Showing posts with label araştırma. Show all posts
Showing posts with label araştırma. Show all posts

October 23, 2013

'Korkunç' çocuklar

Bizim ufaklık 1 yaşına geldi ve yürümeye başlayalı beri tam bir bızdık (toddler) davranışı sergilemeye başladı. Artık çiş dolu lazımlığını tuvalete kendisi götürüp boşaltmak istiyor, çişler yere dökülmesin diye ben bir ucundan tutmaya çalışınca, o büyük bir hışımla diğer ucundan tutup çekiyor ve benim yerlerin çiş olmaması için gösterdiğim tüm çaba, bana daha çok çaba olarak geri dönüyor. O taşırken 3-5 damla dökecekse, ben karışınca tüm çişler yere gidiyor --Bızdık Davranışı No: 1.

Ya da mesela pek 'özenli' ablasının ortada bıraktığı küçük lego parçasını ağzına attığında, ısırılma pahasına parmağımı ağzına sokup lego-korsanın kancalı kolunu ağzından çıkardığım anda kendisini yere atıp ciddi ciddi dövünüyor --Bızdık Davranışı No: 2.

"En iyisi hiçbir şeye dahil olmayacaksın, bırak ne halleri varsa görsünler!" diyemiyorum ve her seferinde kendimi tehlikeye atıp duruma müdahele ediyorum. Ama sonuç olarak her seferinde çemkirilen ben oluyorum ve üstüne üstlük hem ortamı, hem durumu yine-yeniden-ve-hep ben toplarlamak durumunda kalıyorum --Anne Davranışı Seri: klasik.

Bu durumlara, ikinci kez bir çocuk büyütüyor olmama rağmen şaşırıyorum. "Hani bunlar 2 yaşında korkunç olacaklardı? Daha 1 bile olmadan neyin siniridir, neyin harbidir bu?" diye kara kara düşünüyorum. Daha doğrusu düşünüyordum, artık buldum!

fotoğraf: http://www.bigpicture.in/photographs-of-the-naughty-kids/

Evet, aslında çocuklar hep korkunç, her yaşta, her zaman korkunçlar :) Hiç karışılmasın, müdahele edilmesin, yollarına çıkılmasın, her şeyi kendileri yapsın istiyorlar. Hareket etmeye başladıkları andan itibaren bu böyle. 1 yaşındayken kendi arabasını itmek vasıtasıyla insanlara korku dolu anlar yaşatmak, 2 yaşındayken bıçakla kendi köftesini kesmek, 3 yaşındayken (hava-kombinasyon ve dahi yaş olarak) en uygunsuz kıyafetleri bulup giymek, 4 yaşındayken tek başına dışarı çıkmak, 5 yaşındayken 8 saat sürse ve anne-babaya cinnet geçirtse de ayakkabısını kendisi bağlamak, 13 yaşındayken karşı cinsle 'uygunsuz' münasebetlerde bulunmak, 16 yaşındayken motorsikletle dünya turuna çıkmak, 18 yaşındayken arkadaşlarıyla bungee jumping yapmak, 30 yaşındayken hala evlenmeyerek o çok istediğiniz torun sevgisinden sizi mahrum etmek... Yani sizin yapmasını istemediğiniz her şeyi yaparak size 'korkunç' bir hayat yaşatmak.

Tabii bu baktığınız yere göre değişiyor. Eğer kafanızda çocuğunuzun hayatı için kurduğunuz, size göre pek 'tatlı' hayaller varsa, çocuğunuz da bunu bilirmiş gibi mutlaka onları yıkmak için uğraşacaktır; hatta normalden daha fazla çabalayacaktır. Ama eğer onu doğduğu andan itibaren ayrı bir birey olarak görüp kendi isteklerinin/hayallerinin peşinden koşabileceğini kabul ettiyseniz bu hayatta aşmışlardan --ya da kopmuşlardan-- biri olmuşsunuz demektir.

Kopmuşlar, genelde anne tarafından "baba" tabir edilen kişiler olabiliyor. Annelerin çocuklarla yaşadığı sinir harbi karşısında hiç istiflerini bozmadan son derece sakin durarak, annenin tırlatma çizgisine bir aşama daha yaklaşmasına sebebiyet veren bu kişiler, genellikle anne tarafından "bir şey söylemeyecek misin?!?!?!" diye 'kibarca' sorularak duruma dahil edilmeye çalışılıp sonuçta faturanın yine anneye çıkarıldığı bir durum yaşatabiliyorlar insana.

Aşmışlar, yine sakinliğini bozmuyor ama durumdan kopuk da davranmıyor, tam tersine sinir harbi yaşayan ve yaşatan bebenin dilinden anlıyor ve onu doğru yere yönlendirebiliyorlar. Kaç yaşında olursa olsun ona birey olarak davranıp dizlerinin üzerine çökerek göz teması kuruyor, ben diliyle konuşup duygu yansıtması yaparak bebelerini sakinleştirebiliyorlar.

Ama bizde her zaman böyle olmuyor. Genellikle şöyle oluyor:
- Dışarı çıkmak istiyorum.
- Bahçeye çıkabilirsin.
- Hayır, ön tarafa çıkmak istiyorum.
- Olmaz, oradan arabalar geçebilir, tehlikeli.
- Kapının önünde oynarım.
- Hayır, biz olmadan çıkamazsın, şu yemeği atayım, birlikte çıkarız.
- Tek başıma çıkıcam.
- Hayır çıkamazsın.
- İstiyorum ama!
- Çıkamazsın ama!
- Ama istiyorum!!
- Ama çıkamazsın!! (duygu yansıtmasını kelime yansıtması olarak anlamış anne)
- Üveaaaaa!!!!!
- Böyle yaparsan hiç çıkamazsın bak söyleyeyim.
- Annecim, dışarı çıkabilir miyim lütfen?
- Hayır biz olmadan çıkamazsın, dışarıda kötü niyetli insanlar olabilir (dışarısı manyak kaynıyor, seni kaçırıp organlarını çalabilirler'in kibarcası).
- Güzelce sordum ama.
- Tamam o zaman güzelce söylüyorum: bahçeye çıkabilirsin. (hop döndük mü başa, bozuk plak gibi çal dur artık, tabii her çalışta sesi daha da artıyor ve en sonunda karşılıklı olarak şöyle bir şeyler duyuluyor:)
- Ğyayajagşasdjkfaşsldfaeraesfzc va va vaaaa!!!!!!!!!!!!!!
(ve olay annenin klasik son sözü ile sona eriyor, en azından annenin tarafında)
- Çıkılmayacak dediysem çıkılmayacak. Nokta. 

1 yaşındayken daha kolay, çünkü henüz hala etrafta ilgilerini çekebilecek çok fazla şey var; ota b.ka şaşırıp duruyorlar zaten. Ama 2 yaşına geldiklerinde giderek zorlaşıyor, çünkü hem hafızaları gelişiyor, hem de etraftaki çoğu şeye hakim oldukları için ilgilerini dağıtmak güç oluyor. 3'te biraz çözülüyor çünkü artık biz onları muhtaç bebeler olarak görmekten vazgeçiyoruz. Geçemediğimizde, onları koruma adı altında sürekli bir şeyleri kısıtladığımızda, vakti geldiği zaman artık onlar bizden vazgeçiyorlar. Ergenlikle birlikte yetişkin bedenine geçtikleri zaman rövanş* maçıyla sahalara çıkıyorlar (*rövanş, Fransızca "revenge"dan geliyor, a.k.a. intikam!!!) Eğer o zamana kadar birey olduklarını kabullenememişsek, işte o zaman bizim için gerçekten 'korkunç' günler başlıyor. Yani baktığımız açıya göre yaşam bize hep korkunç. 


Korku toplumu

Tabii çocuklara da korkunç, hatta onlara daha korkunç. İktidarla sürekli bir çatışma içerisindeler, önce anne-baba, sonra öğretmen, müdür, sonra patron, derken yaşam hakkınız olan şeyleri korumaya kalktığınızda polis, devlet... Hayat boyu bir mücadele. Ve iktidarın söylemi hep aynı: "Her şey sizin güvenliğiniz için!"

Güvenliği sağlamak için savaşlar yapılıyor, darbe yapılıyor, güvenliği sağlamak için su sıkılıyor, gaz bombları atılıyor, insanlar-gencecik insanlar öldürülüyor, güvenliği sağlamak için okullarda öğretmenler tenefüslerde bile nöbet tutuyor, güvenliği sağlamak için çocukların dışarıda özgürce oynamasına izin verilmiyor.

Elbette anne-babaların niyetleri daha 'masum', sonuçta dışarısı tehlikeli, tanımadığımız insanlar var, çocuklarımızı kaçırabilir, onlara korkunç şeyler yapabilirler, sokaklar artık güvenli değil... Ve fakat bu masum görünen gerekçenin altında yatan "ben sana güveniyorum ama çevreye (Türkiye'de artık "polise" diye değiştirilebilir) güvenmiyorum" mesajı farklı iktidar biçimleri tarafından farklı şekillerde kullanılabilir. Mesela, ben halkıma güveniyorum ama bu ayyaş-çapulculara güvenmiyorum, o yüzden onları böcek gibi öldürüyorum. Bir diğer versiyonu da islamofobi. Ama hepsinin sonucunda ortaya çıkan şey aynı: korku toplumu.

Oluşturulan korku toplumlarının pek çok nedeni var elbette. Ancak sonuçlarına bakacak olursak, hayatın, çocuklar için ne kadar zor bir hale geldiğini görmemiz hiç de zor olmaz. Çocuklar artık çok yalnız büyüyorlar, bir evin içerisinde çoğu zaman yalnızca bir anne ve bir baba ile geçiyor ömürleri. Başka çocuklarla bir arada olduklarında nasıl oynayacaklarını bilmiyorlar. Başlangıçta güzel gitse de bir noktada mutlaka kriz çıkıyor ve biz büyükler hemen tepelerinde bitip kriz yönetimi yapmaya başlıyoruz. Yönetim de "aman çocum, bak paylaş, aaa arkadaşa vurulur mu hiç, ne kadar ayıp!" gibi klişe lafların ötesine geçemiyor. Peki bizim çocuklara yaptığımız ayıp değil mi? Çocukları yalnızlaştır, bakıcı olarak iPad/iPhone kullan, sosyalleşmesi için fırsat sunma, sonra bir de gidip çocuğa çemkir. Veya, özgüveni yüksek yetiştireceğim diye her istediğini yap, tepene çıkar, sonra o sana çemkirsin.


Büyük şehir, küçük hayatlar

Evrimbilimci psikolog Peter Gray "The Play Deficit" makalesinde sosyal oyun fırsatı verilmeyen çocukların giderek daha narsistik olduğundan, empati yeteneklerinin zayıfladığından ve gelinen noktada çocuklarda görülen zihinsel hastalıkların ve intihar oranlarının giderek artmakta olduğundan bahsediyor. 15 yaşın altındaki çocuklarda görülen intihar vakası sayısı, 1950'li yıllarda görülen sayının 3 katına çımış. Yani, şimdiki çocuklar artık hem yalnız, hem korkunç, hem hasta, hem de çaresiz. Tabii bizler de.

İki çocuğumu da normal doğurdum, ilaçsız vajinal doğum. İlk doğumdan sonra bir süre bulutların üzerinde uçtum, kendimi 10 kaplan gücünde hissediyordum. Artık bunu başardım ya, başaramayacağım hiçbir şey yok şu hayatta diye düşünüyordum. Ama YavruSu ile evde 1 hafta geçirdikten sonra o bulutların üzerinden tepetaklak aşağı düştüm ve nasıl doğum yaptığımın hiçbir önemi kalmadı. Uzun bir düşüştü bu, uzun süre kendime gelemedim. Önce etrafımdaki çocuklu ailelere kızdım. Biliyordum zorlukları olacağını ama bu kadar zor olacağını tahmin bile edemezdim. Neden kimse bana böyle olacağını söylemedi diye epey öfkelendim. Derler ya bir çocuk yetiştirmek için bir köy gerekir diye. İşte artık maalesef ne bir köy var bizim etrafımızda, ne de biz böyle bir köyde yetişmişiz ki etrafımızdaki çocukların bakımına dahil olmuş olup deneyim kazanmış olalım. Neyse ki, ikinci doğumda biraz daha tecrübeliydim, düşüş apartman yüksekliği ile sınırlı kaldı :)

Peki nedir çaresi? Nasıl olacak, nasıl sosyalleşecek bu çocuklar ve biz ebeveynler?

