Showing posts with label anne-okulu. Show all posts
Showing posts with label anne-okulu. Show all posts

October 31, 2013

Minimalist Ebeveynlik


Bu kitabın tanıtımını Uzunçorap sitesinde görüp kindle'ıma indirmiştim. Aslında 2-3 cümleyle özetlenebilecek bir konu için neden koskoca bir kitap yazdıklarını anlamış değilim --sanırım onların beyni de benimki gibi bir konuyu 140 karakter yerine 140 paragrafla nasıl anlatırım şeklinde işlediğinden olsa gerek. Neyse, kitabın temel cümlesi şu:
               "Mükemmelin iyinin düşmanı olmasına izin verme!"

Yani çocuğuma mükemmel anne-babayı / okulu / yemeği / hediyeyi / ve saireyi vereceğim diye kendini paralama, "yeterince iyi" de gayet iyidir.


Kitapta bir de enteresan bir araştırmadan bahsediyor. Kitabın yazarlarının 8-17 yaş arası çocuklarla yaptığı bu araştırmada çocuklara "tek dilek" sorusu sorulmuş. Soru şu: "Eğer anne-babanızın iş hayatının sizin yaşamanıza olan etkilerini iyileştirme konusunda tek bir dilek hakkınız olsaydı, ne dilerdiniz?" Hayır, çocuklar, çoğu ebeveynin düşündüğü gibi aileleriyle daha çok zaman geçirmeyi dilememişler. Sanırım her yaşta insanlar boyu-boyuna, yaşı-yaşına uygun kişiler arıyor. Bakınız, bizimkinin 6 aylıkken gözlerini ışıldatan kitap: 


Evet, çocukların, en çok diledikleri şey aileleriyle daha çok zaman geçirmek değilmiş. En çok diledikleri şey, anne-babalarının daha az yorgun ve daha az stresli olması olmuş.

Peki nasıl olacak bu? Bütün gün çalış, yorul, üzerine gel bir de ev işlerini yapmaya çalış, çocuklarla ilgilen, yalnızca şimdiyi değil, geleceklerini de düşün, okul araştır, planlar yap... Geçen yazıda cevap sosyalleşmeydi, bu kitapta daha çok çekirdek aile vurgusu var, o yüzden cevaplar da aile içinden. Uzun uzun yazmayacağım, zaten bence ebeveyn olduysanız kitapta önerilen pratik bilgilerin çoğunu içgüdüsel olarak bulmuşsunuzdur. Mesela çocukları ev işlerine dahil etmek. Bunu geçen yazıda bahsettiğim Idle Parent (Aylak Ebeveyn) kitabının yazarı Tom Hodgkinson da öneriyordu, o da çocuklarıyla birlikte bulaşık yıkıyormuş, bunu oyun haline getirip eğleniyorlarmış birlikte. Yalnızca bunun bir iş olduğunu çocuklara çaktırmayın diyor :) Bu kitapta da pratik bir öneri olarak evi gün içerisinde defalarca toplamak yerine, akşam yemekten sonra bir müzik açıp tüm aile, hep birlikte eğlenerek toplayabilirsiniz diyor. Bir de,
Sorulması gereken soru, "Bu işlerin hepsini nasıl yaparım?" değil, "Bu işlerden hangisini yapmam daha önemli?" olmalıdır. 
diyor ve multitasking'e şiddetle karşı çıkıyor. Önem sırasına koyun, teker teker yapın, minimalist olun hepsini birden halletmeye çalışmayın, an'a konsantre olun, annem gibi bulaşık yıkarken bir ayağınızla da yer beziyle yerleri silmeye çalışmayın, benim gibi saklambaç oynarken evi toplamaya çalışmayın, elinizdeki eşyalara göre bir sonraki saklanacağınız odayı belirlemeyin, multitasking yerine multipeople kullanarak işlerinizi halledin demeye getiriyor. Türkçe meali: "bir elin nesi var, iki elin sesi var, üç-dört elin bir evi kolayca çekip çevirebilitesi var" olabilir. Bizde erkişi her işi yapıyor, orada bir sorun yok ama çocuklarla daha işimiz var. O yüzden benim bu kitaptan aldığım son şey şu slogan oluyor:


Not: İki yazıdır bahsettiğim bu ebeveynlik kitaplarının isminden (minimalist ebeveyn, aylak ebeveyn) yola çıkarak annelik müessesesinden kaytarmaya çalıştığım sonucu çıkarılmasın lütfen; her şey çocuklarım özgür ve kendine yeten bireyler olsun diye dost :)


September 17, 2012

Kardeşli Hayata Hazırlık Vol.2 (Ebeveyn Rehberi)

Daha önce kardeşli hayata hazırlık ile ilgili yazmıştım. O hazırlıklar daha çok abla olacak keçimizi hazırlamak içindi. Ve fakat Yeliz kuzen kıskançlığı üzerine yazınca farkettim ki onu hazırlamaya çalışırken biz kendimizi unutmuşuz --hele de elimizde böylesine cadı bir abla adayı varken... Olacak iş mi deyip düştüm kütüphane yollarına. Bir tane kitap aldım, okudukça panikledim, gittim 2 tane daha aldım, notlar çıkardım ve buzdolabının üzerine astım.

Yarın annem geliyor. Annelik böyle bir şey işte, mesaisi hiç bitmiyor. Canım annem işini gücünü bırakıp yüzlerce kilometre yol gelecek, üçüncü kez. Evde üç yetişkin olacağız. Çok sıkı işbirliği yapmamız lazım. Açıkçası korkuyorum. Bizim cadı Su şimdiden anlaşmalar yapmaya çalışıyor.
"Memelerden bir tanesini ben emeyim, bir tanesini kardeşim emsin, olur mu öyle bir şey, olmaz di miii?" 
diyerek alarm çanlarını çalıyor. Hal böyleyken, bize sıkı bir çalışma yapmak düşüyor. Ama biliyorum ki yine de bir sürü kriz yaşanacak ve bizimki hep çalışmadığımız yerlerden arıza çıkaracak... Hadi hayırlısı :-)














Kaynaklar:
Tracy Hogg & Melinda Blau (2003). Secrets of the baby whisperer for toddlers. Ballantine Books. (Notlar daha çok bu kitabın kardeşle ilgili bölümünden)

Anthony E. Wolf. (2003). "Mom, Jason's breathing on me!": The solution to sibling bickering. Ballentine Books.

Leo Babauta (2012). The way of the peaceful parent. http://zenhabits.net/the-way/

December 21, 2011

Yeni bir dönemin başlangıcı

Sonunda bir dönem daha bitti hayatımızda. Zorlu ve yoğun geçtiği için iyi bir tatili hak ettiğimizi düşünüp kendimizi güney sahillerine attık. Yolda YavruSu, iştahlı bir şekilde siyah bir adama bakarken "yiycem ben bu amcayı" dedi. "Hayırdır!?!" der gibi bakınca, "çikolata amca o, yiycem ben onu" diyerek mutlu mutlu yalandı :) Sonra bir de "gidicem ben" dedi, "uzaklara gidicem, giderken de sevgilim sevgilim diye şarkı söyliycem" (kendi uydurduğu bir şarkı). İşte dedik 3 yaşın kerameti buymuş :P Şimdiden sevgiliyle kaçma planları, ileride yandığımızın resmi... Neyse ben tatile çıkmadan kapanan dönemle ve başlayan dönemle ilgili bir yazı yazmıştım, geç olmadan yayınlayayım dedim. Dönem mi, güz dönemi değildi elbet ama gelen dönem sanırım bahar dönemi :)
* * * 
Sonunda şu meşhur 0-3 yaş döneminin sonuna geldik biz de. Sanki 18 yaşını doldurmuş gibi heyecanlıyız. Hep derlerdi de pek inanmazdım, her şey bir anda değişiyor diye. Daha önce yazmıştım, bizim CadıSu kendinden küçük çocuklara karşı karanlık birtakım duygular besliyor diye. Önceleri bu çocuklara karşı söylediği gibi kötü davranmasından çok korkardım. Fakat o bir şey yapmazdı. Sonra bu duygularının aslında çocuklara değil bana karşı olduğunu anladım. Nurtureshock kitabında okumuştum, kardeşlerle ilgili yapılan araştırmalarda aslında büyük kardeşin küçük kardeşe öfke duymadığını, onunla ilgili bir sorunu olmadığını, esas tepkisinin ailesine karşı olduğu yazıyordu. Yani böyle büyük büyük söylenirken aslında öfkesi banaydı. Çünkü bir yandan benden ayrışıp birey olmaya çalışırken bir yandan da hala içi gidiyordu. Üstüne ben de bu çelişkili döneminde, her zaman olduğu gibi çocuk gördüm mü dayanamayıp, ağzımın suyu akarak saldırıya geçiyordum. 

Dün de N.'yi görünce dayanamadım yine. Tabii başladı hemen bizimki: "ben N.'yi sevmiyorum, o gitsin" diye söylenmeye; ben de "ama bak o çok tatlı, seni çok seviyor" diye nutuk atmaya. Neyse sonra yemeğe oturduk. Bizimki sürekli N.nin yanında olmak istiyor. Dedim tamam artık, bu gece gitti çocukcağız; bizim cadı Su, ya bir yerini sıkıştıracak, ya kafasını tuttuğu gibi yemeğin içerisine sokacak... Sürekli gözüm üstünde artık. Ama neyse ki gayet sakin geçti. Yine de ben gözümü üstünden ayırmadım. Yemek bitti, sonra bizimki L.nin hediye ettiği ukulelesini eline aldı ve yılbaşı ağacının yanına kuruldu. Ortamın atmosferine uygun başladı Jingle Bells çalıp söylemeye. Sonra N. geldi yanına, "allah dedim bu sefer kesin gitti çocuk, kafasına ukuleleyi yiyecek, bir daha da yüzüne bakamayacağım annesinin-babasının... çocuk da nasıl tatlı bir minnak. Ve işte o an sihirli bir şey oldu, benim 3 yaşına henüz basmış kızım, bu sefer gitsin etsin demedi, "şimdi N.'nin turn'ü, N.çalsın" dedi. Biz bir sevindik. Özellikle de ben bir coştum, bir coştum :) Yalnız öyle coşmuşum ki T.'den uyarı geldi: "videoda yalnızca senin sesini duyulacak, bırak biraz da kızlar söylesin" diye. Hemen T.Su da uyardı, "only girls can sing, mommies and daddies sit" (sadece kızlar söyleyebilir, anneler babalar otursun) diye, neyse sonra dans etmemize izin verdi sağolsun sıpa. Ancak herkesin sakince yemek yediği restoranda 4 deli olarak damgalanmak istemediğimiz için sessizce yerimize oturmayı tercih ettik.


