu temiz sayfanın sonuna gelmesem de okuycu sabrının sonuna geldiğim için bu tartışmayı şimdilik sonlandırıyor ve diyorum ki çıraklık iyiydi, iyiydi çıraklık :-)


Önemli not: Bu resim sizi aldatmasın! Çırak olan tahmin ettiğiniz minik kişi değil kesinlikle :P 

September 21, 2011

Öyle de, böyle de :)

Taşıma araçları konusu açılmışken bunları es geçmek olmazdı... "hakikatı olduğu gibi aksettiriyor" mu bilemiyorum ama bunlar da bizim 'objektif'ten çıkan bazı modeller:











Fotoğraflardan çıkarılacak hisse ve hisseye gelince:
Ey çiçeği burnunda taze anne,
O model mi bu model mi diye kendini yeme,
Çocuk dediğin büyüyor her/bir şekilde ;) 

February 17, 2011

Portakallı Kereviz

Yavruyla öğle yemeği...


 

Sabah fıstık ezmesi ve bala doyamayan açgözlü anne, yavruya sıkılan portakalların kabuklarını yemeyince öğlene kaldı. Ama hiç fena olmadı. Bana portakallı kereviz olmuş oldu :) 

T. ne zamandır söylüyordu, yemeklere zeytinyağını sonradan ekleyelim; zeytinyağı belli bir derecenin üzerinde serbest radikal üretiyor diye... Kızartmalara üzüm çekirdeği veya GDO'suz canola yağı kullanıyorduk ama zeytinyağlı yemeğe, zeytinyağı dışında bir yağ kullanmak yakışık olmazdı. Radikallerin serbest şekilde ortamda dolaşması fikri politik olarak sıcak gelse de sağlık açısından çok da iyi olmadığı konusunda ikna oldum ve yemekleri T.'nin dediği gibi yaptım. Her şeyi çiğden koyup yarım bardak suyla kısık ateşte pişirdim, piştikten sonra da tuz, limon ve zeytinyağı üçlüsünü ekledim. Sonra da portakal kabukları ve ev yapımı yoğurtla birlikte afiyetle yedim. Hiç fark yoktu, deneyin göreceksiniz :) Yalnız ertesi gün yendiğinde daha lezzetli oluyor. Ancak yavruya beğendiremedim. Ama o da çok sevdiği kuskusuyla birlikte aynı yöntemle pişirilmiş taze fasulyeden yedi.   


Not: Görüldüğü üzere yemek sonrası kuzunun kaşıkları hep bana doğru bakıyor. Hala arada, kendisi yedikten sonra illa ben de olaya dahil olup birkaç kaşık daha yedirebilir miyim diye şansımı deniyorum, tabii her seferinde hüsrana uğruyorum. 
Bir diğer ayrıntı da ekmek kutusu. O gün bir dilim ekmek daha kutudan kaçıp kayıplara karıştı... Görenler, duyanlar buraya mesaj bıraksınlar :P

September 14, 2010

Anthem


bir süredir moral yoktu, şimdi de zaman...
bu aralar yalnızca okula gidiyorum ve geliyorum...





5,3 kilometrelik bir yolun ardından kampüse varıyorum



Ve bisikletimi parkedip



şu binanın içerisinde penceresiz bir labaratuvarda süper verimli (!) bir şekilde 10'dan 5'e kadar çalışıyorum.



Bu arada evde bir kız çocuğu büyüyor, yakalayabilene aşkolsun!
* * *

Bir de ülkenin gündemi var ki onu yakalayabilmek için sürekli yeni düzenlemeler yapıyorum ama... Misal, anayasa tartışmaları ve toplumsal muhalefet üzerine güzel bir söyleşi ve bir yazı dosyası okudum bu süreçte ancak yazabiliyorum:

Bir de son bir duyuru: Yarın Hrant Dink'in doğum günü dolayısıyla çok anlamlı bir etkinlik gerçekleşecek, Hrant Dink Ödülleri verilecek. Bu ödül, "ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişilere verilecek".