Eskiden okullar yarım gündü, bizim hayatımızda çok önemli bir yer tutmazdı. Şimdi artık çocukların tam gün (sabah 8-akşam 5, hatta bazı yerlerde 7-6) gönderildiği kreşler, okullar var. Ancak Gray'e göre okullar da çare olamıyor bu 'korkunç' soruna. Çünkü, okullar demokratik olmaktan çok otoriter olduğu ve dayanışmadan çok rekabeti desteklediği için bu özellikler (yani sosyalleşme, empati yeteneği, vb.) okullarda geliştirilemiyor. "Okul yalnızca, birisinin sizden yapmanızı istediği bir şeyi yapmayı öğrenmek için iyi bir yerdir, çocukları hayata hazırlamak için değil" diyor ve ekliyor:
"Oyun oynamak, öğrenmektir. Oyunda çocuklar, hayatın en önemli derslerini öğrenirler, okullarda öğretilemeyen derslerini. Bu dersleri iyi öğrenmek için, çocukların çok fazla oyuna ihtiyacı vardır -- çok ve çok daha fazlasına, yetişkinlerin müdahelesi olmadan."
fotoğraf: http://blog.xoafrica.com/culture/the-bushmen-contemporary-art/

Tabii, Gray'in bahsettiği daha çok sosyal oyun, karışık yaş gruplarıyla birlikte ebeveynlerin olmadığı bir ortamda, güdümlü aktiviteler yapmak değil, özgürce oyun oynamak (yani i-Pad oyunları saylanmıyor :P). Çocuklar anne-babalarıyla oynarken daha mızmız/oyunbozan olabiliyorlar ama arkadaşlarıyla oynarken böyle yapmıyorlarmış. E tabii, biliyorlar ki anne-baba ne yaparlarsa yapsınlar onların yanında olacak, fakat arkadaşları bir dahaki sefere onunla oynamaktan imtina edecekler. Yine Gray'e göre:
"Oyunun sosyal becerileri geliştirmek için bu kadar güçlü bir araç olmasının nedeni, gönüllü olmasıdır. Oyuncular istedikleri zaman oyundan çıkabilir ve eğer mutsuzlarsa oyundan çıkarlar. Her oyuncu bunu bilir ve eğer oyunun devam etmesini istiyorsa, kendi istekleri ve ihtiyaçları kadar diğer oyuncularının istek ve ihtiyaçlarını da karşılamalıdır ki oyuncular oyunu bırakmasın. Sosyal oyun çok fazla pazarlık yapmayı ve taviz vermeyi içerir. Eğer patronluk taslayan birisi tüm kuralları belirliyor ve diğer oyunculara ne yapacaklarını söylüyorsa, arkadaşları onunla oynamak istemeyecektir ve oyundan çıkıp başka bir yerde kendi oyunlarını kuracaklardır. Bu bir dahaki sefere oyun kurarken daha fazla dikkat edilmesi için önemli bir deneyimdir. Arkadaşları için de; eğer patronluk taslayan kişinin hoşlandıkları özellikleri varsa, onunla oynamadan önce isteklerini daha net ortaya koymaları gerektiğini öğretir. Sosyal oyundan zevk almak için otoriter değil ama iddialı olmak gerekir ve bu sosyal hayatın tümü için geçerlidir. Oyun oynayan çocukları izlerseniz çok fazla müzakere yaptıklarını ve uzlaşmak için çok fazla taviz verdiklerini görürsünüz. Oyunu nasıl oynayacakları üzerine konuşarak geçirdikleri zaman, gerçek oyundan çok daha fazla zaman alır. 
Sosyal oyunun altın kuralı 'Başkalarının sana davranılmasını istediğin gibi davran' değildir. Daha çok, biraz daha zor olan: 'Başkalarına, onların kendilerine davranılmasını istediği gibi davran'. Bunu yapmak için diğer insanların beynine girip onların bakış açısından bakabilmeniz gerekir. Çocuklar sosyal oyunda her zaman bunu yaparlar. Oyundaki eşitlik, aynı olanların eşitliğinden gelmez. Daha çok, bireysel farklılıklara saygı duymaktan ve herkesin istek ve ihtiyaçlarını aynı derecede önemli olarak görmekten gelir. Thomas Jefferson'ın tüm insanların eşit olarak yaratıldığı lafının en iyi yorumlaması budur. Hepimiz aynı şekilde güçlü, aynı şekilde zeki ve sağlıklı değiliz ama hepimiz aynı şekilde saygıya ve ihtiyaçlarımızın karşılanmasına değeriz."
Antropologlar, avcı-toplayıcı topluluklarda yaptıkları incelemelerde baskıcı ve ezici (bullying) davranışların bulunmadığını gözlemlemişler. Başkanları ve/veya otoriter ve hiyerarşik bir yapıları yokmuş. Topluluğu etkileyen olaylarda uzun süren tartışmalar sonucu birlikte karar veriyor ve var olmak için her şeylerini paylaşıyor ve birlikte çalışıyorlarmış. Bunu yapabilmelerinin önemli bir nedeni, Gray'e göre, çocukken olağanüstü miktarda sosyal oyun oynamalarının altında yatıyor.
"Sosyal oyun, aynı zamanda sinir ve korkuları yönetmeyi de öğretir. Okulda ya da büyüklerin olduğu diğer yerlerde, genellikle büyükler, çocuklar adına karar verir ve onların problemlerini çözerler. Ama oyunda çocuklar kendi kararlarını kendileri verir ve kendilerine ait olan problemleri çözerler. Büyüklerin yönlendirdiği ortamlarda, çocuklar zayıf ve savunamasızdır. Oyunda, güçlü ve muktedirdirler. Oyun, çocukların yetişkin olmak için pratik yaptıkları bir dünyadır. Oyunu çocuksu olarak düşünürüz ama çocuğa göre oyun, yetişkin gibi olma deneyimidir: kendini kontrol etme ve sorumluluk alma. Oyunu engellediğimiz zaman, hayatları boyunca bağımlı ve kurban gibi davranan, onlara ne yapmalarını söyleyecek ve problemlerini çözecek bir otorite arayışı içerisinde insanlar yaratırız. Bu sağlıklı bir yaşam biçimi değildir."
Peter Gray makalesinde, avcı ve toplayıcı toplumlarda çocukların nasıl oynadığını, serbest bırakıldıkları zaman yaptıklarının yetişkin hayata kendilerini hazırlamak olduğunu, erkek çocukların iz sürme ve avlanma, kızların ve erkeklerin yenilebilir kökler arama, ağaca tırmanma, yemek pişirme, baraka yapma ve kültürleri içerisinde önemli görülen yeraltı sığınağı, kano gibi artefact'ler yapma oyunları oynadıklarını anlatıyor. -Miş gibi yapılan oyunlar incelendiğinde çocuklar hep kendilerini büyüklerin yerine koymak istiyorlar(mış).

Bizimki de kardeşi olmadan önce ve olduktan sonra uzunca bir dönem anne-abla-kardeş-miş gibi yaptığı oyunlar oynamak istedi, öyle ki bir ara sürekli küçük kardeşmiş gibi yapmaktan yürümeyi ve konuşmayı unutacaktım :) Burada bir öğretim üyesi arkadaşımız bahsetti, bir ara sürekli konferanslara gidince, kızı arkadaşıyla konferansa gitme oyunları oynamaya başlamış. Evet, şimdiki yetişkin hayatları da farklı. Çocuklar da bunlardan etkilenip kendilerini böyle bir hayata hazırlıyorlar. O yüzden biz ne kadar dediğimi yap diye dövünürsek dövünelim, onlar ısrarla bizim dediğimizi değil, yaptığımızı yapacaklar.

Giderek küçülen, eve ve hatta bilgisayarlara/ekranlara hapsolan hayatlarımız var artık. Çok şey öğreniyoruz, başka hayatlara tanıklık ediyoruz, o ayrı. Kimin ne yediğini, saat kaçta nerede kimlerle buluştuğu bilgisi anında karşımızda. Ancak, sadece ekrandan bize gösterilen kadarını görüyoruz, görmediğimiz, bilmediğimiz bir çok şey var. Hergün karşılaşmalar yaşıyoruz, kişisel sandığımız bir sürü sorunla uğraşıyoruz. Oysa bilmiyoruz ki bunlar çoğunlukla hepimizin sorunu, bizim oluşturduğumuz hayatın/toplumun/sistemin/dünyanın sorunları.


Çıkış

Neyse ki alternatif yapılar da var. Son günlerde çok mutlu olduğum bir haber, Başka Bir Okul Mümkün derneğinin kurduğu Mutlu Keçi okulunun açılmış olması. Ya da Gray'in makalesinde bahsettiği Sudbery Valley School'un 40 küsur yıldır faaliyetini sürdürebildiği. Okul --demeye bin şahit, zaten sınıf diye bir şey de yok, daha çok arkadaşlarınızla kaldığınız büyük bir ev gibi-- 4-19 yaş arası çocuklardan oluşuyor ve çocuklar bütün gün özgürler, okulun kurallarına uydukları sürece ne yapmak isterlerse, ne kadar sürede yapmak isterlerse (burada çocuğun bir şey öğrenmek için kendi zamanında yapması gerektiğinin ne kadar önemli olduğundan bahsediyorlar, zil sesi olmadan istedikleri kadar yoğunlaşabiliyorlarmış çocuklar) yapabilirler. Okulun kurallarının da eğitim-öğretim ile hiçbir ilgisi yok; kurallar yalnızca barışı ve düzeni korumakla ilgili.

Sudbury Valley School

Şu anda, bizim yaşadığımız yerlerde böyle okullar yok maalesef. E sokaklarda da çocuk yok. "Hadi gelin köyümüze geri dönelim", ya da "neydi o eski günler, biz çocukken geceyarılarına kadar sokaktaydık" geyiklerine girmeye de hiç gerek yok. Ama umutsuzluğa düşmek de yok, hala yapılabilecek şeyler var.

Bir öneri geniş aile. Yani çocuk bakımına aile büyüklerini de dahil etmek. Ve fakat, Idle Parent (Aylak Ebeveyn) kitabının yazarı diyor ki, artık anneanne-babaanne ve dedeler, miraslarını gemi seyahatlerinde harcamakla meşguller, o yüzden çocuklarla uğraşacak zamanları yok :) En mantıklısı, çocuklu arkadaşlarınızı evinize davet etmek. Şimdi artık sadece doğumgünlerinde yaptığımız bir şey. Gerçi o da değişti. Eskiden doğumgünü partilerini çok severdim, bol arkadaş ve pasta/börek olurdu. Büyükler kendi aralarında takılırken biz çocuklar istediğimiz gibi oynardık. Ama maalesef artık doğumgünleri de profesyonelleşti, villalara taşınıp güdümlü aktivitelerle doldu. Sürekli olarak çocuklarımızı eğlendirme peşindeyiz. Daha da kötüsü vaktimizi veremediğimiz zaman, paramızla, birkaç kez bakıp bir kenara attıkları oyuncaklar alarak onları eğlendirmeye çalışıyoruz. Çocukların, diğer çocuklarla özgürce oynayabileceği alanlar giderek daraldı. Ev ortamı kalabalıktı, sıcaktı; sokaklar heyecan vericiydi, çocuk doluydu. Yine olabilir, yapılabilir bir şey aslında.

Hodgkinson da diyor, evinize bol bol insan davet edin, siz bir köşede içkilerinizi yudumlayıp sohbet ederken [ya da ülkeyi kurtarırken, birlikte müzik yaparken, örgü örerken, bir kareografi üzerine çalışırken, masa oyunları oynarken, dans ederken, oyun geliştirirken ve artık arkadaşlarınızla birlikte yapmaktan hoşlandığınız ne varsa gerisini siz doldurun] çocuklarınız sizi özgür bırakacaklardır [tabii asıl amaç çocukları özgür bırakmak, çaktırmayın]. Bir de diyor ki evinizin dağınık olmasından utanmayın, tam tersine derli-toplu bir eve arkadaş davet etmek kabalıktır. Sizin evinizi gördükleri zaman, "aman yareppi eve bak! Oh, bizimki bu kadar değil neyse ki :)))" diye sevinsinler; sonra onlar da sizi davet edecektir ve bu şekilde hayat herkese güzel olacaktır.


Çıktıktan sonra

Çocuklarımız bizim değil ve bir gün gelecek bizimle aynı evde yaşamak istemeyecekler. Bizimki şimdiden sinirlendiğinde başka bir eve gitmekle tehdit ediyor bizi; uyanık ya, yemeklerimi de siz yapıp getirirsiniz diyor. Havayla beslendiği için sorun olmaz diye düşünüyorum ama biliyorum ki günü kurtarmaya yönelik politikalar, yalnızca günü kurtarmaya yarıyor. O yüzden uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Onları uğurlarken yanlarında ne götürmelerini isterim? Bir hobisi olsun, sokaklarda güvenliğini sağlaması için ayikido öğrensin gibi şeyler değil bahsettiğim. "Tek isteğim mutlu olsun" geyiğine de girmek istemiyorum. Mutlulukla kafayı bozmuş, kendisi mutsuz bir nesilin ortaya attığı bu mottoya hiç mi hiç inanmıyorum. Hem mutluluk ne demek? Size göre mutluluk, belki ona işkence gelecek ya da onun mutlu olduğu şeyler sizin hayatınızı korkunç hale getirecek... Geyik haline getirilen mutluluğun resmini de, evet Abidin Dino yapamamış ama Nazım Hikmet'e cevaben yazdığı derin ve dokunaklı şiirden, bu soyut kavramı çok daha yüce şeylerle bağdaştırdığı, bizim gibi lay-lay-lom bir kavram olarak görmediği çok açık.

Neyse, konumuza dönecek olursak, bu evden çıktıktan sonra, onlardan beklediğim bir şey yok aslında. Ha evdeyken, beyniminizin içerisine girip bize davranılmasını istediğimiz gibi davransınlar, annelerin-babaların --her ne kadar hizmetçi gibi gözükseler de-- birer birey oldukları, kendi isteklerinin/hayallerinin peşinden koşabilecekleri gerçeğine saygı duysunlar [e hayatta her şey karşılıklı olduğu için biz de onlara böyle davranalım tabii]. Çıktıktan sonra da başlarının dikine gidip kendi isteklerinin/hayallerinin peşinden koşmaya, 'korkunç' çocuklar olmaya devam etsinler yeter.