Yerime otururken kızımın biraz daha büyüyüp yeni bir döneme girmiş olduğunu anladım. Bu dönem psikolojide ödipal dönem olarak geçiyor. Çocukların anneden ayrışıp bireyleşme dönemi. Yalnız bu ayrışma öyle kolay olmuyor. Özellikle de kız çocukları için. Erkek çocukları anneden ayrışıp babalarını ya da hayatlarında başka bir erkek figürü varsa onu rol model alıp yollarına özgürce devam edebiliyor. Ama kız çocukları anneden ayrışmaya çalışsa da genellikle rol modeli yine anne olduğu için tam olarak bir ayrışma yaşayamıyor. Bir yandan ayrışmak ve kendisi olmak isterken, diğer yandan annesi gibi olmaya çalışıyor. Büyüyünce, "annem gibi olmayacağım, onun gibi davranmayacağım" derken hiç beklemediği bir anda içerisinden annesi çıkabiliyor. Bir dakika yav, bu annemin sesi değil miydi, ne işi var burada diyerek hayretler içerisinde kalırken aynı onun gibi kızdığını, onun gibi davrandığını görmesi başta biraz travmatik olabiliyor. Kız çocuklarının ayrışma süreci anneler için de zor aslında. Okuduğum şu makalede, annelerin genellikle kız çocuklarını kendilerinin bir uzantısı olarak gördüğünü, içlerinde hem annelerinden hem de kızlarından bir parça taşıdıklarını, hatta bazı annelerin fazlaca özdeşleşip sınırları kaybettiğini, kimin anne kimin kız çocuk olduğunu unuttuklarını söylüyordu. Bu dönemde anne de kendi çocukluk dönemine dönüyor ve kendi çocukluğunu yaşamak isteyebiliyormuş. Annesinin yaptığını düşündüğü yanlışları yapmamak ya da onun için yapmadığını düşündüğü şeyleri yapmaya çalışmak ama sonuçta kendisinde annesini bulmak mümkün olabiliyor/muş. Bazen de çocuk gibi davranabiliyor, partnerinden de ona annelik yapmasını bekleyebiliyormuş (sanırım bu dönemde cinsel ilişkiden soğumanın nedenlerinden biri de bu). 

Evet, anneler ve kızları arasındaki 'meşhur' ilişkinin temelleri bu dönemde atılıyor. Kız çocukları, bir yandan anneden ayrışıp ("anne bu oyunda yok, anne gitsin çamaşırlarla oynasın", "baba yıkasın ellerimi, baba yaptırsın kakamı, baba uyutsun beni") birey olmaya çalışırken ("ben yapıcam, kendim yapabilirim") bir yandan da hala anne gibi olmaya çalışabiliyorlar ("o senin kocan değil, o benim kocam, sevgilim, tatlişkom, herşeyim" hadi bu tamam da benim gibi pet takmak istemesi, hatta tuvalet kağıdından bir parça koparıp kilodunun içerisine koyup bütün gün ben de pet taktım diye dolaşması... :-) Ha bir de benim annem olduğunu iddia etmesi... Belki de ben çocuk gibi davrandığım için, olur olmadık şeylerde onunla inatlaştığım için... Ama sağlıklı bir ayrışma yaşanması için anneye çok iş düşüyor. Erkek çocuk anneleri bu dönemde çocuklarının daha bağımsız olmasını desteklerken kız çocuk anneleri kızlarını kendi uzantıları olarak görmeye devam edip onların bağımsız bir şekilde gelişmelerine engel olabiliyormuş. Sağlıklı bir ayrışma için annenin de çocuğu bırakması, kendisini çocuğu üzerinden tanımlamaktan vazgeçmesi gerekiyor; ayrıca çocuğun bakımına mutlaka başka insanların da dahil olması gerekiyormuş. 

Evet T.Su, istemiyorsan müzikle uğraşmak zorunda değilsin annecim, ama babanın izinden gidip matematiği de seçme :P Şaka bir yana kimsenin hayallerini yaşamak zorunda değilsin, kendin olacaksın, kendin olmalısın ve biz seni, gölge etmeyecek bir mesafeden, takipte olacağız. Ha bir de sevgilinle kaçacak olursan söyle olur mu ;) Yeni yaşın kutlu olsun canım kızım, seni çok seviyoruz!  

September 21, 2011

Öyle de, böyle de :)

Taşıma araçları konusu açılmışken bunları es geçmek olmazdı... "hakikatı olduğu gibi aksettiriyor" mu bilemiyorum ama bunlar da bizim 'objektif'ten çıkan bazı modeller:











Fotoğraflardan çıkarılacak hisse ve hisseye gelince:
Ey çiçeği burnunda taze anne,
O model mi bu model mi diye kendini yeme,
Çocuk dediğin büyüyor her/bir şekilde ;) 

February 21, 2011

Lohusa Hikayeleri

Derya çok güzel bir bloga ön ayak oldu, belki duymuşsunuzdur: Lohusa Hikayeleri. Yeni doğum yapan kadınların bu zor dönemde kendilerini yalnız hissetmesi çok karşılaşılan bir durum. Derya, kendisi “Cinnet Anaların Ayağının Altındadır” diyerek çok güzel anlatmış hislerini. Ve "yeni doğum yapan kadınların yalnız olmadığını göstermek istemiş, bebeğini kucağına aldıktan sonra dünyanın en mutlu insanı gibi hissetmeyip, bocalayan ilk insan olmadıklarını".


Aradan 2 sene geçtiği için, hislerim pek taze olmasa da ben de katkıda bulunmak istedim bu bloga ve oturdum yazdım kendi hikayemi, okumak isterseniz buyrun buradan devam edin...

February 3, 2011

1 dur+1 düşün!

Tutarsız ebeveyn, düzgün bir şekilde soran çocuğunun istediğini yapmayarak çocuğunu ağlattıktan sonra, "ama isteklerini güzel bir şekilde ifade etmelisin" diyerek "lütfen" dedirtip bu lafın üzerine geri adım atma şansı kalmadıktan sonra çocuğunun başta istediği şeyi yapan kişidir. Mantıklı insan, "madem yapacaksın ne diye eziyet ediyorsun çocuğa" diye sorunca da, "hayatın zorluklarını öğretiyorum, biraz isyankar olması ve istediklerini elde etmek için inatlaşması/uğraşması da fena bir şey değil ayrıca" diyerek yağ gibi üste çıkarken vicdanının altında ezilir.

Oysa yapması gereken şey 1 durup + 1 düşünmesidir:
  • yemekten önce meyva yemek
  • banyodan sonra ve her daim çıplak dolaşmak
  • dışarıda geçirilen uzun bir günün sonunda hala dışarıda dolaşmak 
  • gecenin kör karanlığında dışarı çıkıp 'araba kullanmak'
  • "şon, şon" deyip yatmadan önce fazladan 2-3 şarkı daha izlemek/dinlemek 
bunlar 2 yaşındaki çocukların -en azından YavruSu'nun- her daim yapmak isteyebileceği doğal şeylerdir. Bu 2 yaş veletleri, bir şey istediklerinde zaten yapmayı kafalarına koymuşlardır. Sen hayır dediğin anda kıyamet, el mahkum, kopacaktır. Senin 1 durup +1 düşünmen gereken, çıkardığı her türlü arızaya rağmen hayır demeye devam edebilecek misin, durum o derece hayati mi; yoksa hemen pes edip "ama sen de kibar ol" gibi şeyler mi geveleyeceksin? Hayır demen mantıklı mı, keyfi mi? 1 dur + 1 düşün!

January 11, 2011

Paylaşmak mı, hibe etmek mi?

Çok fazla paylaşım problemi yaşamıyoruz aslında --pek kıymetli 'babası' dışında, ona göz ucuyla bakılması bile yasak ;) Bir de bazen evimize ilk kez gelen bir arkadaşı olduğunda, o ilk seferde ne oluyorsa oluyor. Eskilerle problem yok ama o ilk seferde, normalde yüzüne bile bakmadığı şeyler, arkadaşları isteyince bir anda kıymete biniyor. Kreş diliyle anlatınca biraz daha iyi anlıyor. Şöyle ki; kreşte oyuncak kapanın elinde kalıyor :) Çocuklar seçtiği oyuncaklarla istedikleri kadar oynuyor, diğerleri de sırasını bekliyor; 'sıra' ilkesi hakim. Eğer aynı oyuncaktan iki tane varsa paylaşılıyor. Yoksa paylaş deyip çocuğun elinde bulunan tek bir oyuncağı zorla alıp diğerine vermiyorlar. Zaten o zaman eylemin adı, paylaşmak değil, hibe etmek oluyor :)

Ama gel gör ki, Türkiyeli anne bu sisteme alışmamış olduğu için, bize gelen bir arkadaşı, YavruSu'nun elindeki balonu isteyince, tutup zorla paylaş diyerek elinden alıyor. Bu durumda aslında ne yapmak gerekiyor? Yine kreşten verdikleri bir kitapta okunan taktiği uygulamak. Aslında çok basit! Çocuğu bağırta bağırta elindeki balonu alıp diğer böğüren çocuğa vermek değil; onun yerine, misafir çocuğun bir oyuncağını ortaya çıkarıp ilgisini ona çekmek ve böylece elinde çikolatadan yapılmış gibi tuttuğu balonu, tırnakları avcunu delmeden önce bırakmasını sağlamak ve huzura ermek :) Ya da tırnaklarını düzenli olarak kesmeyi unutmamak :P

October 17, 2010

Supermom - Süperanne



Pelerini tutan çocuk: Bak, sana söylemiştim, işte!
Diğeri: Hımm, şimdi anladım, demek bu şekilde başarıyormuş.

Bir önceki yazıda söylediğim gibi, gerçekten zor bu çağda ebeveynlik yapmak. Korkunç bir supermom (süperanne) dayatması var. Anne dediğin çocuğuna 24 saat bakar, işini gücünü bırakır yalnızca kendi bakar, emzirir, altını değiştirir, tuvalete bile slingle gider, duşa girdiğinde çocuğu anakucağında karşısına koyar, perdenin arkasından cee oynar, sürekli onunla konuşur, yalnız 'annecim' falan deyip çocuğun aklını karıştırmaz, çocuk bilsin yani kim anne kim değil (!), sonra aktivite yapar, biberonundan botuna vücuduna değen, evine giren her maddeye dikkat eder, tüm yiyeceklerini kendisini üretir, 6 yaşına kadar emzirir, gece birlikte yatar, televizyon, bilgisayar, cep telefonu kullanmaz, yalnızca kitap okur ve müzik dinler, aşı mümkünse yaptırmaz, yaptıracaksa da 6 yaşını bekler, çocuğunu hiçbir şekilde ağlatmaz, onunla ben diliyle etkileşime geçer, kullandığı kelimelere dikkat eder ve daha neler yapar neler!

Ulen yazık be! Süpermen bile part-time çalışıyordu. E peki nedir bu annelerden beklenen olağanüstü hallerin sebebi??? Sanırım birileri anneleri kamusal yaşamda istemiyor, "bizi cezbedici bir şekilde gerçek dünyayı göz ardı etmeye çağırıyor ve ebeveyn olarak asıl işimizin kendi yavrularımızla etkileşimlerimize ince ayar çekmek olduğunu ima eden 'çocuk-merkezli' ebeveynlik tavsiyeleri veriyor" (Peters, 2002).

Şüphesiz biberon, uyku, emzirme gibi konular da önemli, hatta politik imaları da olan ve kesinlikle tartışılması gereken konular. Ancak bunların ötesinde de kocaman bir dünya var, biz içinde olmasak da dönmeye devam ediyor, katılmak bizim elimizde...

Kolay değil tabii, çocuk işin içine girdikten sonra etrafınız öyle bir sarılıyor ki. Örneğin, çocuk gelişimi kitaplarının içinde çok kolay kaybolabiliyorsunuz. Ben de ilk zamanlar epeyce okumuştum, ancak sürekli ilişkilerime ayar çekmem gerektiğini düşünmek bana hiç mantıklı gelmedi. Verdikleri binlerce nasihatı akılda tutmak da zaten hiç kolay değildi.
- Ayyy bir dakika kelimeyi yanlış telaffuz etti, ne yapacaktım, yok düzeltmeyecektim, onun söylediği şekilde söylemeyecektim, e peki ne yapacaktım, hay allah, nerde bu kitap, hiç bulamam zaten lazım olduğunda!!! Neyse duymamazlıktan geleyim. Eyvaaaah, yeni kelime söyledi, tüh, onu da yanlış telaffuz etti... ulen bir kelimeyi de doğru tuttursa da ben de rahat rahat ilişki kurabilsem çocuğumla... 
Yok yok, kafayı kırdırtır insana bunlar. Biraz rahatlamak gerekiyor gerçekten, doğal davranmak. Oyun bir yere kadar oynayabilirsiniz, eğer o davranışı içselleştiremediyseniz, yatsıda söner mumlar.