Böyle insanlar olması ne güzel!

Ve ödül heykelciğini -ki heykelcik denir mi bilmem, şu ana kadar gördüklerimden epey farklı- tasarlayan Erdağ Aksel Leonard Cohen'in Anthem şarkısından esinlenmiş, ben de paylaşmak istedim, haftanın şarkısı olarak sidebar'a koydum, sonra da buradan dinleyebilirsiniz.
Diyor ki Cohen:

"Herşeyin üzerinde bir çatlak vardır
Ve ışık da oradan içeri girer"

Haydi size bol ışıklı günler!

Güncelleme: Hrant Dink Ödüllerinden birisi Türkiye'den vicdani retçi Mehmet Tarhan'a verilmiş. Kendisiyle ben de Çıplak Ayaklar Kumpanyası tarafından Mehmet Tarhan'dan esinlenerek hazırlanan "Mehmet Barışı Seviyor" adlı oyunda tanışmıştım (belki yeni sezonda tekrar oynarlar, kaçırmayın derim). Mehmet Tarhan, gerçekten de "ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren" bir insan. Bu habere çok sevindim :) Haberin ayrıntıları ve Mehmet Tarhan'ın konuşma metni için tıklayınız.

Hrant Dink Ödülü'nün ikincisine ise Türkiye dışından haksızlıklara karşı durmadan, usanmadan, korkmadan mücadele eden İspanyol bir yargıç layık görülmüş: Baltasar Garzon Real.

Ve Karanlığa Işık Tutan diğerleri de anılmış gecede, ayrıntılar için buraya bir tık. Bu insanlardan biri de Nezahat Gündoğan. Kendisi "İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları" adlı belgeselinde 1938'de Kürtler Dersim'den sürülürken rütbeli asker ailelerine verilen kızların saklı tarihini, onlardan ikisinin birer tutam saçını koynunda saklayan kadınların anlatımıyla görünür kılıyor. Karanlığa Işık Tutan insanların gösterdiği karanlıkları gördükçe ne kadar üzülsem de, böyle insanların haberlerini okuyunca insanın içi ışık doluyor.

April 4, 2010

Son Durum :)

Haftasonları kreş tatil olduğu için ve malesef bizim tatil matil demeden çalışmamız gerektiği için bir süredir farklı yollar deniyorduk sonunda bir sistem oturttuk :) Günü ikiye bölüyoruz, sabah birimiz, öğleden sonra birimiz bakıyor bebişe. Cumartesi öğlen, bebiş uyandıktan sonra hep birlikte yemeğe gidiyoruz, sabahki nöbetçi içtiklerine dikkat ediyor ki çalışabilsin günün kalan yarısında. Pazar günü de tersi oluyor, yani Cumartesi sabahçı olan Pazar günü öğleden sonra bakıyor. Bir sonraki haftasonu ise tam tersini uyguluyoruz, çünkü Cumartesi ve Pazar'ın dinamikleri farklı oluyor. Kısaca formüle edecek olursak şöyle bir şey çıkıyor ortaya:
1.hafta: Cumartesi: A-B, Pazar: B-A
2.hafta: Cumartesi: B-A, Pazar: A-B
Eee, bebek bakmak zor zenaat, öyle düzensizliğe, programsızlığa gelmez yani, çok ciddi :) Muhtemelen kafayı bozduğumuzu düşünüyorsunuz ama bir şekilde paylaşmayınca, bebiş de dahil herkes için verimsiz geçiyor haftasonu. Böyle olunca herkes ne yapacağını, kaç saati olduğunu biliyor ve ona göre planlıyor işlerini veya aktivitelerini. Ve merak ediyorsanız söyleyeyim, gerçekten bunu başından böyle planlamadık, kendiliğinden oluvermiş :) Denge yasası doğruymuş yani, ispatlamış olduk ;)

İşte böyle haftasonlarının olmazsa olmaz, en önemli bölümünü kütüphane oluşturuyor. Birimiz kuzuyla çocuk bölümünde ey(ğ)lenirken, diğerimiz de üst katta çalışıyor.