Son olarak Hayyam'ın dediği gibi:
"Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz."
O yüzden sahnede olduğumuz bu kısa süre (kozmik takvim, 1 yıla yansıtıldığında, en uzun insan ömrü saniyenin yalnızca dörtte biri kadar sürüyormuş) içerisinde kendimize, birbirimize iyi bakalım, arada çevrim-dışından da bakalım ve yaşama, her türlü yaşama, ille de yaşama sahip çıkalım istiyorum.. işte bu kadarcık :)

February 5, 2013

Çıplaklığın faydaları

Ertesi gün merak ettim, hemen araştırdım nedir bu çıplaklığın psikolojisi; bu çocuklar neden bu kıyafetleri çıkarınca, bir anda ruhsal dönüşüm geçirip inanılmaz aktif ve neşeli oluyorlar? Biz neden çıplaklığa karşı aşırı hassasiyet gösteriyoruz? Bu dünyaya çıplak gelmedik mi? Herkesin gözü olduğu gibi g.tü de yok mu?

Özellikle Amerika'da daha bir kabul edilemez bu çıplaklık hadisesi. Kuzu Mi, 1,5 yaşındayken havuza götürmüştüm ve sadece bikini altı giydirmiştim. Arkadaşım çok şaşırdı, mayosu yok mu, neden mayo giydirmiyorsun diye bir sürü soru sordu. İşin bir cinsiyet boyutu var, evet. O yaşta bir çocuğun kız mı erkek mi olduğu anlaşılmasa bile --hoş anlaşılsa da ne farkedecekse-- biz yine de yaftalamaktan geri durmayalım. Bilse mimi'nin Türkiye'de 3 yaşına kadar çıplak denize girdiğini, benimle bir daha görüşmezdi herhalde.

Pedofiliden çok korkuyorlar burada. Oysa yapılan araştırmalar göstermiş ki çıplak yaşayan etnik gruplarda ve de sosyal nudistler arasında çıplaklık hiçbir zaman seksle özdeşleştirilmiyormuş. Bu grupların ve toplulukların, 'giyinik' olanlara göre çok daha yüksek ahlaki değerleri varmış.

Kıyafetlerin yararlı olduğu durumlar da var elbette. Özellikle soğuk havalarda çıplak gezdiğimi düşenemiyorum. Hoş, Rusya'da çocukları mayoyla karda oynatıyorlarmış dirençleri artsın diye. Ama bizim yazın kullandığımız mayoların kafalarımızdaki sapıklıkları örtmekten başka bir işe yaradığı yok. Zaten, güneşten sakınmanız gereken bir yerimiz varsa bunlar yüzümüz ve ellerimiz olmalıymış, mayonun örttüğü yerler değil. Çünkü yüz ve el derisi güneşe karşı çok daha hassasmış.

Bakın çıplaklığın diğer yararları nelermiş:
  • Hareket özgürlüğü sağlar.
  • İnsan bedenini olduğu gibi kabul etmemizi sağlar.
  • Çıplak olarak güneşlenme D vitamini emilimini daha efektif hale getirir.
  • Stresi azaltır.
  • Kan basıncını, kolesterolü ve kan şekerini düşürür. 
  • İç organların kansere yakalanma riskini azaltır. 
  • Deri hastalıklarına iyi gelir. 
Ve şu anda çeviremeyeceğim başka pek çok yararından bahsediyor şu makalede: http://pastordavidrn.homestead.com/files/VirtuesNakedness-Manning.pdf 

Kısaca benim anladığım, vücudumuz nefes alıyor çıplak olunca. Hani okulda öğrenmiştik ya derimiz de solunum organı diye, işte derimizle de nefes aldığımız zaman daha sağlıklı oluyoruz anlaşılan. Ağzınızı burnunuzu sürekli atkıyla bağladığınızı düşünün, sanırım kıyafet giyerek vücudumuza yaptığımız da buna benzer.

Bir de cidden kıyafetler, hareket özgürlüğümüzü kısıtlıyor. Örneğin bebeklerde eline dokunduğunuzda parmaklarıyla kavrama refleksi vardır ya, aynı refleks ayaklarda da varmış. Bizimki şu aralar her şeye ulaşıp tutmaya çalışıyor ve gerçekten hem el, hem de ayak parmaklarıyla yakalıyor; o bir maymun :)

Ruhsal olarak da aradaki bağı artırdığına gerçekten çok inanıyorum. Doğumdan hemen sonra ikisinde de üzerime koymuşlardı benden doğdukları şekilde, hormonların da katkısıyla tam bir ekstazi hali yaşamıştım. Bir de doğumun ertesi günü hemşire gelip "şimdi skin-to-skin (ten-tene) zamanı" deyip üstümü çıkarmamı rica etmiş, bebişi bir çırpıda soyup üzerime koyuvermişti. Okuduğum bir kitapta çocuğunu sürekli çıplak olarak taşıyan bir anne bunun güzelliğini daha da güzel açıklamış:
"Sevdiğiniz bir insanın elini tuttuğunuzu düşünün ve sonra ikinizin de eldiven giyerek el ele tutuştuğunuzu düşünün. İşte aradaki fark bu."
Gerçekten çok farklı bir duygu. Üşür diye düşünmeyin. Uyanıkken soyunulduğunda zaten inanılmaz bir enerji geliyor ve normalden en az iki kat daha hızlı hareket ediliyor, kollar ayaklar hiç durmuyor hatta hızını alamayan bazılarımız yatakta cıscıbıldak zıplamaya başlıyor. Gece uyurken de ne yapıp edip kendilerini ısıtacak bir yol buluyorlar. Bizim ufaklık, henüz 1 aylıkken bile ne kadar uzağıma koyarsam koyayım, bir şekilde dibimde bitiyordu, uyandığımda hep onu vücuduma yapışık buluyordum. Meğer bu veletlerin doğuştan ısıya duyarlı hareket yetenekleri varmış. Anne memesini de, meme ucunun yaydığı extra sıcaklık sayesinde bulabiliyorlarmış, hem de doğar doğmaz. Bakınız: The Breast Crawl.



Hatta birlikte uyuyorsanız, giydirdiğinizde fazlaca ısınıp ateşi bile çıkabilir ki yine bizim başımıza gelmişti. Hastanedeyken doğumun ertesi günü bizim ufaklığın ateşi çıkmıştı. Hemşireler önce telaşlandı, baktılar ettiler ve sonunda anladılar ki kıyafetli bir şekilde yanımda yattığı için fazla ısınmış. Soyarak yanıma verdiklerinde normale döndü.

Büyük çocuklar zaten kendilerini kurtarabiliyor. Bir gece mimi'yi ayaklarını pijamamdan içeri sokmaya çalışırken yakaladım. Çorap giyseydin dedim, "gerek yok, ben senin vücudundan besleniyorum" dedi. Çok da dürüst bir kişilik kendisi :)

Kısacası artık daha rahatım çıplaklık konusunda. Arada bir soyup başucuma koyuyorum kızları. Öyle mutlu oluyorlar ki, anlatılmaz, izlenir, hatta soyunup aralarına ilişilir :) Birbirleriyle ilişkileri de çok daha güzel oluyor. Henüz utanmak nedir bilmiyorlar ve umarım hiç öğrenmezler. Çünkü çıplaklıkla gelen özgürlük çok güzel. İnsanın yalnızca dışı değil, içi de açılıyor soyununca ve yalnızca fiziki değil, ruhsal yakınlık da doğuyor açılınca. Biraz daha yazarsam ulaştırma bakanımız bizi sınırdan içeri almayacak ama herkese tavsiye ediyorum --bedeninizin nefes alması için, sevdiklerinize daha da yakınlaşmak için en azından bir kez deneyin. Açıkçası, ben çoğu zaman üşeniyorum ama kuzu Mi öyle çok seviyor ki sayesinde her gün olmasa da bazı günler yatakta ten-tene bir miktar vakit geçirme şansı buluyoruz ve her seferinde çok çok mutlu oluyoruz.

Merak edenlere not: Hayır, bu yazıyı çıplak yazmadım; bilgisayarla değil, sevdiklerinizle birlikte öneriliyor bu ten-tene :P

December 29, 2012

Tuvalet İletişimi

"Ben buraya çıplak geldim, utanmam yok."

Evet bebekler, bu dünyaya çıplak geliyorlar. Ama biz ne yapıyoruz? Doğar doğmaz ilk iş altlarına bir bez takıyoruz. Oysa bebekler, diğer hayvanların yavruları gibi kendilerini kirletmeme içgüdüsüyle dünyaya geliyorlarmış (http://www.bornpottytrained.com/). Ama bizim görmezden gelmemiz yüzünden, bir süre sonra çaresizce bezlerine yapmaya alışıyorlarmış. Sağolsun bez firmaları, buna bağlı diğer endüstriler ve tüm kullan-at'çılar!!!

Neyse ki, T. bizim ufaklık bir aylıkken farketti, altını kirletmekten hoşlanmıyor "bu kızan!" dedi. Hakikaten kızıyordu. Ama ben, olur mu canım öyle şey, o daha bebek, ne anlar dedim. Parmağımla herhangi bir yerine ufacık dokunduğumda sıçrayarak tepki veren çocuğun, nedense (?), altındaki yapışkan dışkıyı farkedemeyeceğini düşündüm. Ancak sonradan farkettim ki, aslında altını kirlettikten sonra değil, tuvaletini yapmadan önce rahatsızlık duyuyordu. Ormanda gezintiye çıktığımız bir gün, bebiş çok huysuzlanınca, T. altını kirletmiş olabilir dedi, altını değiştirmek üzere tuvalete götürdüğümde çok şaşırdım. Çünkü, sanki kaçırmış gibi azıcık yapmıştı ve altını açar açmaz hem çişini hem kakasını yapıp rahatladı. Anladım ki tuvaletini gerçekten de bezine yapmak istemiyordu.

Neyse, araştırdım ve tuvalet iletişimi denen yöntemle tanıştım. Ve bunun yeni bir şey olmadığını, çok eskiden beri uygulandığını, hala da pek çok ülkede yaygın bir şekilde kullanıldığını öğrendim. E tabii, hazır beze para, kumaş beze de su ayıramayan pek çok ülke/insan var bu dünyada.


Diğer tarafta da, bizim gibi tuzu kurular var.. bebeğimin altı kuru, keyfi yerinde olsun, başka bir şey istemem diyen, yalnızca çocuklarının mutluluğuyla kafayı bozmuş, kendisi mutsuz, doyumsuz bir nesil.

Evet, iki aylık bebenizin çişini ve kakasını tuvalete yapması gerçekten heyecan verici bir durum ama bir süre sonra zaten doğal olanın bu olduğunu anladığınızda, başka şeyleri sorgulamaya başlayıp kızıyorsunuz. Ben şu ara kızma dönemindeyim, düşündükçe kızıyorum, en başta da bizi, diğer türlüsü normalmiş gibi düşünmeye şartlayan sisteme kızıyorum.

Annelerimizin, anneannelerimizin yüzyıllardır uyguladığı gayet doğal olan bu olaya, "tuvalet iletişimi" diyorlar şimdi yeni moda terimlerle; "elimination communication" İngilizcesi. Geleneksel tuvalet eğitimi ile karıştırmamak gerekiyor yalnız. Nasıl acıktığında, uykusu geldiğinde, gazı olduğunda belli sesler çıkartıyor, tuvalet ihtiyacını da benzer şekilde ifade ediyormuş bebekler. Ve nasıl ki siz acıktığında emziriyor, gazı olduğunda çıkarmasına yardımcı oluyorsunuz, tuvalet ihtiyacı olduğunda da tuvalete götürüyorsunuz, ihtiyaçlarına cevap veriyorsunuz ve iki taraflı iletişimi kurmuş oluyorsunuz. Bu kadar basit.

İnternette pek çok kaynak var konuyla ilgili, Türkçe'ye çevrilmiş bir de kitap, Özgüranne yazmıştı yıllar önce, oradan aklımda kalmıştı kitap, aldım okudum: Bezsiz Bebek, Christine Gross-Loh tarafından yazılmış. İngilizce olarak da DiaperFreeBaby sitesi zengin bir kaynak oluşturuyor.

YouTube'da da nasıl tutacağınıza dair videolar var. Ben şuradaki gibi tutuyorum ve bizim bebiş aynen oradaki bebek gibi sesler çıkarıp esnedikten sonra yapıyor artık o anda ne varsa, çiş, kaka, vs. Bu şekilde gazını da çok rahat çıkarıyor emdikten sonra. Tuvaleti olmasa bile bazen böyle tuttuğumda gazını çıkartıp rahatlıyor.

Şimdi meraklısına ben nasıl yapıyorum, kısaca anlatmaya çalışayım...

Zamanlama
Bebiş uykudan her zaman kuru kalkıyor, evet, 7-8 saatlik uykularından bile kuru kalkıyor. Önce çok şaşırmıştım, sonra öğrendim ki bu gayet normal bir durummuş, uyku sırasında kendimizi kirletmememiz için bir hormon salgılanıyormuş. Sadece uykuda değil, bebekler araba koltuğunda ya da slingde de tuvaletlerini yapmıyormuş.