Özde 2 madde var bence dikkat etmek gereken:

1. Kendimize ve yaşadığımız dünyaya iyi bakmak.
2. Tüm canlılara saygı göstermek.

Bu kadar. Bu maddelerin altı milyonlarca şeyle doldurulabilir. Örneğin, kendine iyi baksın, bizim gibi üniversiteye gittiğinde abuk sabuk şeylerle beslenmesin, sigara içmesin, 7/24 bilgisayar karşısında oturmasın, düzenli sporunu yapsın, entellektüel olarak da beslesin kendisini, vs.; tüm canlılara saygı duysun, ayrım yapmasın, hor görmesin kimseyi, insanları sevsin, hayvanların yaşam hakkına saygı duysun, vs.; dünyaya sahip çıksın, karbon salımlarına dikkat etsin, dikkat edilmesi için mücadele etsin, ve daha binlerce şey yazılabilir bu maddelerin altına. Ama hepsi şu iki maddede birleşir: kendisine ve yaşadığı dünyaya iyi baksın, tüm canlılara saygı göstersin. Bu kadar.

Ben şimdilik ilk maddenin ilk kısmı için harekete geçiyorum, bilgisayar başından kalkıp kuzuyla oynamaya gidiyorum. Şu ara en favori oyunlarımızdan biri onun hareketlerini taklit etmek. Kolları kaldırıyor, biz de kaldırıyoruz, ayaklarını yere vuruyor, biz de; koşuyor, biz de; düşüyor, biz yapmayınca hemen uyarı geliyor "anne de düşsün, baba da düşsün", düşüyoruz tabii, o da lazım arada, dünyaya farklı bir açıdan bakmak, empati kurmak :) Bu oyun sayesinde bir sürü yeni hareket buldu YavruSu, bize de yaptırıyor. Talim gibi, sıkıysa yapma :P Bir de içine ses ve ritm de ekliyor, o da çok zevkli oluyor ama zor bir hareket yaparken pırt yaparsa mesela ve biz yap(a)mazsak hemen başlıyor "anne de pırt yapsın", yok diyorum kızım, senin annen öyle şeyler yapmaz :P Ama dinler mi! Neyse, bir başka oyun da müzik açıp elimize shaker, mendil, vs. alıp dans etmek, yerlerde yuvarlanmak, atlamak zıplamak, tırmanmak; birlikte hareket ederken çok eğleniyoruz biz :)

E hala kalkmadınız mı bilgisayar başından? O zaman biraz daha motivasyon için bir de şu yazıları okuyun bakalım:

Kaostan uzak, rahat ve mutlu bir Pazar olsun... :)

Motor gelişim / Motor beceri

Psikoloji bilgim sınırlı ancak matematik öğretmenliği masterı yaptığım sırada çocukların gelişimi ile ilgili bir ders almıştım, orada öğrendiğim kadarıyla, örneğin motor beceri değil, motor gelişim olarak bahsediliyordu literatürde. Ve bu motor (ve zihinsel, ve dil, ve duygusal, ve sosyal) gelişimin bir parçası olarak çocukların belli aylarda belli şeyleri yapabildikleri söyleniyordu; doğal olarak.

Şimdi çocuklardaki bu normal gelişim sürecinin, 'beceri' olarak adlandırılması ve bu 'beceri'lerini geliştirmeye yönelik aktiviteler yapılması, normal gelişim süreci içerisinde belki 15 gün belki 3-4 ay sonra kendiliğinden yapmaya başlayacağı şeyleri sanki sınava hazırlanırmış gibi hergün tekrar ettirmenin altında yatan nedenler nedir diye düşünüyorum. Bu yalnızca bir grup annenin bunu hırs yapmasıyla açıklanamaz. Olayın altında yatan şeyler eminim daha derindir. Yalnızca rekabet ve hırs kelimelerinin de bunu açıklayabileceğini zannetmiyorum. Yeni dünya düzeni ve kapitalist yaşamın yanısıra, kültürle ve başka şeylerle de ilgili olduğunu düşünüyorum.

Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta bu sefer başka. Normal gelişimin bir parçası olarak çocuklar zaten belli dönemlerde belli şeyleri yapıyorlar. Özel olarak örnek vermek gerekirse, çocuklar, 18-36 ay arasında bir dönemde renklerin ve şekillerin ayırdına varıyorlar. Fakat bunun için aktivite düzenlenip illa yapıp yapamadıklarının gözlemlenmesi veya tam olarak kaçıncı ayda bunu yaptıklarının saptanması gerekmiyor. Ha 2 ay önce ha 5 ay sonra, bunların pek bir önemi yok. Fakat tam tersi bu aktivitelerle çocukların bilinçaltına aynı renklerin hep bir araya toplanması gerekir gibi bir şey sokarak saplantı oluşturulmasından korkuyorum. Herhangi bir düzen saplantısı olmasa dahi, bunun yaratıcılığı engelleyeceğini düşünüyorum. Çocuk farklı kombinasyonları kendisi deneyimleyip hergün yeni bir şey yaratacağı yerde, ona sanki fabrika işçisine malzeme tanıtır gibi ayrıştırma yapması için renk ve şekil tanıtımı yapmayı çok sistemci bir bakış olarak değerlendiriyorum. Ve bu tarz etkinliklerden açıkça korkuyorum; seneye çok sevdiğimiz bir öğretmenin Montessori okulu açacak olması dolayısıyla bebişi gönderme gündemimiz olduğu için daha çok korkuyorum.

Siz kendinizi düşünün şimdi, bir puzzle'ı kaç kere yapabilirsiniz? 1 kere! Yaparsınız ve biter. Ya da bir kere yaptıktan sonra aynı puzzle'la başka şeyler yapar mısınız? Yapmazsınız, o puzzle'dır, çözülmüştür ve bitmiştir, yerine kaldırırsınız. Ama çocuklar yapar. Çocukları bırakırsanız, onlarla binbir farklı deney yapmaya çalışırlar. Yaparlar bozarlar, sonra yine yaparlar, sonra onları üstüste koyarlar, arka arkaya dizerler, alıp havaya atarlar ve daha bir sürü şey denerler. Bu yaratıcılıktır ve bütün çocuklar doğaları gereği yaratıcıdır. Bizim onlara gösterdiğimiz şablonların içine girmek zorunda değillerdir. İlla bir şey öğretmekse derdimiz, kendi yarattığı şeylerin, özgün eserlerin daha güzel olduğunu ve bunlara değer vermeyi, bunları geliştirmesi gerektiğini öğretebiliriz.

Eğitim Sistemi
Gerçi bu Türkiye'deki eğitim sistemi içerisinde çocuğun varoluşunu nasıl etkiler bilemiyorum. Yani ortaya konan nesnenin tıpkısını çizmeyi isteyen bir resim öğretmeni, sadece notada yazanı çaldıran bir müzik öğretmeni, matematik sorularının çözümlerini ezberleten sınav sistemi, okyanuslardaki hava akımının iklim değişikliğine etkilerini tartışmak yerine, hala atılan topların nereye düşeceğini hesaplatan fizik dersindeki başarısı ne olur bilemem. Ama bildiğim şey zaten hali hazırda bulunan sistemin kendi içerisinde çok problemli olduğu ve iddia edildiği üzere zekayı da geliştirmediği. Hep derler ya Türk eğitim sistemi Amerika'nın yanında çok iyi durumda diye, kıyaslamayı ne üzerinden yaptığına bakar bu. Matematik uygulaması örnek gösterilir, ki gerçekte matematikle uzaktan yakından ilgisi yoktur ve kesinlikle zeka göstergesi değildir.

Derdimiz onların zekasını geliştirmek olmamalı zaten. Zeki olduğu halde saçma sapan işler yapan milyonlarca insan var. Kaç yaşında konuştuğu, kaç yaşında yazdığı, bunların hayatta hiçbir önemi yok gerçekten. Ben mesela master dersini vermeye 398 aylıkken başlamıştım :P (bir de böyle bir şey var, aslında bu harketi 2 hafta önce yapıyordu da ben ancak yazabildim :) Zeka geliştirdiğini iddia eden oyuncakların da daha çok test amaçlı olduğunu düşünüyorum ki bu da tesadüf değildir zaten. Zekayı seçme sınavlarıyla test edilecek bir şey olarak görmekten öteye gidemeyen toplumumuzun birebir yansımasıdır. Zeka varsın aynı yerde kalsın diyorum, bunun hiçbir önemi yok. Ancak yaratıcılıkları örselenmesin çocukların. Gelişmese bile örselenmesin.

Tüm oyuncakların bir özelliğe göre gruplanması fikrini politik sebeplerden dolayı da itici buluyorum. Bugün oyuncakları renklerine göre ayıran çocuğun yarın insanlara aynı muameleyi yapmayacağının bir garantisi yok. Her durumda olduğu gibi tersinin olmasının da garantisi yok elbette ama ne kadar az şablon, o kadar iyi diyorum. Ve bizim kendi başımıza kalıp birşeyler üretmeye ihtiyaç duyduğumuz kadar onların da buna hakkı var diyorum. Bize, çocuklarımızla olan ilişkilerimize ince ayar çekmemizi salık verenlere karşı şu yazıyı bir daha okumanızı tavsiye ediyorum (sözümün meclisten dışarı olduğunu belirtip, çoğu duyguyu yaşamış bir anne olarak tabii ki kendime de tavsiye ediyorum :)
Not: Yazıya ulaşamazsanız orijinali icin buraya bir tık.


July 24, 2010

Senin baban erkek mi?

Karikatür: Piyale Madra

:) Toplumsal cinsiyet rollerinin neden bu şekilde evrimleştiğine dair çeşitli teoriler var. Bu teorilerden birine göre, kadın doğum yaptığında, yeni doğan çocuğuna bakmak, onu emzirmek, uyutmak, temizlemek için mağarada/evde kalıyor, erkek de avcılık/toplayıcılık işlemleri için dışarı çıkıyor. Dolayısıyla kamusal alanda varlık gösteren, yemek bulma savaşı esnasında beceri ve kaslarını geliştiren erkek olurken, evde kalıp çocuğa bakan ve evde olduğu için evle ilgili işleri yapan da kadın oluyor. Bu yalnızca bir teori ve bu teorinin geçerli olmadığı binlerce durum var. Örneğin, benim babam fındık zamanı doğduğu için, babaannem o gün bahçede akşama kadar fındık topladıktan sonra eve gelip doğum yapmış ve 2 gün içinde bahçeye geri dönmüş. Gelini gelene kadar da hem bahçe işlerinde hem de evde çalışmış. Feodal sistem öncesi daha iyiymiş yani, en azından sadece evde çalışıyormuş kadınlar :P

Şaka bir yana, bunun tam tersi örnekler de var. Mesela bizim üniversitede doğum veya çocuk evlat edinilmesi durumunda hem anne hem baba 12 hafta ücretli izin alabiliyor --genelde sırayla kullanıyorlar. İzin süresi çok yetersiz de olsa, babaların bundan yararlanabilmesi çok güzel bir şey çünkü her ne kadar ev içi emeğin ücretlendirilmesi ile ilgili çalışmaları savunsam da, bu tarz rutin işlerin sırayla ya da birlikte yapılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü rutin işler, ücretli de olsa, insanı bezdirebiliyor.