Arada oyuncaklarla oynuyor --daha çok trenlerle; arada oturup puzzle yapıyor sakince...

Biz pek bulaştırmamaya çalışıyoruz ama Çinli veya Amerikalı abi ve ablalarına özenirse, bilgisayarın başına da oturuyor 5 dakika...

Bir de oyun odası var, uğramadan geçmiyoruz tabii. Burda her hafta farklı yaş gruplarına yönelik kitap okuma ve müzik saati düzenleniyor, 0-12 ay, 12-24 ay, 24-36 ay, 3-6 yaş. Cumartesileri 11'de de kukla gösterileri oluyor...

Bitmedi! Orda geçirdiğimiz güzel vakitlerin dışında bir de eve elimiz kolumuz dolu dönüyoruz ve 1 hafta boyunca kütüphaneden aldığımız kitaplarımızı okuyoruz

Bir de yine hafta boyunca kütüphaneden aldığımız oyuncaklarımızla oynuyoruz (-ruz derken yani biz oynuyoruz, oyuncaklar da oyunumuza eşlik ediyor :)

Bir de DVD'ler ve CD'ler var. DVD'ler için yaşımız henüz tutmuyor ama arada CD de alıyoruz dinlemek için. Kısaca biz bu kütüphaneyi çok seviyoruz!
* * *
Evet şimdi size soruyorum, ister misiniz böyle bir şey Türkiye'de de olsun? Ben isterim, hem de çok! Buraya geldiğimizden beri en çok sevdiğim şey kütüphaneler oldu. Bizim okulun 24 saat açık kütüphanesi şehrin en büyük binası. Yok yok; olmayanlar için de interlibrary loan sistemi var, kütüphaneler arası ödünç alma/verme. İsterseniz dünyanın bir ucundaki kütüphaneden kitap bile getirtebiliyorsunuz. Bir de il halk kütüphanesinin çocuk bölümü var. İlk kez bebişe hamile kaldığımda tanışmıştım ve öyle çok etkilenmiştim ki annemler doğum için buraya geldiklerinde kar kış demeden 39 haftalık göbeğimle/bebeğimle onları doğru kütüphaneye götürmüştüm :) Onlar da tuhaf tuhaf yüzüme bakmışlardı, "biz Amerika gezicez diye geldiydik ama, kızın bizi getirdiği yere bak, cins bu cins, aynı sana çekmiş" diye birbirlerini suçlayıp durdular ;)


Monroe il halk kütüphanesi çocuk bölümü

İşte böyle, kütüphane müptelası olduktan ve Bir Dolap Kitap'ı okumaya başladıktan sonra alınacak listeleri hazırlayıp kara kara düşünüyordum, Zeynep de teyit edince düşüncelerimin karalığını, Türkiye'ye dönmesek mi diye düşünmeye başlamıştım artık. Sonra arkadaşım Illias ve eşim T. tez konuma odaklanmak yerine bu hayatta ne yapmak istediğimi düşünmemin daha anlamlı olacağına dikkat çektiler ve o günden beri bin tane farklı şey düşündüm, çok düşündüm ve en sonunda buna karar verdim, yani çocuk kütüphaneciliği çalışmaya :)