İlk olarak uyanınca götürüyorum ve hemen her seferinde çişini yapıyor. Eğer hemen yapmazsa, 1-2 dakika değiştirme pedinin üzerinden bekletiyorum, biraz geriniyor, açılıyor ve sonrasında mutlaka yapıyor.

Sonra emziriyorum, emzirme arasında, kendisi memeyi çıkartıp yüzüme boş boş bakmaya başladığında tekrar tuvalete götürüyorum. Genellikle, gece uykusundan sonraki ikinci emzirme arasında kakasını yapıyor ve tekrar biraz daha emiyor. Emme işi bittikten sonra arada çişini yapmamışsa bir daha götürüyorum ve bu sefer de çişini yapıyor. Kolaylık olsun diye, uyandıktan sonra altına bir şey giydirmiyorum, emzirirken battaniyeyle sarıyorum, böylece tuvalate götürmek daha kolay oluyor. Son olarak da uyumadan önce götürüyorum.

Tuvalet Sinyalleri
Uzun süre uyanıksa ve çişi gelmişse, gülerken, ya da sakince dururken bir anda huysuzlanmaya başlayıp ay ay diye tiz çığlıklar atıyor. Kaka için emmeye ara verip direkt olarak gözlerimin içine bakıyor, boş bir ifadeyle.

Okuduğum kitapta her bebeğin farklı sinyaller verdiğini söylüyor ve bu sinyalleri çözmek için en iyi yöntemin, bezsiz, belli bir zaman geçirmesi ve bu zamanda sizin onu gözlemeniz olduğunu söylüyor. Benim bu sinyalleri ve tuvalet ihtiyacı zamanlarını öğrenmem iki haftamı aldı. Başta biraz fazla ilgi göstermeniz gerekiyor ama bir kez öğrendikten sonra çok rahat oluyor. Harcadığınız vakit ve enerji, popoya yapışan kakaları temizlemek için harcadığınızdan kesinlikle daha az; ama en güzeli, tuvaletini yaptıktan sonra rahatlayan bebişinizin size gülerek bakması oluyor.

Diaper Free Baby'nin kurucularından Melinda Rothstein'ın söylediğine göre sinyaller yaşa göre değişiyormuş ama bazı ortak sinyaller şunlarmış:
  • kıpırdanma ya da huysuzlanma
  • ağlama
  • gaz çıkartma
  • uzun süre huzurlu bir şekilde durduktan sonra bir anda gerginleşme
  • homurdanma
  • kolları bacakları sallama
  • araba koltuğuna, slinge ya da çocuk arabasına oturmayı reddetme
  • 8-9 aydan sonra işaret dili ile tuvalet işaretini yapma (uluslararası işaret diline göre tuvalet işareti bizim ülkemize hiç uygun değil söyleyeyim (resmen nah işareti ile bay bay yapıyorlar). Türkiyelilerin nasıl yaptığını bilmiyorum ama ben sadece elimi yumruk yapıp sağa sola sallıyorum, bunu yaparken de tuvalet diyorum)  
  • emeklemeye veya yürümeye başladıktan sonra tuvalete ya da oturağın yanına gitme. 

Bez / Alıştırma kilodu
Çevre için en sağlıklısı kumaş bez kullanmak şüphesiz. Ve fakat iki çocukla çok zor olur diye cesaret edememiştim ama artık kullandığımız bez sayısı epey azalınca,  kumaş beze geçmeye karar verdik. bumGenius diye markanın kumaş bezinden aldık denemek amaçlı (hem 2 senedir kumaş bez kullanan bir arkadaşım tavsiye etmişti, hem de Amazon'da en iyi yorum alan oydu). Ama şimdi o bile fazla gelmeye başladı. Aradım taradım, bu kadar küçük popolar için alıştırma kilodu bulmaya çalıştım --alıştırmaktan ziyade bezlerin bacaklarda bıraktığı izler yüzünden pek rahat olmadığını düşündüğüm için. Tabii ki, ana-akım alışveriş sitelerinde bulamadım ama en sonunda iki girişimci annenin açtığı alternatif bir sitede buldum: The EC Store. Yaşasın girişimci alternatif anneler!

Türkiye'deki kumaş bezler için Cincüce Banu çok güzel bir araştırma yapmış, bir de kumaş bez konusunda çok güzel şeyler yazmış, okumadıysanız buyurun sizi buraya alalım.

Lazımlık / Oturak / Adaptör
Lazımlık olayını oldum olası hiç sevmedim. Şu anda zaten bir yere oturacak durumu da yok, yukarıda bahsettiğim videodaki gibi direkt tuvalete tutuyoruz. Meraklısına söyleyeyim, hayır henüz hiç tuvalete düşürmedim (bir arkadaşım anlattığımda ilk olarak bunu sordu da :P). Kendi kendine oturmaya başladıktan sonra da BabyBjorn'un tuvalet adaptörü var, ablasının kullandığı, onu kullanabiliriz diyorum ama bir yandan da bu squat pozisyonu daha rahat olduğu için lazımlık lazım olabilir diye düşünüyorum, e ne de olsa lazım-lık :) Aynı markanın lazımlığı da vardı bizde, dışarısı için de Potette'in tuvalet adaptörü'nü kullandık epeyce. Çok reklama girdim, pardon! Ama cidden yıllardır severek kullandığımız ürünler oldu bunlar. Ve beze sürekli para vermekten daha iyi bir yatırım olabilir diye düşündüm. Tabii ki bunların hiçbiri şart değil, herhangi bir yoğurt kabı da aynı işi görebilir kanımca :)

*Bir de Becopotty varmış, Cincüce Banu yorumlara eklemiş, işi bitince toprağa gömülebiliyormuş, muhteşem :)

Eleştiriler
Kitapta, çişini ya da kakasını yaparken belli sesler kullanarak şartlayabilirsiniz diyor --çişşş, psssss, mmmm, vs. Pavlov'un köpeği durumu yaratmaktan kaçındığım için çok fazla kullanmıyorum, onun yerine çiş yaptığını söylüyorum yaptığı zaman. Bir de söyleyerek tuvalet işareti yapıyorum --kendi dönüştürdüğüm haliyle.

Kitapta bebeğinizi üzerinizde bir slingde taşımanın yardımcı olacağı söyleniyor ama 2,5 aylıkken 6 kilo olan bir bebeği taşımak pek de kolay değil. Benim gibi kronik sırt ağrısı çeken annelerdenseniz endişelenmeyin, sürekli taşımadan da oluyor. Hatta daha rahat oluyor, çünkü bebekler güvendikleri bir insanın kucağındayken rahatça tuvaletlerini yapabiliyorlar (sanırım onları kirli bırakmayacağınıza güveniyorlar) ama sizden uzaktayken tuvaletleri geldiğinde huysuzlanıp daha net işaret veriyorlar. Bir de yatarak tuvaletlerini yapmaları daha zor sanırım, bu yöntemle çömelme pozisyonunda rahatça yapabildikleri için bir seferde işlerini halledebiliyorlar. YavruSu'dan hatırlıyorum, günde 5-6 kez az az yapardı kakasını.

Bu yönteme yapılan eleştirilere gelince, en büyük eleştiri, Freud'u k.çıyla okuyanlardan geliyor. Evet zorlama olduğunda belki psikolojisi etkilenebilir ama esas zorlama kendisini kirletmeme içgüdüsü ile dünyaya gelen bebeğin altına bez bağlayıp kendini kirletmesine neden olduğunuzda ve 2 yaşına geldiğinde de bir anda bezi çıkartıp 2 yıldır alışmış olduğu düzeni değiştirmeye çalıştığınızda oluyor bence. Başta da söylemiştim, bu yöntem, geleneksel tuvalet eğitimine karşı. Herhangi bir zorlama yok, ne ödül, ne de ceza. Hatta, aferin bile yok. Zaten aferinlik bir durum da yok. Meme emdiğinde aferin diyor musunuz, ya da emmediğinde kızıyor musunuz? Buna da aynı şekilde bakmak gerekiyor, gayet doğal olan bir ihtiyacını karşılamasına yardım ediyorsunuz. Belki şekilli mıçarsa, ya da enteresan bir açıyla çişini yaparsa heyecanlanıp aferin yavruma diyebilirsiniz ama illa demek istiyorsanız kendinize deyin, çocuğunuzun ihtiyacına cevap verdiğiniz için, doğru bir şekilde iletişim kurduğunuz için. Aferin, 100.

Ama 100 almak için mükemmelliyetçi olup strese girmeye hiç gerek yok. Tam zamanlı uygulanabileceği gibi, yarı zamanlı, hatta arada sırada bile uygulanabileceğini söylüyor kitapta. Bir de başlamak için hiçbir zaman geç olmadığını. Hatta kitapta geç başlayanlar için farklı öneriler de var.

Son olarak, her şeyi olduğu gibi, bunu da abartmamak gerekiyor. Hayatlarının belli bir döneminde zaten tüm çocuklar tuvalete yapmayı öğreniyor. Ve hayatlarında, hayatlarımızda, genel olarak hayatta hep daha önemli şeyler oluyor. İletişim kanallarımızın herkese ve her şeye açık olması dileğiyle...

Kaynaklar: 
Güncelleme:

Tuvalet İletişimi Facebook Grubu: https://www.facebook.com/groups/tuvaletiletisimi/


----------------------------

Tuvalet İletişimi Kitabı artık tüm kitapçılarda ve online kitabevlerinde: 



November 11, 2012

Bebek Dili


YavruSu'da geç keşfetmiştim, bu sefer tam zamanında yetişti Priscilla Dunstan. Dunstan, özel duyma yeteneği olan bir müzisyen. Oğlu doğduğunda onun belli ihtiyaçları için belli sesler çıkardığını keşfetmiş. Sonra 8000 bebek üzerinde araştırma yapmış ve bebeklerin doğduğu kültürden bağımsız olarak aynı sesleri kullandığını keşfetmiş.

Abla Su, yine kardeşinin ağlamasından şikayet ettiği bir sırada oturttum ekranın karşısına birlikte Bebek Dili DVD'sini izledik. Bak dedim, belli seslerle belli şeyler anlatmaya çalışıyor kardeşin, hadi onları keşfedelim. İşe yaradı biraz. Şimdi "eeh eeh" diye ağladığında gazı var anne, gazını çıkaralım diyor, ya da "neh, anneee, ıngaa, ıngeee" diye ağladığında karnı acıkmış, emzir diyor :) Benim için de çok iyi oldu, ne zaman uyku ağlaması, ne zaman açlık ağlaması, gaz ağlaması kolayca anlıyorum. Hep beraber rahat ettik yani anlayacağınız. Yalnız, bu sesler refleksif olduğu için sadece ilk 3 ay işe yarıyormuş, sonra değişiyormuş.

DVD'si Amazon'da var. Ya da ikinci el çocuk eşyaları satan mağazalarda da bulabilirsiniz, ki biz böyle bir yerden almıştık. Eğer buralara ulaşımınız yoksa, YouTube'da da bir kısmı var. Fakat tavsiyem, indirmek istiyorsanız şu anda yapın çünkü sonra telif vs. nedenlerle kaldırabiliyorlar.

January 2, 2012

Soğuk insanı hasta eder mi?

Bizim gibi çok soğuk bir yerde yaşıyorsanız, her çıktığınızda kar, dolu vs. ile karşılaşıyorsanız başlangıçta bu olağan doğa olayları sizi heyecanlara gark etse de, bir süre sonra "a yeter ama" deyip dellenmenize sebep olabilir. Ama aslında soğuk, halk arasında "üşütme"olarak bilinen, amerikancası "cold" olan ve viral yollarla geçen nezle, grip gibi hastalıklara sebep olmuyormuş. Şu yazıda diyor ki "bilakis, soğukta insanlarla yakın temas içerisinde kapalı ortamda oturmak ve virüslerin kolayca yayılmasına sebep olan kuru havaya maruz kalmak esas bizi hasta edendir." O yüzden dışarı çıktığınızda burnunuz akıyorsa sevinin a dostlar. Çünkü virüsler nemli burunu pek sevmiyormuş. Burunun akması da bir nevi savunma mekanizmasıymış. Yalnızca ayakları sıcak tutmakta fayda varmış. Islak ayakla 20 dakika gezinmek direncinizi kırabiliyormuş. Boşuna dememişler yani "ayağını sıcak tut başını serin, bul kendine bir iş düşünme derin" diye. Ha bir de nem oranı önemliymiş, %35'in altına düştüğünde sıcaklık da 5 derecenin altındaysa bu virüs kardeşler güzelce yayılabiliyormuş. Bize yazın gelmemelerinin bir sebebi de D vitaminiymiş. D vitamini bizim bağışıklık sistemimizi güçlendiriyormuş. O da camlara tosladığında epey bir etkisini yitiriyor bildiğim kadarıyla. Yine en iyisi dışarı çıkmak yani.

Burada eyalet yasası gereği hava sıcaklığı 25 fahrenheit'ın, yani -3.8 santigratın altına düşmedikçe kreşlerde çocukların her gün dışarı çıkartılması zorunlu. O yüzden siz de ısrarla kreşinizden talep ediniz. Çünkü bakınız dışarıda oynamanın, kirlenmenin yararları neymiş:

1.  Toprakta doğal olarak bulunan bir çeşit bakteri ile temas etmek vücutta mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin salgısını artırıyormuş. (Lüks bir otele gidip çamur banyosu ve spa yapmak geçerli değil diyorlar :)

2. Yine dışarıda doğal olarak bulunan bu çeşitli bakterilere ve mikroplara maruz kalmak vücudun savunma sistemini güçlendiriyormuş. Ve hatta vücudun kendi hücrelerini tanımamasından kaynaklanan egzama, astım gibi hastalıklar için de iyiymiş kirlenmek. (Evde kirlenmenin, mesela dökerek yemek yemelerinin de yararları var, özellikle anne-baba için; sağlam egzersiz oluyor, eğil-kalk, yemekleri havada uçarken yakalamaya çalış, ben diyeyim 200, siz deyin 300 kalori gidiyor farketmeden.)