Birlikte yapmak her zaman kolay olmuyor tabii. Örneğin, bizim durumumuzda, her ne kadar herkesin her işi yaptığı, eşitlikçi bir anne-baba modeli sunmayı istemiş olsak da belli şeylerde farketmeden bir ayrışma yaşandığını gördük. Evet, baba gerçekten bir sürü iş yapıyor, ama bu işler genellikle annenin de yapabildiği ve de dışarda yapıldığında erkeklerle özdeşleştirilen işler. Diş fırçalığın temizlenmesi gibi detay işlerde ya da çamaşır gibi yalnızca kadınların bulunduğu alanlarda yine kadınlar var, yani ben varım.

Çamaşırcı Erkek
Siz hiç çamaşırcı erkek gördünüz mü? Mesela çamaşır reklamlarında çantasından deterjanı çıkarıp "üzülme be Osman, bak bu Momo'yla yıka, muhteşem beyazlığı yakala" diyen bir tipleme? Ali amca? Yok böyle bir tipleme. Bu Ali amca, genelde hep kirletir. Çocukluğunu da biliyorum ben onun... hep koşardı, top atardı, nedense gidip inadına inadına çamurda oynardı, olmadık yerlere girer çıkar, yemek yerken de hep üzerine dökerdi. Toplum mu bu hale getirdi onu? Sen erkeksin, erkek adam ev işi yapmaz diyerek. Yoksa annesi mi yaptı ona bunu? Yıllarca onun işlerini yapıp yemeğini yedirerek, çamaşırlarını onun yerine yıkayarak, hatta üniversiteye gittiğinde bile, kargoyla temiz çamaşır, yemek göndererek, onun kendi kendine yetecek bir birey olmasını engelledi mi farkında olmadan. Oysa çocuğunu çok severdi, hep iyi şeyler düşünürdü onunla ilgili. Yoksa eşi mi sebep oldu buna? Sen bırak ben hallederim diyerek...

Kimin ne kadar payının olduğu tartışılır ama Ali için iyi oldu bir taraftan; kendini bilime verdi. Ve hiçbir şeyden de geri kalmadı; para da kazandı, çamaşır reklamlarına da çıktı deneylerini anlattı: "2 ölçek bundan, 8 ölçek şundan koyduk, 3 yıl deney yaptık ve beyaz ötesine ulaştık" gibi saçma sapan replikler söylese de, o, dağ gibi çamaşırla başetmek zorunda kalan kişi değil, beyaz gömlekli bilim adamını oynadı.

Tabii ki bunun tam tersi durumlar da var. Bilim kadınları yanısıra çamaşır yıkayan erkekler de yaşıyor bu dünyada. Ben çamaşırhanelerin önünden geçerken görüyorum mesela. Ama neden medyada, kamusal alanda görünür değiller merak ediyorum. Google imajlarda aradım (bu arada yeni arayüzü çok şık olmuş imaj aramanın) ve tahmin edeceğiniz üzere açık ara farkla kadınlar önde çıktı resimlerde. 3-5 tane çamaşırcı erkek ya var ya yok. Türkçe terimlerle aradığımda ise hiç bulamadım. Ataerkil sistem, mahremiyet mevzuları dışında sanırım bir etken de bu işten para kazanılması.

Hep söylenir ya, en iyi aşçılar erkeklerden çıkar diye; ya da terziler, modacılar, bulaşıkçılar, ütücüler, ... bu alanlarda da hep erkekler varlık gösterir bir şekilde. Bu işleri kadınlar da yapar ama erkekler yaptığında bu işlerden para kazanırlar, dışarda yaptıkları için üzerine bir de ünlü olurlar. Ve kıyaslama yapılır. Kadınlara fırsat verilmiş de dışarıdaki işlerde çalışıp kendilerini gösterebilmişler gibi. Ya da, çalışan erkeklerin kadınlara oranı, aldıkları ücret eşitmiş gibi. Bunları pek anlayamıyorum malesef. Bu söylemler beni hep şüpheye düşürüyor.

Şablonik Hatalar
Çünkü bence bu, gerçekten ataerkil sistemin dayattığı toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili. Siz de bir erkeğe doğduğu andan itibaren "sen erkeksin, senin kafan buna basmaz" ya da "aman oğluşum, hassas kırılgan oğluşum" diye şartlarsanız, onun gelecekte kendine güvenen, tuttuğunu koparan bir insan olması çok zor olur muhtemelen.

Ben hiçbir zaman kendimi kadın olduğum için yetersiz veya beceriksiz hissetmedim. Yeri geldi, musluğu söküp tamir ettim, yeri geldi, eşimin yerine paralel park yaptım. Gözü karaydım hep; arabayla 200km/s hız yapıp bisikleti ellerimi bırakarak kullandım, havuza ters takla atarak girip bulduğum her türlü duvara tırmandım. Matematikte de iyiydim her zaman --tüm bu konularda/işlerde iyi olan başka pek çok kadın gibi.

Annem, feminist itkilere sahip bir kadındı. Evlendikleri ilk gün babamın en sevdiği gömleğini ütülerken 'yanlışlıkla' yakarak hayatı boyunca ütü yapmaktan kurtulmuş, çeşitli sosyal derneklerin, partilerin kadın kollarında aktif olarak (gece 11'lere kadar) çalışmış, beni daima üniversite mezunu olmam, çalışmam konusunda yönlendirmiştir. Babam da her zaman bana destek olmuş, "aslan kızım, herşeyin en iyisini yapar" diyerek teşvik etmiştir. Bu durumun yarattığı negatiflikler olmuş olsa da (bazen gerektiğinden fazla hırs yapmam gibi) genel olarak hayatımı olumlu etkilediğini söyleyebilirim. İstediğim ve yeteri kadar çalıştığım zaman herşeyi yapabileceğime inandım. Herhangi bir eziklik ve eksiklik duymadım.

Ne güzel, değil mi? Film gibi geçti gözünüzün önünden: Kara Evren Ataerkiye Karşı!

Fakat sonra ne oldu? Film bitmedi elbet ama şeridi koptu. Tahmin edeceğiniz üz're, bebiş doğduktan sonra hayatım değişti. Bir kere korkak oldum. Önce ilk zamanlarda o bana muhtaçken (ya da ben öyle olduğunu düşünürken), başıma bi'şey gelecek diye ödüm patladı, ya bana bişey olursa, yavrum ne yapardı!!! Düşüncesi bile gözlerimi doldurmaya yetiyordu. Sonra, o kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladı ve bu sefer onun başına bir şey gelecek diye korkmaya başladım. Hele ilk zamanlar, her düştüğünde yüreğim ağzıma geliyordu. Çaktırmamaya çalıştım, hep serin kanlı durmaya, ama epey korktum, gelecek yılları düşünüp korktum. Ya bungee jumping yapmak isterse, paraşütle atlamak, dağa çıkmak, tehlikeli eylemlere katılmak; kendini koruyamazsa, ya da kadın veya erkek bir itin tekine rastlar ve hayatını zehir ederse. Of ya, ben bunları düşünecek kadın mıydım!

Sonra, bir süre, bebeğin tüm bakımını ben üstlenmek istedim. Bilinçli olarak değil tabii ki ama baba da dahil olsun derken, farkettim ki, bazı alanlarda güvensizlik yaratmışım. Örneğin, kıyafetlerini o giydirdiğinde, hiç olur mu böyle diye değiştirdim, ve bir gün onun "ne giydireyim?" sorusu karşısında, "giydir işte birşeyler" dediğimde, "bana güveniyorsun yani?!?" sözüyle kafamda çakan şimşeklerle kendime geldim. Sonrasında hiç müdahele etmemeye karar verdim ve hatta destekledim, ta ki morla cırtlak yeşili üstüste giydirene kadar. Herkesin bir sabrı var, değil mi ama :)

Şaka bir yana; hiç istemedim yavrunun kadın ve erkeği belli rollerle özdeşleştirmesini. Çünkü biliyorum ki herkes herşeyi yapabilir, yeter ki istesin, yeter ki kendine olan güveni zedelenmesin, yeter ki şevki kırılmasın, bastırılmasın, yeter ki doğru kuvvetlerce desteklensin, gerektiğinde dürtülsün. Şablonlara sokulmaya çalışılmasın. Özellikle de aklımızdaki şablonlara. Çünkü Sally Kempton'ın dediği gibi
It's hard to fight an enemy who has outposts in your head.
Yani "kafanızda ileri karakol kurmuş bir düşmanla savaşmak zordur". Üzerine bir de anneliğin karakolları eklenince, gerçekten, iyice zor oluyor. Ama tabii ki imkansız değil. Çünkü hiçbir şey imkansız değildir! Yeter ki isteyin, yeter ki gözlerinizi biraz daha geniş açın. Olmadı annenize şiir yazın. Anne olunca daha iyi anladığınızı düşündüğünüz annenize :)


Karikatür: Piyale Madra (www.radikal.com.tr)

July 12, 2010

Merkezkaç

Cocuklarimiz basimiza gelen en guzel seylerden biri. Ve onlari oyle cok seviyoruz ki... saniyorum bunu bazen abartiyoruz. Sadece, 3 yasina geldiklerinde asiri ilgiden simarmis, cekilmez birer cocuk olmalari degil sorun; bence asil sorun hayatin ileriki asamalarinda cikiyor. Herkesin her yaptigi davranisa alkis aramasi, her yazdigina yorum beklemesi; bir nevi kendi imajina tapinma hali yani. Surekli tapinilarak sevildikleri icin karsilarindaki insanla duzgun bir iliski kuramamalari, surekli ve daha fazla ilgiye muhtac konuma gelmeleri...

X: Beni neden aramadin? Senin aramani bekledim saatlerce. Nerdeydin? Bi'sey mi oldu!!!
Y: E sen arasaydin.
X: Sana en son ben mesaj atmistim. Senin araman gerekirdi. Bohuu, beni sevmiyorsun sen, sevseydin boyle yapmazdin, uaaaaa...

diye surup giden cozumsuz diyaloglar neden kaynaklaniyor? Neden kadinlar genelde erkeklerden birtakim seyleri yapmalarini bekliyorlar ve erkekler bekledikleri seyleri yapmadiginda uzuluyorlar, hayal kirikligina ugruyorlar ve hayatlarini drama ceviriyorlar? Simdi dusunun, kizinizin boyle sacma sapan 'acilar' cekmesini ister misiniz ilerde?

Prenses sendromu denilen bir sey var psikolojide. Buna sebep, sadece pembe oyuncaklar, taclar, elbiseler degil elbette. Buna asil sebep bizim cocuklarimizla kurdugumuz iliski ve toplumun onlari soktugu kaliplar, dayattigi roller. Yavuzdogan ailesinin Endonezya Macerasi blogunun yazari Selen, Prenses sendromunun insanliga zararlari baslikli cok guzel bir yazi yazmis. Mutlaka okumanizi tavsiye ederim. Bu sendrom, cogu genc kizi eline geciriyor ama bundan tabii ki sadece kizlar etkilenmiyor, erkekler de nasiplerini aliyorlar. Bir kadinla birlikte olabilmek icin, beyninin onemli bir kapasitesini sadece ona ayirmasi gerektigini ogreniyor erkek kisi; ona hediyeler alabilmek, suprizler yapabilmek icin cok calismasi gerektigini, aksi halde turlu turlu suçlamalara maruz kalacagini. Sanirim sonunda o da kendinden suphe ediyor, yeteri kadar sevemedigini dusunuyor, ne yapsa olmuyor, yaranamiyor ve bu durumdan sıkılıp kaciyor. Hayatinin merkezi olmak isteyen kisiden hizla uzaklasiyor.