Danışmanım önce "ama nasıl olur sen analitik bir insansın" dedi (!!!), (alt metinde şu vardı galiba: ama daha data analiz edeceğüdük) . Sonra "emin misin?" diye sordu, "yani bunu yeni anne olduğun için istiyor olmayasın" diye üsteledi. Ben de düşündüm taşındım, ve hayır dedim. Mutlaka onun da etkisi vardır ama daha çok da yaşadığım kitapsız çocukluğun içimde kalan uktesi, ve de her gün doğan yeni umutların kitapla daha güzel bir gelecek kurması, tüm çocukların kitaplara ulaşabilmesi hayalleri,... "Bir çocuğa bile faydam olursa ne mutlu bana" dedim gururla. Tabii bunu söylerken kafamdan ülkenin her yerine kuracağım çocuk kütüphanelerini geçiriyordum. Böyle de kocaman hayaller kuruverdim bir anda yani, pes valla bana ;) Kültür Bakanlığı da beni bekliyordu zaten, hemen danışman olarak işe alacaklarmış :) Üstelik koleksiyonları istediğim şekilde düzenleyebilecekmişim. Çok kültürlü, çok dilli, 'farklı' cinsiyetlere de yer veren 'farklı' kitaplar da olacak bu kütüphanelerde, tüm blogcu anneleri de işe alıyorum :) çalışanlar da istifa etsin gelsin, çocuklara kitap okuyalım, şarkı söyleyelim hep birlikte, "Dünyayı güzellik kurtaracak" demiş Dostoyevski, bundan güzel şey var mı bu hayatta...

İşte böyle sayın seyirciler, hayallerim büyük anlayacağınız. Ama ulaşılmaz değil, hiçbir şey ulaşılmaz değil, yeter ki gerçekten isteyip inanalım. Üstelik yaptığım araştırmalara göre İstanbul'da bazı semtlerde kurulmuş bile :))) İçini içeriğini pek bilmesem de, sayıca çok az da olsa, bu bile cesaret verdi bana. Ayrıca çocuk kütüphaneciliği ile ilgili ders veren bölümler de varmış. Ben de bu alanda dersler alacağım seneye, döndüğümde aktarırım ilgili kişilere, ve daha pek çok şey yapabilirim, yapabiliriz. Olmaz mı? Neden olmasın?

December 10, 2009

Bir Pazar sabahı 15 dakika daha uyuyabilmek için bebeğinizi yere bırakırsanız neler olur?

Sen dün kırmızı çorabın nerde diye sormuştun ya, işte buldum :)


Bu bezler de yetti artık aaaayy!

Önlükleri zaten oldum olası hiç sevmedim, kaç kere söküp attığım halde hala boğazıma bağlıyorlar ya hayret doğrusu! En iyisi tümden alaşağı edeyim sepeti de görsünler artık :)

Öff! burası çok dağıldı, ben en iyisi sıvışayım...


Ve şurada masum masum kitap okuyor numarası yapayım...

Annemin kafasının dibine de şu saati koydum ama hala tosur tosur uyuyor kadın yaa!


Aaa bi' dak'ka, bu uyandıran saat değil miydi yoksa???


Hadi annecim, çorabını giy de kalk artık!

* * *

Anne: Ama ama neler oldu burada böyle??? Hımm anlaşıldı, sen gel bakalım şöyle yatağa da hesabını alayım senin.


Evet bugünkü hesabınız biraz kabarık küçük hanım: Toplam 15 öpücük, ikisi gıdıktan; 5 ısırık, üçü göbekten :)))

May 27, 2009

Evren hamile!!!

Hamile olduğunuzu dostlarınızla ve ailenizle nasıl paylaşırdınız? Ben wikiHow'da gezinirken gördüğüm şu öneriyi uyguladım: fotoğraf makinesini aldım ve fotoğraf çekmek istiyorum dedim:
- Kameraya bakın lütfen! Çiiz deyin evet... 1, 2, 3 flaş:


- Kıpırdamayın bir fotoğraf daha... bu sefer de "Evren hamile!" deyin :)


Sağolsun ailemiz ve dostlarımız bu mutlu haberimizi bizimle paylaştılar. Herkese tekrar teşekkür ediyorum!

Not: İki resimde de aynı ifade ile poz veren arkadaşlar Türkçe bilmedikleri için ikinci fotoğrafta da alık alık bakmaya devam ettiler :)