3. Dışarıda oynayamak yerine tercih edilen teknoloji, dikkat eksikliği, depresyon ve obezite ile ilişkilendiriliyormuş. (Ha bir de benden söylemesi çocukların gerçeklikle kurduğu ilişkiyi bozabiliyor. Bizimki 2 yaşındayken kısa bir süre için dokunmatik ekranlı bir cihaz kullanmasının akabinde yoldan geçen arabaları parmağıyla sürükleyebildiğini düşünüyordu :) O yüzden, ekrana değil hayata dokunalım diyerek aleti sattık ama aradan bir yıl geçmesine rağmen, halen gördüğü ekranları taciz etmeye devam ediyor sıpa.)

4. Dışarıda oynayan çocuklar daha çok gülüyorlarmış. Kan basınçları ve stres seviyeleri düşük oluyormuş.

5. Ve de birtakım karakter özellikleri gelişiyormuş: daha maceracı, iç motivasyonu daha yüksek ve riski daha iyi anlayıp değerlendirebilen bireyler oluyorlarmış.

O yüzden soğuk moğuk demeyip salmalı bahçeye çocukları. Ama hangi bahçeye? Güzel soru tabii. Bir cevabım var :) Mesela, verdiğimiz vergiler bize (arabalarımızla dünyayı daha çok kirletmek için yapılan) yol, (doğal kaynakları tüketerek veya nükleer enerji kullanılarak üretilen) elektrik, (derelerin HES'lerle katledilmesi sonucu üretilen) su ve (insafsız teknolojilerle her gün daha çok insanın öldürüldüğü) savaş olarak geri dönmese de, toplu taşıma araçlarının kullanılabileceği demiryolu, ray sistemi, çocukların oynayabileceği bahçeler olarak geri dönse? Olmaz mı? Ne güzel olur!

November 26, 2011

Övgünün ters etkisi ve tersinin tersliği

Masum bir 'aferin'le başlıyor her şey. Tek yaptığı şey yatıp ağlamak, meme emip ya da süt içip altına yapmak olan bebeğiniz bir anda bir şeye uzandığı zaman, ya da kendi kendine oturabildiğinde ilk aferinler de dökülüyor ağzınızdan. Çünkü çok seviniyorsunuz, onu bir şeyler yaparken görmek, ilk kelimelerini duymak, o halkaları o çubuğa geçirmesi size inanılmaz geliyor. Alışmamışsınız ya onu öyle görmeye... Sonsuza kadar ağlayarak bir şeyler isteyecek ve size yapışık bir şekilde yaşayacakmış gibi geliyor herhalde. Başlangıçta büyük bir coşkuyla söylediğiniz aferinler bir süre sonra dilinize pelesenk oluyor ve çeşitli amaçlarınıza alet!

Ama yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu koşulsuz aferinlerin sonu hiç de iyi değil. Po Bronson ve Ashley Merryman'in yazdığı NurtureShock kitabını okuyorum.

Park problemi
İlk kez T. ile YavruSu'yu parka götürme çalışmalarımız sırasında farketmiştik. Bir çocuğu yürüme mesefesiyle 5 dakika uzaklıkta bulunan bir parka götürmek ne kadar zor olabilirdi ki? Yaklaşık 1 saat kadar sürdüğünü farkettikten sonra bu işte bir iş var deyip olaya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya başladık. Bizim için amaç parka gitmekti, evet, hedefimiz belliydi, yürünecek yol belliydi ama bir türlü ulaşamıyorduk parka. Hadi gel de çöz problemi. İşte böyle, "hadi yavrucum," "hadi kızım" diye hadi'lerken habire, farkettik ki, yavrucuk yerlerdeki 'çer-çöp'ü kaçırmak istemiyor, ağaçlara sarılıyor, bulduğu bir dal parçası ile dakikalarca oynuyor, çiçekleri kokluyor, yaprakları inceliyor, sık sık tekrar ettiğimiz "park", "parka" kelimelerini duymak bile onu an'dan vazgeçirmiyor.

Bir süre sonra sorgulamaya başladık. Evladım nedir derdin; neden A noktasından B noktasına ulaşmak için bizi maymun ediyorsun??? Yürü git işte! --demedik tabii :) "Nedir bizi böyle hedef merkezli yapan, sürece değil de hedefe konsantre olmamıza neden olan, nedir?" diye kendi kendimize sorduk; zira, bizim yavrunun o dönemde ne A'dan ne B'den ne de maymundan haberi vardı. Bunları biz biliyorduk yalnızca, öğrenmiştik. Çaresizce bedenimizi saran, bu ne-olursa-olsun parka doğru ilerlemekten bizi vazgeçirmeyen hastalıklı halet-i ruhiye bizi yolda yürürken etrafımıza bakmaktan, yaşadığımız süreçten zevk almaktan alıkoyuyordu. Yoksa bu öğrenilmiş çaresizlik miydi?

Övgünün ters etkisi
Bronson ve Merryman'ın yazdığı Nurtureshock kitabının ilk bölümünde bahsi geçen araştırmalarda genellikle çocukların zekasını ya da herhangi bir konuda yeteneklerini övmenin ters etkileri irdelenmiş. Sürekli zeki olduğu söylenen çocuklar bir süre sonra denemekten vazgeçiyorlarmış. Uğraşarak, emek harcayarak bir şey yapmak istemiyorlarmış. Giriş sınavlarında en yüksek puanları alan çocuklar --yani gerçekten 'zeki' çocuklar-- karşılarına biraz zor bir şey çıktığı zaman hiç risk almıyorlarmış. Ve başarısız oldukları zaman çok büyük yıkıma uğruyorlarmış. Çünkü zeki olmanın doğuştan gelen bir şey olduğunu ve bunun da otomatik olarak başarılı olmalarını sağladıklarını düşündükleri için, böyle bir durumda kendilerinin aslında zeki olmadıklarını düşünmeye başlıyorlarmış ve bu durumu değiştirilemez görüp bazen depresyona bile girebiliyorlarmış.

Stanford Üniversitesinden Dr. Carol Dweck 5. sınıflarla yaptığı araştırmada, bu yaş grubunun yapabileceği kolaylıkta bir IQ testi hazırlamış. Ve çocukları random olarak iki gruba ayırmış. Testi yapan birinci gruba "bunu yaptığına göre zeki olmalısın", ikinci gruba "çok çalışmış olmalısın" denmiş. Daha sonra çocuklara iki farklı test seçeneği sunulmuş, birinin ilki gibi kolay olduğu, diğerininse ilkinden çok daha zor olduğu söylenmiş. Tahmin edin ne olmuş! Çabası takdir edilen çocukların %90'ı ikinci testi, yani zor olanı seçmişler. 'Zekiler' mi? Evet, ilk testi, yani kolay olanı seçmişler. Dweck'in çıkardığı sonuç, bu çocukların, kendileri için çizilen "zeki" imajını korumayı tercih ettiği ve bu imajın yıkılması riskinden kaçtıkları olmuş. Bu arada zekası övülenler grubundan ikinci testi seçen azınlık çok zor anlar yaşamış, epey ter atmışlar ve gerçekten acınası halde görünüyorlarmış. Çaba gösterdikleri için takdir edilenler ise testi çok sevmişler, her soruyla uğraşmışlar ve bu testin en favori testleri olduğunu söylemişler.

Dweck bu deneyi daha sonra daha geniş kitlelerle denemiş ve sosyo ekonomik sınıfa göre değişim göstermediğini görmüş. Kızlar ve erkekler için de aynıymış, tek farkla, en çok yıkılan grup zekası övülen en 'parlak' kızlarmış. Aman siz siz olun, kızınızı akıllı kızım diye sevmeyin, sonra "kızını öven, dizini döver" durumları olur, ona göre :P

Kitapta bunun gibi daha bir sürü araştırma örneği var. Birinde çocuklara beynin bir kas olduğu söylenmiş ve daha zor workout'larla gelişeceği; sonuçta bu fikri benimseyen öğrencilerin matematik notları yükselmiş. Başka bir araştırmada, çocukların aldıkları notları yazmaları söylenmiş, bu notları başka bir okuldaki çocuklara göndereceklermiş, isimleri saklı tutularak. Zekası övülen çocukların %40'ı yalan söylemiş, notlarını olduğundan yüksek göstermişler. Yine başka bir araştırmada zekası övülen çocukların daha çok kopya çektiği saptanmış. Çünkü bu çocukların başarısızlıkla başa çıkacak stratejileri yokmuş. Ve bunun gibi daha pek çok araştırmadan bahsediyorlar kitapta.

Tersinin tersliği
Peki terslik nerede? Evet, çaba göstermek önemli; evet zeka hiçbir şeyin göstergesi değil ve zeki olmak başarılı olmaya yetmiyor; ve evet, önemli olan sebat etmek. Ama bana ters gelen, bütün bu araştırmaların altında yine başarılı olmaya vurgu yapılıyor olması. Yani "çocukların çaba göstermelerini övelim de daha zor şeyleri denesinler, denemekten vazgeçmesinler ve sonuçta yine başarılı olsunlar" durumu.

Peki ya süreç? Süreçte neler olduğu, kimlerin düşüp yardıma ihtiyaç duyduğu, diğer canlıların giderek daralan yaşam alanları, sarılacak ağaçların hızla azalması, sonbaharda yerleri, dökülen yaprakların yerine çöplerin kaplaması, yediğimiz/içtiğimiz/soluduğumuz kimyasallar, ideolojik kazıklar... Bunlara ne zaman dönüp bakacağız, gerçekten ilgi duyup değiştirmeye çalışacağız? Çocuğumuzun hangi hareketini 'översek' gerçekten dönüşüm yaşayacağız? Böyle araştırmalar var mı acaba, bunları merak ediyorum şu ara...

Parka giden yolda...
Ama sanırım bu daha çok çocuğumuzun neyini övdüğümüzle değil, bizim nasıl yaşadığımızla ilgili. Süreçte neler olduğu çoğu zaman önemli değil bizim için. Hedefe kitlenmiş ilerliyoruz. Nedendir acaba? Giderek yalnızlaşan/yalnızlaştırılan ve kendine dönen insanın bencilliği mi? Sistemin getirdiği 'başarılı' olma hırsı mı? Parka birinci varınca bize madalya mı takacaklar? Ayrıca, taksalar ne olacak? Nedir bu hırs? 'Park' artık bir metafor tabii; çeşitli şekillere bürünmüş hedefler her yanımızda, her anımızda.

Aslında dönüp biraz çocuğumuza, çocuklara baksak, onları takip etsek? Tabii çaresizliklerimizi öğretmeden önceki hallerini. Çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz var. Unuttuğumuz, bastırdığımız, üzerine basılan, çiğnenen, ustalıkla parçalara bölünen, yavaş yavaş yokedilmeye çalışılan çok fazla şey. Ve bunları değiştirmek bizim elimizde.

Ama içselleştirmeden, hangi araştırmayı okursak okuyalım ezberci/yapay bir şekilde uyguladığımız sürece hiç bir şey değişmeyecek. Eğer biz yolda yürürken etrafımıza bakıyorsak, yanıbaşımızdaki insanları görüyorsak, dünyaya özen gösteriyorsak, 'başarı' hırsı sarmıyorsa dört bir yanımızı, hayatı insanca yaşamayı biliyorsak, işte o zaman, çocuğumuzun hangi davranışını övmemiz gerektiğini düşünmeye de gerek kalmayacaktır zaten.


October 6, 2011

Pembenin fendi

Eskiden ne pembeyle, ne de maviyle bir sorunum vardı. Ne zaman anketlerde, orada burada en sevdiğiniz renk ne diye sorsalar, mavi derdim. Pembe hiçbir zaman 'en...' kategorisine yükselemedi ama öyle antipati duyduğum bir renk de değildi. Ta ki YavruSu için alışverişe çıkıp böyle ve de şöyle bir tabloyla karşılaşıncaya kadar! Sonra merak etmeye başladım, gerçekten bu renk seçimi doğuştan geliyor olabilir mi diye. Fakat ne benim çocukluğumdan hatırladığım herhangi bir renk hegemonyası vardı, ne de bizim yavrunun bu konuda herhangi bir tercihi. Erkek reonunundan aldığım kareli şortları, tulumları severek giydi yıllarca. Sonra bu yaz bir anda pembe çılgınlığı başladı. Şimdi geçti ama hala süslü püslü parlak şeyleri seviyor. Neden?

Feminist Philosophers blogunda gördüğüm bu araştırma gayet güzel anlatıyor nedenini: How Do We Predict the Future: Brains, Rewards and Addiction (Geleceği nasıl öngörüyoruz: Beyin, Ödül ve Bağımlılık):



Kısaca özetleyecek olursam, renk tercihi ödülle şekilleniyor.