Bunu engellemek biraz da bizim elimizde. Cocuklarimiza, tapinilacak hassas kirilgan bebekler olarak yaklasmaktan vazgecsek ve onlar icin surekli bir seyler yapmak yerine, onlarla birlikte bir seyleri yapsak. Ornegin, kitaplari sadece onlara okunacak, onlar icin yaratilmis birer obje olarak gormek yerine, kendimiz de kitabimizi ayni ortamda onunla birlikte okusak. Cok mu zor?

- Oyle valla :) Krese part-time giderken daha kolaydi ama artik zorlasti. Cunku birbirimizi cok ozluyoruz aksamlari. Ben kitabimi actigim zaman 1 dakika icinde yanimda bitiyor bit :)

Ic ses: Bahaneye bak! Sen Turkiye'den donerken ona kac kitap getirdin, kendine kac?

- Iıı, tamam itiraf ediyorum ona 14 kitap getirdim, kendime 2. Ama onun kitaplari cok tuttu. Hem butun gun makale okumaktan kitaba sira gelmiyor ki. Ayrica evde daha okunmayi bekleyen kitaplar, ....

Ic ses: yaptigin guncellemelere ve yorumlara gelen yorumlar (cocugun hakkinda), fotograflarini (cocugunun) kimlerin begendigi, ... Aferin! Bu bakis acisiyla fezaya cikarsin sen yakinda!!! Ama cocugunun uydusu olarak!
* * *

Evet, kimsenin hayatinin ne merkezi ne de uydusu haline gelmek saglikli olmasa gerek. 'Birinin birisi icin birseyler yapmasi' fikri yerine, 'beraber birseyler yapmak' fikri daha saglikli. Ornegin, birlikte gunesin cevresinde donmek :) Evet evet, ihtiyacimiz olan sey bu! Guzel gunesler bulup etrafinda turlamak beraberce. Tek bir merkeze bagli kalmamak, farkli farkli gunesleri de gormek...

Saka bir yana, sadece onu eglendirmek icin onun etrafinda pervane olursak, hayatta da karsilastigi insanlardan ayni seyi bekleyebilir ve yeteri kadar ilgi gormediginde mutsuz olabilir. Oysa mutlulugun alinan/verilen bir sey olmadigini gormek ve gostermek gerekiyor. Ama bunun icin bir kardesi olmasini beklemek gerekmiyor. Gecenlerde, Pratik Anne bununla ilgili bir yazi yazmisti, eger okumadiysaniz su linkten ulasabilirsiniz. Ikinci cocuk olsa da olmasa da (ki bugun Senem yazmis, uzerimden buyuk bir yuk kalkti, sanirim olmasa daha iyi :) cocugunuzu kendi basina kalmaya alistirmak onemli. Prens/prenses sendromu disinda, bunun olasi faydalarindan biri de yaraticiliklarinin gelismesi olacaktir. Sıkıldıkları zaman, sizden yeni bir aktivite beklemek yerine, kendi kendilerine oyun uydurmaya, hikaye yazmaya calisabilir, muzik calip dans etmeye baslayabilirler ve bir gun bir de bakarsiniz ki cilgin dans figurleri bulmuslar, dans ediyorlar. 

April 19, 2010

İlimlerin en güzeli

Hani derler ya "anne olunca anlarsın"; aslında artık o sözü "anne olunca alim olursun" diye değiştirmek gerekir. Çünkü, kitaplar ve internet sağolsun, annelerin çocuk ve bakımı ile ilgili hamilelikten ve hatta öncesinden başlayarak okuduğu materyaller, doktora tezi yazmaya yeterli olacak nitelik ve niceliktedir. O yüzden çoğu anne "ulen, bu kadar okuduk boşa gitmesin, bari bir blog açalım da yazalım, millet de bilgilensin" diyerek blog dünyasına giriş yapar. Ama bilmez ki blog dünyası anneliğin kitabını yazmak üzere olan insanlarla dolup taşmıştır. Acayip bir bilgi akışı vardır burda, referanslar verilir, teoriler üretilir, yazılır çizilir, son araştırmalar takip edilir ve daha neler neler.

Ben üniversitede olasılık teorisi, istatistik çalıştım, böyle hesap yapmadım valla. Örneğin "3 kilo 250 gr. doğan bir bebeğin 6 aylıkken kilosu 6,5, boyu 65 cm ise 7. ayda catwalk yapma olasılığı nedir? Persentil eğrilerine göre 3 boyutu da 75. ve 97. eğrilerin arasında kalan bir çocuğun, 3 boyutlu film çekme ihtimali yüzde kaçtır?" gibi sorulara gözüm kapalı cevap verebilirim; öyle alim oldum yani :)
Ayrıca daha başka neler öğrendim neler; mesela, BPA nelerin içinde vardır, nasıl geçer, biluribin seviyesinin kaç olması gerekir, mekonyum ne demektir [hayır canım, son bulunan elementin adı değil o; "Allahım bebek yerine makine doğurmuş olmalıyım" diye tepki vermenize yol açan, bebeğin zift şeklindeki ilk dışkısının adı, onun bile özel bir adı var, evet :-]. Bir de görenlerin vay be kadına bak, kimya profesörleri gibi konuşuyor dedirteceği fiyakalı kelimeler girdi hayatıma: Omega3, folik asit, amniyosentez, Beta-HcG, bunlardan yalnızca bazıları.

Evet bütün bunları ben anne olunca internetten ve kitaplardan öğrendim. Bir sürü şeyi anne olunca anladım ama bir tek şey dışında, o da kendi bebeğim. Hayır, okuyup araştırıp, bütün gün yavrumu gözlemlediğim yetmiyormuş gibi, bir de akşamları çektiğim binlerce resim ve videoya baktım ama tık yok, nafile, ne yapsam boş ;) Kitapta diyor ki, çocuğunuz şu ayda şu kadar uyur, bu ayda bunu yapar; bizimki ne uyur, ne söyleneni yapar. Başlamaz mı bende bir telaş, bu çocuk normal mi, allahım neydi günahım, günahım neydi allahım diye çevirip çevirip sordum durdum bir süre. Bizim kuşağa özgü bu sanırım, kitapta yazanları ezberleyince bütün problemleri çözecekmişiz gibi geliyor, sanki üniversite sınavına giriyoruz; oysa iç sesimizi dinlesek, ya da annelerimizi...

Annem doğuma gelmişti, 5,5 ay kaldı yanımızda. Kolay olmadı elbette, çünkü ben sürekli 'ama kitaplar böyle demiyor', o da 'biz sizi kitaplarla mı büyüttük sanki' diyordu. Orta yolu bulmamız vakit aldı. Ama, ben sonuçta yine annemin dediğine geldim, aldım yavrumu koynuma, ona sarılarak uyudum. Fakat başlangıçta çok büyük vicdan azabı duydum, çünkü okuduğum tüm kaynaklarda çocuğun kendi kendine uyuması gerektiği ve bunu öğretmek için geç kalınmaması yazıyordu. Ben ona sarılarak uyumayı çok seviyordum. Belki de hayatımda sadece bir kere böyle bir şansım olacaktı. Ama kitaplar ve internet kaynakları yüzünden içim bir türlü rahat edemiyordu. Ta ki, YavruSu 1 yaşına gelip de bağımsız bir birey olma yolunda ilk adımlarını atana kadar: "Anne sen daha takıl orda ya, bak ben büyüdüm de senin yöntemlerine itiraz bile ediyorum, istersen artık biraz da beni dinle ha?" sinyallerini verene kadar okudum durdum.

Ve sonunda farkettim ki, bizim kuşağa özgü olan başka birşey de apolitiklik; ve anaakım kaynakların bunu sonuna kadar kullanması; çocuklarımızla aramızdaki ilişkiye ince ayar çekmemizi öğütleyen, çocuklarla ilgili herşeyi son derece abartıp sadece çocuk merkezli bir hayat yaşamamıza sebep olan, gündemden, dünyadan son derece kopuk kendi küçük dertlerine gömülmüş bireyler olmamızı destekleyen bir sistem. Şüphesiz mama kullanılıp kullanılmayacağı, bebekle birlikte mi ayrı mı yatılacağı gibi sorunlar da önemli; hatta emzirmek, yıkanabilir çocuk bezi kullanmak kişinin politik tercihlerini de içeriyor ancak bunun ötesinde koskocaman bir dünya ve çok önemli dertler de var (Peters, 2002). Çocuklarımıza emanet edeceğimiz dünyanın gidişatı, bizi en az çocuğumuzun o gün geç yatması, uyuyamaması, vs. kadar endişelendirmeli diye düşünüyorum. Bu konularda okuyup bilgilenmek, tartışmak aslında çocuğumuz için de yapacağımız en güzel şey olacaktır sanırım. Onu, izole bir birey olarak değil, hayatın içerisinde etkin bir birey olarak yetiştirmek, ona bakabileceği, katılabileceği daha geniş bir dünya sunmak, birlikte bu dünyayı, yaşamı güzelleştirmek için çalışmak, birlikte okumak, birlikte öğrenmek, birlikte söylemek, birlikte yazmak... ilimlerin en güzeli hayat ilimini icra etmek, bu anlamda yaşamı ve yaşamayı destekleyenleri dinlemek, ister internetten ister canlı yayından, ister kitaptan ister candan, canandan; ama hep candan olandan, candan yana olandan!


Kaynak:
Peters, C. (2002). Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik. http://www.bgst.org/keab/cp20080323.asp

March 22, 2010

Kendine Geliş Serüveni - II


Annelik serüveninin bir bölümünde de insan çocuğunun hallerini sadece ona özel zanneder, onu çok özel zanneder. 2. Einstein, 2. Mozart'larla doludur ortalık. Çocuğun babling vasıtasıyla sesler çıkarmaya başlaması anneye tirad atıyormuş gibi gelir. Misal, ben:
"Baba biliyo musun, YavruSu bugün 'bla bla' dedi". Babamın yüzünde o anlamsız ifade belirir, "eee???" diyecek ama zor tutar kendini. Ben sanki, o duymamış gibi davranır ve üzerine basa basa bir daha "baba YavruSu 5 aylık ve bla bla dedi". Babam da herhalde kafayı kırdığımı düşünüp daha fazla üzmeyeyim diye "aman ne güzel" der ve anında konuyu değiştirir. E tabii adamın örnek kümesi 100 bin, hayat range'i de 55 yıl olunca, bu hareketleri anlatmak biraz komik oluyor haliyle. O yüzden sizin de babanız çocuk doktoru falansa anlattıklarınıza hiç ilgi beklemeyin, sonra böyle hayalkırıklığı yaşarsınız.
Neyse allahtan farklı bir annem var da, onunla konuşunca önemli biriymiş gibi hissediyoruz kendimizi: YavruSu'nun anne babası gururla sunar! Çünkü annem aynı cümleye şöyle tepki veriyor:
"Neeee, 'bla bla' mı dedi, hem de 5 aylıkken! Vay be! Ben anlamıştım zaten; bu çocuk süper zeki! Sakın orda kimsenin yanında söylemeyin haa, Amerikan hükümeti kaçırır valla, beynini incemeye kalkar çocuğun".
İşte annemi bu yüzden seviyorum, her hali başka güzel :)))

Bu durumun çocuğu olmayan arkadaşlar arasında yarattığı etki ise bambaşka bir şenliktir. Onlar sizinle ilgili kesin ve de keskin yargılamalara varmışlardır çoktan: "o mu, ha o artık anne oldu, sizlere ömür yani, hohaha". Ya da "aman tek muhabbeti çocuk oldu, dünyada başka şey kalmadı sanki" derler. E yoktur aslında, anne için bebek birey olana kadar dünyada başka bir şey yoktur. Daha doğrusu anne çocuğunun birey olduğunu kabul edene kadar. Örneğin YavruSu son iki aydır bağırıyordu benim de kendime ait isteklerim var, birey oldum artık, kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyorum diye, itirazlar alıp yürümüştü başını, bir ayran bile içiremez olmuştum artık ama kabul edemiyordum, bakınız 13 aylıkken çekilmiş bir videosu: Aslan YavruSu Cadı AnaSu'na karşı:


E artık o ayranını kendi içmeye başlayınca, ben de bari kendim için bir 'ayran bulayım içmeye' diyerek giriştim hayat kavgasına...