Ödül mekanizması
Karl Von Frisch adlı araştırmacı, arılar üzerine çeşitli çalışmalar yapmış ve arıların renkleri seçebildiğini, kokuları hatırlayabildiklerini ve dahası buldukları o özel çiçeğin yerini arı dansı yaparak kovandaki diğer 'arkadaşlar'ına anlatabildiklerini keşfetmiş. Arıların hafızası çok güçlüymüş ve tek bir seferde %80 doğrulukla öğrenebiliyorlarmış [Dersi derste öğreniyorlar yani].

Herneyse; Karl Von Frisch, arılarla enteresan bir deney yapmış. Yuvarlak kaplara su koymuş, sadece birinin içerisine şekerli su. Arının biri ilk gün hemen keşfetmiş bunun yerini, mavi bir plakanın üzerinde duruyormuş. Ve hemen gitmiş dans ederek arkadaşlarına anlatmış bu durumu. Ertesi gün kovan ahalisi topluca gelmiş ve tahmin edin ilk önce nereye bakmışlar? Evet, şekerli suyun olduğu mavi kaba ama orada şekerli su yokmuş. Bu durumda, mavi renk ödülle özdeşleşmiş. Bu araştırmadaki renk kırmızı da olabilirdi, yeşil de, pembe de. Yani, aslında rengin bir önemi yok, önemli olan getirdiği ödül diyor Frisch. Arılar için şekerli su, bizler için belki iltifat, çocuklar için ilgi ve sevgi.

Bu araştırma neden bazı kültürlerde pembe rengin cinsiyet konusunda belirleyici olmadığını gösteriyor sanırım. Bulunduğumuz kültürde bir erkek olarak şu yandaki resmin içinde duruyorsanız vay halinize! Çoğunluk büyük ihtimalle "kalk len oradan, kız gibi olmuşsun, yakışır mı erkek adama!" gibi ifadelerle paylayacaktır sizi. Öte yandan pembeler içerisinde bir kız çocuğu iseniz, "ay ne şeker" diye sevilme ihtimaliniz oldukça yüksek. Eee çocukların da sevdiği bir şey değil midir ilgi ve sevgi! Bir nevi ödül mekanizması gibi işliyor yani.

Yalnızca çocuklar mı? Sosyal networklerde yer aldıysanız "like" ya da "follow" butonunun üzerinizdeki etkisini düşünerek ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Ya da bloglardaki yorum mekanizmasını! Bunlar herkesin hoşuna gidebilecek, güzel şeyler; bir nevi ödül yani.

Bağımlılık mekanizması
Fakat Terry Tejnovski'nin (bir önceki yazıda videoada konuşan bilim insanı) söylediğine göre bu aynı zamanda beyindeki bağımlılık mekanizmasını da aktive eden bir durum. Arılarınkine benzer bir mekanizma bizim beynimizde de varmış. Ve bu mekanizma arılarda octopamine bizde dopamine salgılanmasını sağlıyormuş. Bu dopamine de yaşamamızı sağlayan çok önemli bir hormon. Wikipedia'nın söylediğine göre pek çok şeye sebep: davranış, biliş, bilinçli hareketlerimiz, motivasyon, ödül ve ceza, prolaktin üretimi (süt salgılanmasına ve cinsel haz almamıza sebep olan hormon), uyku, mod, dikkat, çalışan hafıza ve öğrenme. Kısaca yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şey.

Bir de Serotonin varmış, buna benzer, nam-ı diğer mutluluk hormonu. Maymunlarda yaptıkları ölçümler sonucunda görmüşler ki Serotonin seviyesi yüksek olan maymun, topluluğun lideri oluyormuş. Alt seviyelerde bulunan bir maymuna Serotonin seviyesini yükseltmek için ilaç vermişler ve birkaç hafta içinde statüsü yükselmiş, ve sonuçta topluluğun lideri olmuş. Verdikleri ilaç da Prozac'mış. Serotonin seviyesi düşük kişiler yenileceklerini bile bile kavgaya tutuşuyor ve uzun vadeli düşünemiyorlarmış, sonucunu yıllar sonra görecekleri bir şey için fedakarlık yapamıyorlarmış [anlaşıldı neden şu paperı hala yazamadığım, ya da tam tersi, paperı yazamadığım için stres olup nasıl serotonin seviyemi düşürdüğüm]. Serotonin eksikliği aynı zamanda depresyon, anksiyete, uyku bozukluğu, yeme bozukluğu, kendine güvensizlik gibi pek çok şeye de sebep oluyormuş. Serotonin seviyesini düşüren şeylerden bazıları da: stres, uykusuzluk, yetersiz güneş ışığı, pestisitler ve kimyasallar, yetersiz beslenme. Tam bir kısır döngü yani!

Bağımlılık yaratan şeyler genelde dopamine ve serotonine çalışıyormuş. Tabii beyin, dopamine ve serotonin seviyesini sürekli yüksek tutmak için bu maddeleri tekrar tekrar sorar hale geliyor ve kısır döngü içerisine girip bağımlı dediğimiz kişilik ortaya çıkıyormuş. İçki, sigara, kumar vardı eskiden, şimdi baktım FBLA diye bir şey var: Facebook Liking Addiction (Facebook Beğenme Bağımlılığı). Yakında TFA çıkar (Twitter following addiction), sonra ILA, GP+1A, etc. Bloglar bence biraz daha farklı. Yorum yazmak güzel şey ama eminim çoğu blogcu zaten yorum yazılmasa da yazmaya devam edecektir, bunu çoğunlukla yazmayı sevdikleri için yapıyorlardır [Siz istemeseniz de yazacağım yani, kurtuluş yok :P]

Mutluluğun sırrı
Peki nedir Serotonin'i yükseltmenin, Dopamine dopinglemenin sırları? Prozac gibi ilaçlar değil şüphesiz. Çünkü basit bir mantıkla bu sefer de bu ilaçların bağımlılık yaratacağını görmek zor olmasa gerek. Çikolata diyorlar ama o bir yere kadar... Sonuçta şeker ve daha başka pek çok katkı maddesi var çoğunda, bir tarafı yaparken diğer tarafı bozuyor. Kaldı ki yenilen besinlerin direkt etkisi olmuyormuş. Egzersiz diyorlar; ve gerçekten bisikletle okula gittiğim ya da öğlenleri yüzmeye gittiğim günlerde kendimi ne kadar iyi hissettiğimi hatırlayarak onaylıyorum bu öneriyi. Ama egzersiz yaşamın bir parçası değilse, yani avcı-toplayıcı değilseniz ya da yaşadığınız çağda veya şehirde motorsuz taşıtlar pek tercih konusu olamıyorsa, o totoyu sıcak koltuğundan kaldırıp oradan oraya sallamak kolay olmuyor her zaman. Zaten termodinamiğin yasalarında yazmıyor muydu, atom bu, minimum enerji, maksimum düzensizlik ister diye. Hal böyleyken, yani insan da atomlardan oluşan bir organizma iken, gel de spor yap durduk yerde! Olacak iş mi?!? İşse evet aslında. Yalnızca spor değil tabii ki; yaptığınız iş, her ne ise, kendinizi kaptırıp saatlerce konsantre olabiliyorsanız, çalışırken yemek yemeyi bile unutabiliyorsanız, tamamdır. Sizi mutlu eden neyse onu yapmaya devam edin. Mesela ben yazma sürecini seviyorum. Her ne kadar çok geri plana atmış olsam da müzik yapmayı da seviyorum. Başka pek çok şey var sevdiğim. Sanırım üretim süreçleri genel olarak mutlu ediyor insanları. Ve genelde sürecin kendisi, ortaya çıkan sonuçtan çok daha önemli oluyor bu tarz işlerde. El işleri, ekim dikim, çizim, boyama, yazma (blog, kitap, program, etc.), oyun yapma, dans etme, müzik yapma... Facebook'ta bir şeyleri like etme :P Şaka bir yana sosyal networklerle de mutlu olunabilir, bağımlılık her zaman kötü olmak zorunda değil. Hele içer-döver türüyle karşılaştırılınca sosyal network bağımlılarının durumu peri masalı gibi bence. Ama eğer bağımlı olma durumu, başka şeyleri etkiliyorsa ve bu sizde mutluluk yerine sıkıntı yaratıyorsa, o zaman tehlikeli olabilir, dikkat, böyle bir durumda paragraf başına dön _↑ 

Sonuç olarak
Ne diyordum, nereden nereye geldim! Evet, pembenin fendi... Herkes ona 'şeker kız Candy' kıyafetleri giydiğinde gözlerini kısıp ağızlarını kocaman açarak, 'aaaw pretty!!!' ya da 'ayyy ne tatlı olmuşsun!!!' derse, o da bir dahaki sefere kıyafet seçerken bu tepkilerden etkilenebilir; doğaldır. Tabii ki önemli olan kıyafet veya renkler değil aslında. Bugün kıyafet, yarın beden, diğer gün davranış, ve nihayetinde düşünüş...Aslında belki de 'toplumun fendi' demek daha doğru, kimbilir!

December 28, 2010

Yenilikçi/Yaratıcı Yönetici

Kampüsteki insanlar sanki kitlesel olarak üretilmiş gibi bir örnek giyiniyorlar: UGG botlar & North Face montlar & North Face sırt çantaları. Montları, kotlarını veya taytlarını kapattığı için göremediğimden bir şey söyleyemeyeceğim ancak gözlemlediğim kadarıyla bu tür, pantolon olarak da ya kot ya da siyat tayt giyiyor. Komünizm için eskiden bir örnek giyiliyor diye anti propaganda yapan kapitalist bir ülkenin evlatlarını bu halde görmek bana cidden çok komik geliyor. Yazın, baharda, spor yaparken, gece dışarı çıkarken ve bilimum zamanlar için giydikleri kreasyonlar, kostümler hep aynı model. Bu aynılaşma sadece kıyafet için olsa iyi. Ancak ideolojik olarak da bir aynılaşma olduğundan söz etmek mümkün. Farklı görüşlere, kültürlere, ideolojilere açık olmayan, en iyi ihtimalle onları görmezden gelen, benzer yerlere gidip benzer yaşamlar süren insanlar vardır ya, işte bunların, o insanlar olmalarından şüpheleniyorum. Çocuklarına da aynı markalardan alışveriş yapıp aynı okullara gönderen, aynı ekolleri sürdüren insanlar...

Profesör Jeff Dyer, 3000 yenilikçi/yaratıcı yönetici üzerinde 6 yıllık bir araştırma yapmış. Bunlardan 500'ü ile birebir görüşmüş, diğerleriyle anket yapmış. Ve bu çalışma sonucunda bu insanları farklı kılan 5 ortak özellik bulmuş. İlki ilişkilendirme; birbiriyle ilgisiz gözüken sorular, problemler ve fikirler arasında bağlantı kurabiliyormuş yaratıcı yöneticiler. İkincisi soru sorma yeteneği (neden yönetici olamadığımı anladım; hala soru sorarken 50 kere düşünür, kalp atışlarımı anfiye bağlanmış gibi hissederim. Sen çok yaşa eğitim sistemimiz!). Neyse, bu insanlar, yani yenilikçi/yaratıcı yöneticiler (bu arada isme dikkat çekerim, pek artist, hem yenlikçi/yaratıcı, hem yönetici :P), bak yine dağıttım, tamam tamam yazıyorum; işte bu insanlar, "neden", "neden olmasın", "ya şöyle olsaydı" gibi sorular soruyorlarmış. Ben de şimdi soruyorum:  Neden yönetici olmadım? Neden olayım ki! İşte siz de böyle yaparsanız, sayın okuyucu, faka basarsınız :) Çünkü, ikincisi soru olacaktı, öyle benim yaptığım gibi tepkisel artistik ünlem işaretleri koyunca olmuyor. Her şeye tepki, her şeye tepki, olmaz ki! Kim sizi ne yapsın sonra, di mi :P

Herneyse, kısaca diğer özelliklerden de bahsedeyim ve konuma geleyim; zira korkarım yine uzatacağım. Ama burası bir blog olduğu için, makale yazar gibi araştırma sonuçları aktarmama gerek yok değil mi, isteyen, merak eden, açar, doğru düzgün kaynağından okur :)

Evet, kalanlarla devam edelim, can dostlar :) Şimdi, çok merak ettiğiniz üçüncü özelliğe geldik: detayları gözlemleme yeteneği; özellikle de insanların davranışlarındaki detayları --facebooktaki fotoğraflarını değil yani :P (en azından bu konuda adım atmışım :) Diğer özellik deney yapabilme; bu şahs-ı muhteremler, yeni deneyimlere açık, farklı dünyaları deneyimleyen insanlarmış. Ve son olarak da çok iyi ağlar kuruyorlarmış, balık ağı değil tabii deyip en köftesinden bir espri de sıkıştırayım araya, blog benim değil mi kardeşim, beğenmiyorsanız gidin araştırmayı okuyun :P Zaten bu maddeden de battım, facebooktan çıkmayacaktım, ah ah! :) Bu insanlar, kendileriyle çok az ortaklığı olmasına rağmen, zeki insanları bulup onları ağlarına alıyorlarmış. Gitti ağım, gitti, ben şimdi ne yapacağım :)

Neyse, yine konumuza dönecek olursak, araştırmacılar diyor ki, tüm bu özellikleri tek kelimeyle özetlemek isterseniz, bunun adı 'inquisitiveness'miş; küçük çocuklarda görülen türünden: meraklı, çok soru soran, başkaları hakkında bilgi edinmeyi seven, yerli yersiz sorular soran (seslisozluk diyor bunları :P).

Ve bu yetenek görüştükleri kişilerin %15'inde varmış. Söyleşi yapan kişi de buna şaşırmış, çünkü görüştükleri insanların hepsinin yönetici olması dolayısıyla zeki insanlar olduklarını ve hepsinin böyle bir yeteneği olmasını bekliyormuş (demiştim size zekanın bir önemi yok diye :P). Araştırmacılar da diyor ki, 4 yaşındaki çocuklara bakarsanız, sürekli soru sorduklarını, etraflarındaki şeylerin işleyişini merak ettiklerini görürsünüz (çocuğunuz 2,5 yaşında aynı şeyi yapıyorsa kesin dahidir, bir doktora danışınız, bizim burada konumuz değil malesef :P). Ancak diyorlar ki, bu meraklı, yerli yersiz sorular soran çocuklar, 6,5 yaşına geldiklerinde soru sormayı durdururlar çünkü hızlıca öğrenirler ki öğretmenler provakatif sorulardan çok, doğru cevaplara değer verirler. Sadece bizim ülkemizde böyle değilmiş (hemen bununla ilgili tespitlerimi yazabileceğim bir yazı başlığı açtım, burada daha fazla uzatırsam kafama gelecekleri görebiliyorum; pek de bir şey yokmuş, sanırım kimse kalmadı artık :P).

Neyse, ben yine de devam edeyim, içimde kalmasın, sonra dilim şişer falan. Değinmek istediğim aslında araştırmada geçen başka bir özellik idi. Bana bir Montessori öğretmeni vasıtasıyla ulaşan bu söyleşide geçen bir başka özellik de bu yenilikçi/yaratıcı yöneticilerin Montessori okuluna gitmeleri imiş. Bu yazıyı okuduğum sıralarda YavruSu'yu Montessori kreşine göndermek için kendi kendime bahaneler bulmaya çalışıyordum çünkü şu andaki kreşinden bir öğretmenleri yüzünden pek de memnun değildim ve alternatif olarak çok da fazla bir seçeneğimiz yoktu. Hemen T.ye bahsettim, dedim ki bak yeniklikçi/yaratıcı insanlar hep Montessori okullarından çıkıyormuş, o da okudu, dedi ki, bu insanlar yönetici* dolayısıyla bizim örnek almayı pek tercih etmediğimiz bir tipoloji!

*İşte aramızdaki fark bu :) Ben sıfatını görüyorum, o aslını. Neyse, tencere kapak ilişkisi dolayısıyla yıllardır geçinip gidiyoruz işte :P

Burada, yani Amerika'da, Montessori okullarına gidenler, zaten belli bir düzeyde geliri ve çevresi olan insanların çocukları. Ve bu insanların, üniversite dahil, eğitim paraları da hazır, networkleri de. İstatistik sonuçlarıyla benzerlikler bulmak bizi nereye götürür bilmiyorum. Şimdi bu araştırmayı okuyanlar düşünürler mi acaba, biz de çocuğumuzu Montessori okuluna gönderirsek, iyi bir işe girer ve yönetici olur, başarılı olur diye. Aman diyeyim, çok büyük yanılsama olur bu! Başarı, mutluluk gibi kavramları tümden reddetmek gerekiyor. Onların gizli olduğu şeyler yok. Bunlar sadece aldatmaca. İnsanları başarılı olmak için korkunç bir rekabet içine sokup bunu yaparken de küçük şeylerden mutlu olunuz diyerek avunmalarını sağlamaya çalışarak, gerçekleri görmelerine engel olan sistemin oyunları bunlar. Dikkat ediniz, oyuna gelmeyiniz.

Bu arada Montessori eğitimi ile ilgili özel olarak bir sorunum olmadığını söylemeliyim, ve Türkiye'dekilerin, en azından Banu'nun anlattığı Montessori okulunun farklı olduğunu biliyorum. Benim karşı olduğum, sistematik hale getirilmiş her tür ekol, düşünce, sınıf, ideoloji, parti, vs. Çünkü, özgür ve değişime açık olmalı insan diye düşünüyorum. Fikirler değişebilir ve hatta değişmelidir de. Çünkü şartlar değişir, insanlar değişir, buna ayak uydurmayan, insanlarla etkileşim sonucu değişmeyen sabit bir ideoloji, sabit bir ekol, ne yenilkçi olur ne de yaratıcı. Olsa olsa bir örnek giyinen, daha da kötüsü bir örnek düşünen; işe girip -ister yönetici, ister en düşük maaşlı çalışan olsun- aynı sistemi devam ettiren kitleler topluluğu oluşmasına neden olur. İşte bu yüzden bu tarz bir kreşe veya okula göndermek istemiyorum yavruyu. Mümkünse hiçbir aktivitesi olmayan, çocukların bahçeye çıkıp özgürce oynayabildikleri, insani ilişkilere özen gösteren, yaşama, her tür yaşama saygı duyan bir yer olsun yeter diyerek bana paslanan kreş anketinin bir sorusunu cevaplamış oluyorum :)

Hahaha, niye bu kadar yazdım sanıyorsunuz? Bir daha bana kimse  anket/mim/sobe/vs. gibi şeyler göndermesin diye :P Şaka bir yana, pek beceremiyorum bu tarz şeyleri ama azmettim cevaplayacağım. Merak etmeyin şimdi değil, bir sonraki yazıda :)

November 10, 2010

Şeylerin Hikayesi (Story of Stuff, Türkçe)

Sistemin işleyişini anlatmak için kullanılan bir iğne anektodu vardı, nerede okumuştum hatırlayamadım, ben de kendim, yeniden yazayım dedim.

İnsanların bir noktada iğneye ihtiyaçları oluyor. Endüstriyel sistem gereği hemen iğne fabrikaları açılıyor. Ve herkes iğne ihtiyacını karşılıyor. Ancak olay burada bitmiyor. Satışların iyi gittiğini gören diğer yatırımcılar da iğne fabrikaları açıyorlar. Böylelikle elimizde, satın alabileceğimiz miktardan çok daha fazla iğne oluyor. Şimdi ne olacak? Bu fabrikalar-mağazalar dolusu fazladan iğneleri ne yapacağız? Kendinize batırın demiş atalarımız ama... Şaka bir yana, bu konuda sistemin ürettiği belli politikalar var:
  1. İndirim yapıp insanların ileride kullanmaları için fazladan iğne almaları sağlanabilir. 
  2. İğneleri çabuk kırılabilecek cinste veya kullan-at olarak üretip tüketicilerin hemen ve sürekli olarak yeni bir iğne almaları sağlanabilir. 
  3. Medya devreye sokulur ve insanların kendilerini 'farklı/özel' hissetmek için bu iğneye ihtiyaç duyduğu yanılsaması yaratılır; reklamlar ve diğer yollarla gözlerine sokulur.  
Ancak, örneğin, ilk durumda iğne, değerinden daha düşük bir fiyata satılacağı için, bu durumun yol açtığı maaliyetlerin karşılanması gerekir. Bunun için farklı yollar izlenebilir, mesela işçi çıkarılabilir, ya da sigorta giderlerinden feragat edilir, ya da en iyisi maliyetler dışsallaştırılır! Kendi doğal kaynaklarını kullanmayanlarınki özenle bertaraf edilip nüfusuna yetemeyenlerin ülkesinde fabrika açılıp ucuza işçi çalıştırılır. Böylelikle, aldığımız bir eşyanın her bir parçası bir yerden gelerek bazen yüzbinlerce kilometre yol kateder, harcanılan yakıtla atmosferi zehirler ve dünyanın ömründen çalar!!!

Bu ve bunun gibi 'şeylerin hikayesi'ni anlatmış Annie Leonard bundan 3 yıl önce. Story of Stuff belgeselinin bu Mart ayında kitabı da çıkmış ve nihayet Türkçe altyazılı videosu da :) Annie Leonard, 1988-2006 yılları arasında, Greenpeace, GAIA ve benzeri kuruluşlar için çalışmış ve 35 ülkede fabrikalarda, çöplüklerde, toksik merkezlerde incelemelerde bulunmuş, bu 'şeyler'den etkilenen topluluklardan insanlarla konuşmuş, ve bu konuda farkındalık yaratmak için çeşitli çalışmalar yürütmüş bir çevre aktivisti. Eğer hala izlemediyseniz mutlaka 20 dakikanızı ayırıp onun bunca yıl uğraşıp emek harcadığı bu inanılmaz belgeseli izlemeye çalışın.

Bu belgesel pek çok ülkede, ilkokullardan master sınıflarına kadar çeşitli yerlerde gösterilmiş. Hatta sitede destekleyici eğitim materyalleri de mevcut. Neyse ben fazla lafa tutmadan, sizi belgeselle başbaşa bırakayım... Sonra konuşuruz yine :)








Annie Leonard'ın hazırladığı diğer belgeseller:
Story of Cap & Trade
Story of Bottled Water
Story of Cosmetics
Story of Electronics

Bir de Mira'nın bahçesinde yazmıştı Banu bu konuyla ilgili; hem bilgilendirici, hem de önemli bağlantılar taşıyan bir yazı, ona da mutlaka bakılmalı.


Güncelleme: Işıl ve Fethiye sayesinde toplu iğne anektodunu nerede okuduğumu buldum: Yıldırım Türker'in Radikal'de yazdığı Tembelliğe Övgü yazısında. Işıl, bu anektodun ilk olarak kim tarafından kullanıldığını yazmış. Çok şaşırdım, çünkü bu örnek Adam Smith tarafından Wealth of Nations kitabında  endüstriyel devrim öncesi yazılmış. Evet öncesinde. "Ardından da Marx Kapital'i yazmış ki amacı Adam Smith'in bunu ne kadar doğal bir süreçmiş gibi anlatmasını eleştirmekmiş". Bu bilgiler için Işıl'a ve okuduğum yeri bulmamı sağladığı için Fethiye'ye çok teşekür ederim! 

February 22, 2010

Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik

Dediğim gibi, geçen hafta yoğun geçti, gerçi bebiş doğduğundan beri hangi hafta geçmedi ki! Ama bu hafta "aman sınavım var, paperım var, bu seferki çok önemli" diye T.yi de telaşa verdim. Hoş, kendisi pek telaş adamı değildir ya, benim yüzümden araştırması sekteye uğradığı için o da dertlendi biraz. Üstüne bir de ikili münasebetlerimiz bebiş doğduğundan beri y=-x^2 grafiği şeklinde seyreylediğinden, 2 hafta önce aldığımız önlem paketini de hayata geçiremedik veee... Bu kadar, gerisi yok.

Yok, boşuna okumayın artık, başka şeyler yazdım :) Valla öyle! Ama bence, T. için, bu işin iyi yanları da oldu. Bebiş yattıktan sonra çok güzel belgeseller izledi akşamları; hatta bana da anlattı geçen bazılarını; mesela karıncalar 50 milyon yıl önce antibiyotiği keşfetmişler, insanlar dışında çiftçilik yapan tek hayvan grubuymuş, üstelik organik tarım yapıyorlarmış :) Amazon ormanlarında yaşayan bu karıncalar, sindiremedikleri yaprakları, kurdukları mantar çiftliklerine taşıyıp mantarlara sentezletip artıklarını ikincil ürün olarak yiyorlarmış, ve bu çiftliğe zararlı bakteriler musallat olamıyorlarmış. Çünkü efendim bir doktora öğrencisi açığa çıkarmış ki, bazı karıncaların üzerinde gözlemlenen beyaz lekeler aslında antibiyotikmiş, bunları çiftlikten çıkardıkları zaman, anında bakteriler basıyormuş orayı. Bu arada YavruSu kendi yemeğini kendisi yemeye başladığından beri biz de karınca besliyoruz evde evcil hayvan niyetine; ama bizimkilerin öyle çiftlik kurmasına falan gerek yok, YavruSu zaten küçük parçalara bölünmüş organik besinlerle besliyor onları ;)

Sonraaa, T. bir de ev işleri ve çocuk bakımı alanında epey uzmanlaştı diyebilirim; çok da güzel meziyetler edindi. Harika ekmek yapıyor mesela, fırın falan açabilir; çok güzel yoğurt yapıyor (bu arada mutlak tarif bulundu, duyurulur), yemek, temizlik, bebek bakımı, alışveriş,... bir de arada vakit bulduğunda matematik yapıyor. Şaka bir yana ev işleri ve çocuk bakımı ikilisi dünyayı 2 kat hızlı döndürecek kadar güçlü bir çekim uyguluyor. İçine girdiğiniz zaman, kolay kolay bir daha çıkamıyorsunuz. Bir de üstüne üstlük aklınızı kaybediyorsunuz.