İşte böyle, kendime gelmem tam 15 ay sürdü. Sonunda sadece kendimin olduğu bir profil resmine geçebildim :) 2 yıl sonra kuaföre gidebildim. Sonunda peki ben ne yapıyorum, şu hayatta ne yapmak istiyorum, 'büyüyünce' ne olucam diye düşünmeye başlayabildim. Farklı ayran kurguları yaptım, en sonunda birinde karar kıldım (detaylar haftaya). Mutluyum ve de gururluyum; artık 'kendime geldim'.

Ve fakat, blogun ismini AnaSu olarak değiştirmeyeceğim :) çünkü bu blog benim anne olduktan sonra yaşadıklarıma dair bir blog, tabii ki içinde YavruSu da olacak. Zaten başka bir söz de der ki, "her anne çocuğuyla birlikte yeniden doğarmış". Ben de YavruSu'yla birlikte yeniden doğdum, yeniden öğreniyorum hayatı, yeniden sorguluyor, yeniden soruyorum, anladığımı sandığım bazı şeyleri hiç anlamadığımı anlıyorum. Hayatı anlamaya çalışıyorum. Bir çocuğun gözünden bakmaya çalışıyorum. Başka annelerin yaşadıklarını anlamaya çalışıyorum, bazıları iç yakıyor, hem de çok derinden ama yaşadıklarına rağmen "dünyaları kucaklayan bu kadınlara" saygı duyuyorum. Arto Tuncboyaciyan, "Hergün dünyaya birileri doğuyor, birbirlerini görmeden düşman oluyorlar, neden? Bizlerden dolayı. Çocukların kabahati yok." demişti geçen sene. Ben de 'kendime geldiğim' şu günlerde Ermenilerin sürekli olarak maruz kaldığı tehditkar davranışlar dolayısıyla onun bu şarkısıyla veda etmek istiyorum sizlere:

Kendine Geliş Serüveni - I

Bu yazımın ilham perisi sevgili arkadaşım Güliz sağolsun, email atmış geçenlerde, "ne zamandır bloga YavruSu ile ilgili fotoğraf video koymuyorsun, kendine döndün herhalde" diye. Ben de dedim ki 15 ay sonra sonunda kendime geldim :)

Annelik gerçekten çok acayip bi'şeymiş. Beddua mı, iyi dilek mi bilemiyorum ama "anne olunca anlarsın" sözü gerçekten o kadar çok şey ifade ediyor ki anne olunca anlarsınız ;)

Mesela ben bu "Atem Tutem Men Seni" türküsünü anne olunca anladım :) Sözleri parentez içindeki düşüncelerle oluşturulan bu türkünün ezgisi sonradan özellikle yumuşatılmış ki, millet gerçek niyeti çakmasın, mutlu mutlu bebek eyliyor zannetsin diye :)
Atem tutem men seni [atmaktan başka çaresi kalmamış, yok n'apsın, başka türlü susmuyo' ki bu velet]

Şekere katem men seni [babaya satmak için her yolu denemiş, en son şekere katıp verecek, aksi halde çekmek pek mümkün değil çünkü]

Akşame baban gelen de oy önüne atem men seni [o kadar sıkıldım kiii baban bir gelsin...]

Akşame baban gelen de oy önüne atem men seni [burası özellikle iki kez tekrarlanıyor, görsünler bütün gün bir bebekle birlikte olmanın ne kadar bunaltıcı bir şey olduğunu, gerçekten atacak yani, babanın önüne fırlatıp saniyesinde kaçacak ortamdan]
Şaka bir yana, önceleri kendiniz, kendi hayatınız diye bir şey vardır, birsinizdir, ne kadar evli de olsanız, bir partneriniz de olsa kendi hayatınızı düşünmeye devam edebilirsiniz ta ki doğurduktan bir hafta sonrasına kadar. O ilk şaşkınlık geçtikten sonra içinizden bir ses isyan eder, "bi dakka ya, senin bi hayatın vardı, n'oldu, n'oluyo ya" diye ama nafile, öyle bir değişir ki hayatınız, şaşırıp kalırsınız --diyeceğimi zannettiniz di mi, ama malesef diyemiyorum çünkü şaşırmaya bile vaktiniz yoktur. İlk yapacağınız şey, o sesi bastırmayı öğrenmektir, aksi halde canınıza okur o henüz minik bir karpuz kadar bile ağırlığı olmayan ama tüm insan ayrıntılarına sahip ufacık bebecik. Siz mutsuzsanız o da mutsuzdur çünkü. Öyle bir yıkar ki ortalığı, ikiniz de yorgun düşüp sızana dek ve artık bu hayatta bir değil iki kişi olduğunuzu kabul edinceye dek sürer gider.

Bu birlik durumu önce kelimelere nüfuz eder. Konuşmalarda artık 'biz'sinizdir. "Teyzesi biliyo musuuun, biz bugün ilk kez katı gıdaya geçtik". "Kızım sen 30 yıldır neyle besleniyordun acaba" diye de sormaz bir allahın teyzesi. Ya da mesela daha çocuk ilk kez bir şey görür ama anne hemen koyar yargıyı, "yok yok sevmedi onu kaldır kaldır, baksana çocuk istemiyo işte". Aslında anne sevmemiştir ama bu "bir ben vardır bende benden içeri" durumu artık iki benli olduğundan çocuğun neyi sevip sevmediğine bile anne karar verir.

Sonra bir de profil resimlerinize yansır bu annelik halleri: çocuğunuzla birlikte en mutlu anınız - ki bu fotoğraflaması oldukça zor bir andır, çünkü yeni doğmuş bir bebekle resme yansıyan genellikle şaşkınlık veya gözlerden akan uykusuzluktur. O yüzden bazıları sadece çocuklarının resmini koyar, biz de onlara rahmet dileriz burdan.

Şaka bir yana gerçekten çok zordur ilk aylar. Hele bir de emziriyorsanız vay halinize. Gündüz ayrı, gece ayrı mesai ister. Her saniyenizi adamak zorundasınızdır, uyku yüzü, arkadaş yüzü, ve aslında bebeğiniz dışında herhangi bir insan yüzü göremediğiniz için partnerinizin yüzüne bile yabancılaşırsınız bir süre sonra. "Senin yüzün mü büyüdü, çok tuhaf görünüyorsun" diyalogları yine ancak anne olunca anlaşılabilir.

Ama harap ve bitap düşmüş olsa dahi mutludur anne. Başka birşey görmediği için zavallı, bebeğinin yaptığı en ufak harekete bile zaten kaldırmış olduğu aklını biraz daha kaldırır ve rekora doğru koşar. Mesela, yavrusu ilk kez kendi kendine osurduğunda --ki dünyadaki gaz problemi bunun yanında hiç kalır ona göre-- yaşanılan sevinç ve heyecan gerçekten tarif edilemez. Öyle ki, baba çalışıyorsa, akşam eve geldiğinde şöyle bir diyaloga şahit olmak işten bile değildir.
Kadın: (Daha merhaba, hoşgeldin bile demeden, dudakları kulaklarına varan bir gülümseme ile) Bugün 'seninki' [sanırım erkeğin de olaya adapte olması amacıyla böyle bir söyleyiş kullanılıyor] ne yaptı biliyor musun?

Erkek: (Çok yorgundur ve boş boş bakar, herhangi bir tepki vermeye bile takati yoktur)

Kadın: (Neredeyse sevinçten ağlayacak şekilde) KENDİ KENDİNE OSURDUUUU!

Erkek: (eğer ilgili bir babaysa veya karısının tırlattığını düşünüp korktuğunu çaktırmak istemiyorsa) "Ne diyosunnnnn???" der

Kadın: Evet, evet, evet, evet, osurdu, kendi kendine osurdu :))))))))))))))

Erkek: Hadi bunu kutlayalım.
deyip bir şampanya patlatır. Aslında adamın niyeti başkadır ama öyle olsa ne yazar. Yani diyelim ki adam, kadının bu mutlu anını fırsat bilip kutlama niyetine aylardır birlikte giremedikleri yatak odasına doğru bir hamle yapmaya kalkışsa, kadının adama, bu derece 'kutsal' bir zamanda böyle bir şeye niyet etmesi dolayısıyla fırlatacağı o korkunç bakış yetmiyormuş gibi bir de bebek o dakikada avazı çıkmış gibi bağırmaya başlayacaktır, aylar sonra biraz olsun ilgi bekleyen adam, yine gidip içkiye verecektir kendini nasılsa. E akıllı adamsa bunu tahmin edip direkt açar rakısını, şarabını, kutlama hesabına götürüverir bari birkaç kadeh de stres atar. Kadın da böyle ota boka sevinerek hayatına devam eder. Zaten bu deyim de muhtemelen bir anneyi gözlemleyen bir ata tarafından literatüre sokulmuştur.

Neyse ki hayat hep böyle b.ktan devam etmez. Güzel şeyler de olur arada. Ve de neyse ki beyindeki doğum acısını unutturan mekanizma, annelikte de yaşanan zor zamanları silmeye yarar da keyifli ve zevkli anlar daha çokmuş gibi görünür :)))

Bu tabii bloglara da yansır. Dışardan bakanlar, annelik bloglarının gerçeği yansıtmadığını, herşeyin laylaylom çizildiğini söyler. Yansıtsın da gör bakalım sen! Kadının bütün gün çektiği çile; üstüne zeka yaşı da, duygusal yaşı da tüm gün boyunca 3'ün altında seyrettiği yetmiyormuş gibi, güç bela yavrusunu uyuttuktan sonra gelip bir de dertlerini mi yazacak, tabii ki güzel şeyler yazacak, yoksa toptan gitsin atsın kendini bir yerlerden. Bu blog olayı bir nevi morfin gibi, yaşadıkların etrafındaki insanlardan o kadar farklı ki sanal alemde de olsa kendin gibi hayatlar olduğunu görmek insana bir nebze olsun moral veriyor. Aaa, Zekiye'nin Uzaylısı da bugün yeşil mıçmış, ne güzel yalnız değilim deyip mutlu oluyorsun, işte böyle kendini avutuyorsun :)

March 12, 2010

Hayatın amacı?

Peki amaç ne, hayatın amacı ne? Bütün dersler bittikten, en iyi notları aldıktan sonra ne yapılacak? Para kazanmak mı? Evet olabilir, sonu yok ama, bu bir amaç. Bazı insanların amacı iyi bir iş sahibi olup para kazanmaktır. Benim böyle bir amacım olmadı hiçbir zaman. Belki yaşadığımız ataerkil sistemde erkeklere daha çok empoze ediliyordur "aile geçindirmek için para kazanmak gerektiği", ama bizde böyle bir şey yoktu. Keşke olsaymış; belki biriktirdiğim paralarla hayatta güzel amaçları uğruna çalışan Banu, Yıldıray gibi insanlara yardım edebilirdim. Böylelikle çocuğuma daha yeşil, daha güzel bir dünya bırakmak için bir şey yapmış olurdum.

Bir başka amaç da 'gününü gün etmek', 'gezip tozup eğlenmek' olabilir. Bundan pişmanlık duymadıktan sonra sorun yok, bu da bir amaç. Ama çalışamadığınız zamanlarda sürekli pişmanlık duyarak yaşıyorsanız, içiniz içinizi yiyorsa, bir sorun var demektir. Hele de pişmanlığa rağmen dönüp işinize/araştırmanıza bir türlü konsantre olamıyorsanız. Ya da, o yerlere göklere sığdıramadığınız pek değerli çocuğunuza ayıracağınız yine çok değerli olan vaktinizi amaçsızca internette dolaşarak, 5 dakikada bir e-maillerinizi çek ederek geçiriyorsanız; hala kendiniz yaratmıyor, "önünüze gelen herşeyi alkışlıyor", "kendi sesinize hayranlık duyuyorsanız", o zaman bir sorun var demektir. Hem de ciddi bir sorun.

Herşeyin sayısallaştırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Herşey ölçülüp biçiliyor ve birtakım rakamlarla karşılaştırmalar yapılıyor. Bebeklere daha doğar doğmaz yenidoğan testi yapılıyor. İlk dakikada ilk notlarını alıyor yavrucaklar. Sonra her ay birtakım persentillere göre boy, kilo, baş ölçüleri değerlendiriliyor, bebeklerin hangi ayda neyi başaracağına dair rubrikler hazırlanıyor, kitaplar yazılıyor, kaç kelime konuştukları, kaç cümle kurdukları, herşey ama herşey ölçülüyor. Okulda notlar, kursta şablonlar, işte performans, ve daha nice testler, değerlendirmeler hayatın her anında karşımıza çıkıyor...

Örneğin benim şu anda çalıştığım bilim dalı, akademisyenlerin üretkenliği ile kafayı bozmuş durumda. Üretkenlik derken, yayınladıkları makale sayısı, kaç referans aldıkları, kaç referans verdikleri, kimlerle birlikte yazarlık yaptıkları, her hareketleri ölçülüyor. Bunun için her gün yeni metotlar geliştiriliyor: bibliometrics, informetrics, scientometrics, zartometrics, zortometrics. Metrics de ölçübilim demek. Yani artık ölçünün de bilimi yapılıyor, bilim de ölçüme tabii tutuluyor. Ama kimse dönüp de bu insanların ne yazdığına, bilim adına ne yaptıklarına bakmıyor. Öyle ki ünlü bir araştırmacı, ordan burdan hiçbir bütünlüğü olmayan cümleleri biraraya getirip bir makale oluşturuyor ve yayınlanması için bir dergiye gönderiyor, tahmin edin ne oluyor: tabii ki makale yayınlanıyor, çünkü adamın binlece referansı var!!!
Yine çok uzun yazdım. O yüzden yazının bu bölümünü sonradan yayınlamak üzere kestim, kısa yazmam lazım artık, çoğu insan bu yüzden okumuyor diye düşünüyorum ama yapamıyorum. Hayır yorumlarını bari kısa yap di mi! OIP yakında beni de çizecek, 'bir de mahlenin delisi var, yazılarını milletin blogunun yorum kısmına yazıyor' diye. Neyse, annelik hallerine dair yazalım demiş Özgür. Benim de aklımdaydı bunlar ne zamandır, derleyim toplayayım dedim.

Uzun lafın kısası, demek istiyorum ki çocuklarını yetiştirmeye çalışan anneler, bundan vazgeçin, çocuklarınızı 'yetiş'tirmeyin, bu sistemde yetişip de başlarının göğe ereceği bir yer yok. İsterseniz erdiğini düşündüğünüz başlarla konuşun da görün bakın ne haldeler. Çocuklarınızı testlere, ölçümlere, kıyaslamalara tabi tutmayın. Soru sormaları, tutkularının peşinden gitmeleri, dünyayı kendileri keşfetmeleri daha önemli. Onları hazır aktivitelere boğmak, yaratıcılıklarını örseleyebilir, hazır müfredata sokmak kişiliklerini. İçlerinden gelerek, doğal bir şekilde yaptıkları şeylere aferin demek, sonra bizden veya öğretmenlerinden aferin almak için, bizi mutlu etmek için çalışmalarına yol açabilir. Bırakın kendileri olsunlar, kendileri bulsunlar, öğretmenim ne der, patronum ne der, içinde bulunduğum toplum ne der diye düşünerek kendilerini engellemesinler; ille biri ne der diye düşüneceklerse de "insanlık ne der" desinler.

Bizim henüz okul konusunda bir karar vermek için vaktimiz var, ben şu anda Başak'ın bahsettiği 'unschooling'e umut bağlamış durumdayım. Ancak okul olayı olsa da olmasa da birçok şey ailede bitiyor, sizin nelere değer verdiğiniz, onun hayatı için de belirleyici oluyor. Örneğin sizin google readerınızdaki haber sitelerinin diğerlerine oranı 1/10'u geçmiyorsa, çocuğunuzun da çevresine ne kadar duyarlı olacağını kestirmek pek zor değil. Siz kendiniz hiç kitap okumuyorsanız, çocuğunuza aldığınız kitapların kısa sürede bir kenara itilmesi işten değil. Çocuk merkezli hayat, sürekli onlara meşgale bulup onları mutlu etmeye çalışmak, onların bireyci bir insan olmalarına, etraflarına karşı duyarsız kalmalarına yol açabilir ve bu konuda daha bir sürü şey söylenebilir ama ben yine Can Yücel'in Alkış ve Yuha şiirine bağlanmak istiyorum. Bu şiire burda 3. kez yer verişim ama Can Yücel’in bunu gerçekten çok güzel ifade ettiğini düşünüyorum. Sevgi ve saygılarımla...

Alkış ve Yuha
her alkışa bir yuha
17 aylık oldu ali bey ve benim torun
rüzgarı alkışlıyor
tutulan bir gümüş balığını alkışlıyor
önüne konan karpuzu alkışlıyor
kendi sesini alkışlıyor
dileğim o ki:
büyüdüğünde de çevresinde er geç dönecek boklukları da
aynı heyecanla yuhalasın yeri göğü inletircesine..

March 11, 2010

İyi de, bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak???

Yaptığınız işi sevmiyorsunuz, sizi körelttiğini düşünüyorsunuz. Mutsuzsunuz. Cuma günlerini iple çekiyor, Pazartesi günü sürünerek kalkıyorsunuz. Konsantre olamıyorsunuz, beş dakikada bir e-maillerinizi 'çeketmek' istiyorsunuz; hatta çok çok sevdiğiniz yavrunuzla bile kafanızı tamamen vererek rahat bir şekilde oynayamıyorsunuz. Bazen en ince ayrıntılara takılıp sabahlara kadar çalışarak mükemmel bir iş çıkarıyorsunuz, ama bazen de tamamen boşveriyorsunuz. Patronunuz/müşteriniz/hocanız yaptığınız işi beğendiğinde dünyalar sizin oluyor ama bir sonraki işte, bu güvenle tam tersi bir performans sergiliyorsunuz. Bazen işiniz uğruna dünyayı görmezden geliyorsunuz, bazen de yaptığınız işten nefret ediyorsunuz.
Peki bir idealiniz var mı? Yapmak istediğiniz, uğrunda gecenizi gündüzünüze katıp çalışacağınız herhangi bir şey var mı sizin için bu dünyada? Değiştirmek istediğiniz, öğrenmek istediğiniz??? Yoksa siz de günlerini amaçsız bir şekilde geçirip ufak ayrıntılarla ‘to do’ listenizi doldurup hiçbir zaman tamamlayamayanlardan mısınız?
* * *
Çocuğunuz emeklesin, yürüsün, konuşsun, okusun, yazsın istiyorsunuz. Uyku, katı gıdaya geçiş, tuvalet eğitimi, vs. konularında çokça okuyor, araştırıyor, en iyisinin ne olduğunu düşünüyorsunuz. İrili ufaklı birtakım halkaları bir çubuğun üzerine dizsin, renkleri ve şekilleri eşleştirsin, puzzlelar çözsün, en iyi aktivitelerle zekasını, becerisini geliştirsin istiyorsunuz. Bazen de umursamıyor, öylesine yaşıyor, sonra da "çocuğumun gelişimi için hiçbir şey yapmıyorum, ona daha çok kitap okumalıyım" vs. diye pişmanlık duyuyor, ertesi günü, aşırı bir şekilde ilgilenmeye başlıyorsunuz, ama bir süre sonra yine umursamıyorsunuz. Çocuğunuzun becerileri konusunda hayrete düşüyor, yapabildikleri ile gurur duyuyorsunuz. Onun için günlükler tutuyor, kayıtlar alıyor ve bunları tanıdık tanımadık herkesle paylaşmak istiyorsunuz ve bunun için çok kıymetli zamanınızı başka hiçbir şey için olmadığı kadar rahat bir şekilde harcıyorsunuz.

Peki onun geleceğini gerçekte ne kadar düşünüyorsunuz? Herkes gibi konuşup yürüyüp okula gidip mezun olduktan sonra nasıl bir dünyayla karşılaşacağını hiç düşünüyor musunuz? Bir iş sahibi mi olacak? Kariyer mi yapacak? Yazının başındaki anektotları o da mı yaşayacak? Onu nasıl bir dünya bekliyor?

Bu dünyaya çocuk getirilmez diye düşünenlerden değildim --dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmeme rağmen. Belki kendimi tatmin etmek için, belki üreme içgüdüsünden, belki de sırada bu olduğundan. Okul-İş-Evlilik-Çocuk: İlahi amaç!!! Bitmedi! Veee 2. çocuk!!! Daha da ilahi! En kutsal!
Peki kim belirledi bunun sırasını? Neden bu şekilde yaşanıyor hayatlar? Başka bir dünya mümkün değil mi? Ben yavrumun benim yaşadığım gibi bir hayat yaşamasını istemiyorum. Ne var senin konumunda diyebilirsiniz, ukalalık ettiğimi düşünebilirsiniz. Çünkü insanlar ne çileler çekiyorlar, ne zor şartlar altında okuyorlar. Bense Türkiye'nin iyi üniversitelerinden birinden mezun oldum geldim Amerika'da doktora yapıyorum. Aman ne havalı (!) Yetmedi, kendi evimde oturuyor, kendi arabamı kullanıyorum, iyi bir ailem ve arkadaşlarım var ve ben kalkmış hala konumumdan şikayet ediyorum. Ne büyük ukalalık değil mi? Küçük burjuva bunalımları bunlar, sen dert görmemişsin diyebilirsiniz. Evet görmedim, duymadım, bilmiyorum. Aslında belki de 3 Maymunu oynuyorum.

Geçenlerde Hülya yazmıştı başarılı anne-babaların çocuklarının elem kaderi hakkında. Ben işte o ikinci kuşak, kayıp kuşak oluyorum. Benim babam, köyünde okul olmadığı için karda kışta kilometrelerce yol yürüyerek okula giden, adı Yılmaz, kendi yılmaz bir adammış. Kendisi pek imkansız, pek ilgisiz büyüdüğü için, bizim hiçbir şekilde en ufak bir sıkıntı çekmemize göz yummamış, herşeyimizle ilgilenmiş. Derler ya, yediği önünde, yemediği ardında... Hala kalkmış şikayet ediyorum. Annem babam yüzünden, hayatta hiçbir şey için çaba göstermem gerekmedi. Tabii, bir tek derslerim dışında. Oldukça özgürlükçü ve demokratik bir ailem olmasına rağmen, dersler söz konusu oldu mu akan sular dururdu. Evdeki hiçbir işe dokunmayıp odama gidip dersimi çalışmam, yapmam gereken tek şeydi ve benden başka hiçbir şey beklenmiyordu. “Sen bırak, dersine bak” cümlesi öğrenim hayatımda en çok duyduğum cümle oldu. Çünkü en önemli şey derslerdi. Ben de bıraktım; derslerimi etkilememesi için herşeyi bıraktım, ev işlerine yardım etmeyi, bisiklete binmeyi, voleybol oynamayı, gitar çalmayı, dans etmeyi, arkadaşlarımla okuma yapmayı, herşeyi, herşeyi bıraktım.

Şimdi ne alakası var bunların YavruSu'yla diyeceksiniz. Şöyle; dün, Alis'in Diyarı'nda "Turning Children Into Race Horses" başlıklı yazıyı okudum. Almanya'da okumuş biri olarak Türkiyenin eğitim sistemi ile ilgili yazmış Janset. Çocukların yarış atı şeklinde yetiştirildiğini, tüm gün okul, ardından etüd, haftasonu dersane, sınavlar, SBS, ÖSS, vs, vs. dolayısıyla çocukların çocukluklarını yaşayamadığını, mutsuz olduğunu söylemiş. Ben de bu çocukların yalnızca çocukluk döneminde değil, büyüdüklerinde de mutsuzluklarının devam ettiğini söyledim.

Ailesi derslere ve nota önem vermemiş olanlar için durum farklı olabilir ama benim için böyle. Tez konumu seçmem gerekiyor, sorular sormam gerekiyor. Birtakım sorular var ancak bunlar benim sorularım mı bilmiyorum. Şu anda, 32 yaş itibariyle, gerçekten mutsuzum, hatta bunalımdayım yani o derece. Çünkü daha önce hayatın bu aşamasına dair hiç kafa yormamışım. Benim için tercihler yapılmış, bu çocuğun şuna yeteneği buna ilgisi var diye çizgiler belirlenmiş. Ama kimse bu dünyada ne yapmak istersin, neleri değiştirmek istersin, neleri öğrenmek, neleri bilmek istersin dememiş, herşey önüme hazır olarak gelmiş. Bana da çizilen sınırlar çerçevesinde önceden tanımı yapılmış 'başarılı' olmak kalmış.

"Biz senin için bilmen gereken şeyleri hazırladık, soruları da sorduk, adına da müfredat dedik". Müfredat ne ya??? Şimdi de "Yetişek" diye değiştirmeye çalışıyorlarmış. Pardon neye yetişek, her sene bir yenisi daha eklenen, depresyon tanısının ortaokul çocuklarının seviyesine inmesine sebep olan sınavlara mı? Mümkünse yetişmeyek, müfredatınız size kalsın. Bunlar hayattan çok uzak. Oysa biz hep çocuklarımızı hayata hazırlamaya çalışmıyor muyuz? Çocukken sorardık ya, "peki bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak" diye, hep de susturulurduk. Niye susturulduğumuzu anladım. Çünkü bunun cevabı yok, çünkü onlar da bilmiyorlar, çünkü biz de bilmiyoruz. Bunlar sadece gerçek hayatı örtbas etmeye yarayacak şeyler, gereksiz detaylar. Senin görevin, sorularını tutkularını bastırıp bu sisteme bir şekilde entegre olmak. Şu binlerce sayfayı ezberleyip, birbirinin aynısı olan onbinlerce soruyu çözmek, iyi bir üniversiteye kapak atmak. Tabii ki arada müzik de yapabilirsin ama ancak boş vakitlerinde, ya özel dersle ya da altın çocuk müzik kursunda klasik parçaları, notada yazdığı şekliyle çalarak, ve tabii ki sadece hobi seviyesinde. Müzik dedik, dans, resim dedik, siyaset nerden çıktı, haşa! Öğrenci dediğin yurdunda uslu uslu oturup dersini çalışır, dünyada olup bitenle ilgilenmez, burnunun ötesine bakmaz!!! Bakanı da kategorize eder, isim koyar, yaftayı yapıştırıp, illegalize eder, ispiyonlar, hatta gerekirse üzerine yürür, satırla bile biçer, en sonunda yaptığı işleri gururla gösterip en ufak niyeti olanları bile depolitize eder! Öğrenci dediğin öyle tiyatroya, eyleme gitmez; ama diskoya bara gidebilir, orda 'çılgınca' eğlenip halay çekebilir, kusana kadar içip sokaklarda her türlü taşkınlığı yapabilir, ancak öyle her istediği dilde şarkı söyleyemez, söylerse sırtına kurşunları yer, hem de 1-2 değil tam 15 tane yer!!!

February 22, 2010

Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik

Dediğim gibi, geçen hafta yoğun geçti, gerçi bebiş doğduğundan beri hangi hafta geçmedi ki! Ama bu hafta "aman sınavım var, paperım var, bu seferki çok önemli" diye T.yi de telaşa verdim. Hoş, kendisi pek telaş adamı değildir ya, benim yüzümden araştırması sekteye uğradığı için o da dertlendi biraz. Üstüne bir de ikili münasebetlerimiz bebiş doğduğundan beri y=-x^2 grafiği şeklinde seyreylediğinden, 2 hafta önce aldığımız önlem paketini de hayata geçiremedik veee... Bu kadar, gerisi yok.

Yok, boşuna okumayın artık, başka şeyler yazdım :) Valla öyle! Ama bence, T. için, bu işin iyi yanları da oldu. Bebiş yattıktan sonra çok güzel belgeseller izledi akşamları; hatta bana da anlattı geçen bazılarını; mesela karıncalar 50 milyon yıl önce antibiyotiği keşfetmişler, insanlar dışında çiftçilik yapan tek hayvan grubuymuş, üstelik organik tarım yapıyorlarmış :) Amazon ormanlarında yaşayan bu karıncalar, sindiremedikleri yaprakları, kurdukları mantar çiftliklerine taşıyıp mantarlara sentezletip artıklarını ikincil ürün olarak yiyorlarmış, ve bu çiftliğe zararlı bakteriler musallat olamıyorlarmış. Çünkü efendim bir doktora öğrencisi açığa çıkarmış ki, bazı karıncaların üzerinde gözlemlenen beyaz lekeler aslında antibiyotikmiş, bunları çiftlikten çıkardıkları zaman, anında bakteriler basıyormuş orayı. Bu arada YavruSu kendi yemeğini kendisi yemeye başladığından beri biz de karınca besliyoruz evde evcil hayvan niyetine; ama bizimkilerin öyle çiftlik kurmasına falan gerek yok, YavruSu zaten küçük parçalara bölünmüş organik besinlerle besliyor onları ;)

Sonraaa, T. bir de ev işleri ve çocuk bakımı alanında epey uzmanlaştı diyebilirim; çok da güzel meziyetler edindi. Harika ekmek yapıyor mesela, fırın falan açabilir; çok güzel yoğurt yapıyor (bu arada mutlak tarif bulundu, duyurulur), yemek, temizlik, bebek bakımı, alışveriş,... bir de arada vakit bulduğunda matematik yapıyor. Şaka bir yana ev işleri ve çocuk bakımı ikilisi dünyayı 2 kat hızlı döndürecek kadar güçlü bir çekim uyguluyor. İçine girdiğiniz zaman, kolay kolay bir daha çıkamıyorsunuz. Bir de üstüne üstlük aklınızı kaybediyorsunuz.

Gerçekten! Arkadaşım Yeşim söylemişti, yapılan bir araştırmaya göre, çocuk doğduktan sonra, anne babaların IQ'su düşüyormuş. Hakikaten öyle oluyor, benim düştü yani; öyle böyle değil! Hele ilk yıl, limit sıfıra doğru giderken benimki de artarak azalıyordu 3. bölge civarlarında, 3. dereceden kafayı sıyırmıştım, bebiş henüz 3 aylıktı da ilk kez dönmüştü; benim bir göbek atmadığım kalmıştı sevinçten. Hemen kameraya çektim, annemlere, akrabalara gönderdim; herkesle bu dünyaca ünlü olayı paylaşmak istedim:
"Kızımız olimpiyatlarda dönme rekoru kırdı da... Evet olimpiyat. Efendim? Yok 0-6 ay bebekler arası dönme olimpiyatları. Hayır efendim, kendisi henüz 3 aylık. Döndü efendim. Hayır bir yere gitmemişti. 3 aylık bebek nereye gitsin ki? Yüzüstü yatıyordu da sırtüstüne döndü. İşte burda ispatı. Beni Bakırköy'e göndermek için mi kullanacaksınız o videoyu. Yo yoo, bir yanlışlık oldu herhalde, hayıııır!"
İşte aklımı böyle kaybetmiştim. Şimdi düşününce, e böcek değil ya, dönecek elbette, ha 3 aylık ha 5 aylıkken, ne önemi var diyorum. Diyorum ama insan kolay kolay farkedemiyor o zaman. Etraftan o kadar çok bombardıman var ki, çocuğunuzun neleri ne zaman 'başaracağı' konusunda. Şu kadar aylıkken ellerini kavuşturur, bu kadar aylıkken oturur,... aman ne enteresan! Hayır, çocuk aynı zamanda amuda kalkıp, Shakespeare'den tiradlar okusa tamam, amenna; hemen kamera kaydı almalı, her yere yazmalı, boy boy ilan vermeli o zaman:
Anne-babayla yapılan röportajda [fotoğrafta onlar da amutta röportaj veriyorlar mesela] bu durumu gayet normal karşıladıkları gözlendi. Anne Ş. şöyle dedi: "Amuda kalkmak mı, oturmak mı, işte bütün mesele bu."
İşin şakası bir yana, "bugün şunu dedi, sonra bunu yaptı" gibi zaten her insanoğlu ve insankızının her daim söylediği/yaptığı şeylere odaklanınca, IQ denilen şeyden ne iz, ne de eser kalıyor. Evet böyle ilkleri yaşamak da güzel, ama bunun ötesinde de bir dünya var, sizin de içinde olduğunuz bir hayat var; hoş, siz olmasanız da akıp gidiyor, o ayrı.

Geçen hafta yazamamamın sebeplerinden biri de buydu işte. Cynthia Peters'ın "Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik" yazısını okumuştum. Önce Znet'ten İngilizcesini okudum, sonra arkadaşım N. Türkçe çevrisini gönderdi; en az 3 kez okumuşumdur herhalde. Bu makale beni epey salladı sarstı ve de deriiiin düşüncelere gark etti; farkında olmadan çemberin içine öyle bir girmişiz ki... dedim ya, güneşten bile güçlü bir çekim gücü var diye. Aman dikkat!!! Demedi demeyin; kapılıp gidersiniz valla...