Gerçekten! Arkadaşım Yeşim söylemişti, yapılan bir araştırmaya göre, çocuk doğduktan sonra, anne babaların IQ'su düşüyormuş. Hakikaten öyle oluyor, benim düştü yani; öyle böyle değil! Hele ilk yıl, limit sıfıra doğru giderken benimki de artarak azalıyordu 3. bölge civarlarında, 3. dereceden kafayı sıyırmıştım, bebiş henüz 3 aylıktı da ilk kez dönmüştü; benim bir göbek atmadığım kalmıştı sevinçten. Hemen kameraya çektim, annemlere, akrabalara gönderdim; herkesle bu dünyaca ünlü olayı paylaşmak istedim:
"Kızımız olimpiyatlarda dönme rekoru kırdı da... Evet olimpiyat. Efendim? Yok 0-6 ay bebekler arası dönme olimpiyatları. Hayır efendim, kendisi henüz 3 aylık. Döndü efendim. Hayır bir yere gitmemişti. 3 aylık bebek nereye gitsin ki? Yüzüstü yatıyordu da sırtüstüne döndü. İşte burda ispatı. Beni Bakırköy'e göndermek için mi kullanacaksınız o videoyu. Yo yoo, bir yanlışlık oldu herhalde, hayıııır!"
İşte aklımı böyle kaybetmiştim. Şimdi düşününce, e böcek değil ya, dönecek elbette, ha 3 aylık ha 5 aylıkken, ne önemi var diyorum. Diyorum ama insan kolay kolay farkedemiyor o zaman. Etraftan o kadar çok bombardıman var ki, çocuğunuzun neleri ne zaman 'başaracağı' konusunda. Şu kadar aylıkken ellerini kavuşturur, bu kadar aylıkken oturur,... aman ne enteresan! Hayır, çocuk aynı zamanda amuda kalkıp, Shakespeare'den tiradlar okusa tamam, amenna; hemen kamera kaydı almalı, her yere yazmalı, boy boy ilan vermeli o zaman:
Anne-babayla yapılan röportajda [fotoğrafta onlar da amutta röportaj veriyorlar mesela] bu durumu gayet normal karşıladıkları gözlendi. Anne Ş. şöyle dedi: "Amuda kalkmak mı, oturmak mı, işte bütün mesele bu."
İşin şakası bir yana, "bugün şunu dedi, sonra bunu yaptı" gibi zaten her insanoğlu ve insankızının her daim söylediği/yaptığı şeylere odaklanınca, IQ denilen şeyden ne iz, ne de eser kalıyor. Evet böyle ilkleri yaşamak da güzel, ama bunun ötesinde de bir dünya var, sizin de içinde olduğunuz bir hayat var; hoş, siz olmasanız da akıp gidiyor, o ayrı.

Geçen hafta yazamamamın sebeplerinden biri de buydu işte. Cynthia Peters'ın "Vulgar Bir Çağda Ebeveynlik" yazısını okumuştum. Önce Znet'ten İngilizcesini okudum, sonra arkadaşım N. Türkçe çevrisini gönderdi; en az 3 kez okumuşumdur herhalde. Bu makale beni epey salladı sarstı ve de deriiiin düşüncelere gark etti; farkında olmadan çemberin içine öyle bir girmişiz ki... dedim ya, güneşten bile güçlü bir çekim gücü var diye. Aman dikkat!!! Demedi demeyin; kapılıp gidersiniz valla...

January 19, 2010

Şimdiki çocuklar harika, peki ya oyuncaklar? - II


Şimdi tekrar bebek mevzuuna dönecek olursak, bebeklerle oynamak kötüdür, 'kakadır' demiyorum; mutlaka onların da doldurduğu bir yer var. Ama Barbie yerine çok güzel alternatifler mevcut. Mesela estetik algısını ciddi anlamda sarsan Ugly Dolls, veya çeşit çeşit örgü oyuncaklar ya da peluş hayvanlar ve eminim daha niceleri...

Hatta bu tarz alternatiflerle oynamak iyidir, hoştur. Bizim bebişe bakıyorum, sabah kalkar kalkmaz veya dışardan gelir gelmez "DoDo" adını verdiği oyuncak köpeğini arıyor; onu bulunca da aynı benim ona yaptığım gibi göğsüne bastırıyor sımsıkı, sonra da öpüyor sevinçle. Kendinden başka varlıkları sevmeyi öğreniyor, onlarla bir bağ kuruyor ve bu beni inanılmaz mutlu ediyor. Yani öyle her şeyi sevsin, börtü-böcek-kelebek, aman ne güzel bu felek deyip de kelek yemesin tabii; hatta bilakis, Can Yücel'in Alkış ve Yuha şiirinde dediği gibi
...dileğim o ki:
büyüdüğünde de çevresinde er geç dönecek olan boklukları da
aynı heyecanla yuhalasın yeri göğü inletircesine...
Ama bunun olması için de uğraşmak gerek herhalde! İlk önce de kendi kafamızdaki şablonlarla uğraşmak. Örneğin, şu 'zeka geliştirecek oyunlar' safsatası. Herkes, çocuğunun irili ufaklı birtakım halkaları bir çubuğa geçirmesini bekliyor, ya da birtakım şekilleri deliklerden sokmasını, renkleri ve saireleri eşleştirmesini; bunları yaptığında olay oluyor, aman, oğlum/kızım pek akıllı, gören maşallah desin falan tripleri. Baby Einstein DVD'leri alınıyor, bebek Einstein'lar yetiştirmek için! [Bu arada burdan kimseyi zan altında bırakmak istemediğimi deklare edeyim; bu, tamamen kendimin de içine düştüğü bir zihniyetin eleştirisidir.]

Ama şimdi düşününce bütün bunlara ne gerek var diyorum. Hatta daha da kötüsü, bunlar yüzünden çocuklarımızın yaratıcılıklarını öldürdüğümüzü iddia ediyorum. Thomas Kuhn, sosyal bilimlerde okuyan çoğu doktora öğrencisinin başvurduğu bir teorisyendir. Geçtiğimiz dönem okuduğumuz "Normal Science as Puzzle Solving" makalesinde, normal bilimin yaratıcılıktan uzak, puzzle gibi cevabı belli olan problemlerle uğraştığından, artık yeni paradigmalar üretilmesinden ziyade çoğu bilim insanının varolanları desteklemek üzere sadece uygulama yaptığından bahsediyordu. Bunu yapanlar o çok güvendiğimiz araştırmacılar/profesörler ha yanlış anlaşılmasın. Gerçi bence pek şaşırmamak gerekiyor çünkü bu da diğer herşey gibi çocukluktan başlıyor; sistem tıkır tıkır işliyor, doğduğumuz andan itibaren bizi de içine alıyor.

Ben de "Normal Play as Puzzle Solving" diye bir makale yazayım bari :) Ama hakikaten öyle olmuş durumda: bkz. oyuncakçı ve kitapçılardaki puzzle bölümleri, bkz. aktivite blogları, yetmediyse Amazon'dan topladığım aşağıdaki oyuncak isimleri, bakınız bakınız:

Counting and sorting farm, shape sorting cube, geometric sorting board, stack and sort board, shape sorter, geometric stacker, farm sound puzzle, vehicle sound puzzle, alphabet sound puzzle, numbers sound puzzle, ...

Dahası müzik oyuncakları da artık puzzle'lı geliyor:
Baby Einstein count and compose piano, Mozart magic cube, instrument sound puzzle,...

Eee nesi mi kötü?

Bir kere yaratıcılığı öldürüp şekilcilik kazandırıyor. Örneğin, Haba'nın resimdeki oyuncağını almıştık çok da irdelemeden, sadece gözümüze hoş geldiği için. Başka bir çocuğu bu oyuncakla oynarken gördüğümde farkettim ki bu oyuncak anti-eşleştirme için dizayn edilmiş. En azından renkler için. Hatta renk eşleştirilmesine kalkıldığında son derece zevksiz bir tasarım ortaya çıkıyormuş. Haba'nın reklamı gibi oldu, pardon. Aslında farklı bir tasarım anlayışları var ancak onlar da bu eğitici-öğretici oyuncak dalgasından nasipleniyorlar arada...

Herneyse, şimdi bana yine sormak düşüyor:
Neden illa kırmızıyla kırmızıyı, kedi figürüyle kedi resmini bir araya koymayı öğretiyoruz ki çocuklarımıza? Farklı kombinasyonlar denese, istediği gibi yaratıcı tasarımlar yapsa olmaz mı? Biz de keyifle izlesek, gözümüz gönlümüz açılsa, dünyamız genişlese, fena mı olur?
Yok ille o kırmızı kare o kırmızı delikten girecek, b.k mu var sanki??? Ne kazanıyor çocuk?
-Ne kazanacak şekilcilik ve zevksizlikten başka! Ayrıca bir de tek yönlü bakış açısı tabii. Ama aslında bir küp bittabii bir üçgen, bir daire, bir altıgen, vb. her türlü delikten geçirilebilir, yeter ki çevrel çemberlerin boyutları uygun olsun.
* * *
Başka takıntılı olduğum bir oyuncak türü de düğmesine basınca, ya da bir yerini çekince müzik çalan oyuncaklar. Dertliyim sayın seyirciler, çok dertliyim. Hayır iş başa düşecek diye de korkuyorum bir yandan. Çünkü bu oyuncaklar, dijital müziğin en kötüsünü çalmasının dışında daha da kötü olan başka bir şey yapıyorlar: hazırcılığa alıştırıyorlar çocukları. Bizim bebişe hediye gelmişti böyle bir oyuncak, sonra org gibi çalınabilen başka bir modunu açtığımda farkettim ki, bebiş düğmeye basıyor ve peşinen oynamaya başlıyor, ama bakıyor ki müzik gelmiyor, bu işe çok şaşırıyor:
- Aaa!
- Yaa! İşte böyle; yok artık öyle sürekli armut piş ağzıma düş. Hadi anacım hadi, bas git bu oyuncağın çevresinden, git de kurtar kendini --ve bir de bizim kulakları lütfen, bak rica ediyorum, lütfen dedim ama!

Yani illa her çocuk piyano çalacak, okul çağına gelene kadar müzik dersleri alacak diye bir şey yok tabii ki. Klişe gereği bir kez de ben söyleyeyim, kimisi spora yatkındır, kimisi resme --bu arada herkes resim yapacak diye de bir şey yok; ama nedense, yeni icat, her yerde ve herkeste bu parmak boyasından var, ne iştir anlamadım. Yoksa bu da resim sanatının geldiği hazırlopçu son nokta mı diye de kıllanmadım değil. Ayrıca, belki çocuk resim yapmak istemiyor. Belki çocuk Ken Robinson'ın anlattığı anektodta olduğu gibi kendisini dansta bulacak; daha doğrusu annesinin hiperaktivite tedavisi için götürdüğü psikolog sayesinde ilaçla uyutulmaktan kurtulup çok ünlü bir dansçı olacak, kendi okulunu açacak ve mutlu mesut sanatını icra edecek minik afacanlarla. Ama yook! Bunu isteyen anne-baba normal değil bu dünyada. Varsa yoksa okul okunacak, itibarlı bir iş sahibi olunacak, mümkünse çok para kazanılacak, -cak, -cak, -cak... Sezen Aksu'nun 2000'li yıllarda yaptığı bir röportajını okumuştum, babası hala "Keşke okulunu bitirseydin kızım!" diyormuş, ne gam!!!

Bu arada hala izlemediyseniz Vişne Çekirdeği'nin geçen gün bahsettiği şu videoyu mutlaka izleyin derim, okul ve yaratıcılık üzerine Ken Robinson'ın konuşması var; uzun olduğuna bakmayın, trajik eğitim hikayemizi çok komik bir şekilde anlatmış, çok güldüm ben izlerken (ağlanacak halimize). İngilizce, Türkçe altyazılar da mevcut.

Dün bu videoyu izledikten sonra geçen dönem okuduğumuz Mitchel Resnick adlı LEGO Profesörünün yazısına baktım bir daha (anti parantez, Legolar da erkekler bölümünde bulunuyor genelde, kızlar için olanları pembe kutuda, tasarımı da evinin önünde ip atlayan, bahçesinde çiçek yetiştiren, pembe spor arabası ve beyaz bir atı olan evcimen, aktif, sportif, bakımlı, güzel, zarif cici kızlar!!!). Yine dağıttım konuyu, neyse. Resnick (2007), şimdiki kreşlerin de aynı okul gibi işlev gördüğünden (basit düzeyde de olsa okuma yazma, matematik eğitimi verdiğinden), oysa tam tersine, çocukların özgürce oynadığı 200 yıl öncesinin Kindergarten felsefesine yaklaşılması gerektiğinden bahsediyor. Kendisi MIT medya labaratuvarında yaratıcı düşünme ve öğrenme üzerine çalışma yapıyor ve yeni teknolojilerle çocukların interaktif öyküler, oyunlar ve animasyonlar yaratıp paylaşmasını destekleyen bir camianın oluşturulması için çalışıyor.

Resnick'in vurguladığı önemli noktalardan biri de 'edutainment' ürünleri (eğitim anlamına gelen education ve eğlence anlamına gelen entertainment kelimelerinin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir kelime; başlıca örneği Baby Einstein oyuncakları ve DVD'leri). Resnick, Piaget'ye referans verip çocukların işinin oyun olması gerektiğini savunuyor; ve bu öğretici oyuncakların aslında eğitimi, "eğlencenin tatlı kılıfı içinde sunulması gereken acı bir ilaç" olarak gören mentalitenin bir ürünü olduğunu söylüyor. "O kadar eğleneceksiniz ki, öğrendiğinizi anlamayacaksınız bile!" (Gülüyorum! Blogcu Anne yazmış, Baby Einstein DVD'lerinin iade alındığını; okuyup daha çok gülüyorum!) Resnick, ayrıca edutainment'ı oluşturan eğitim ve eğlence kelimelerinin de problemli olduğunu, bunların günümüzde sektörler olarak algılandığını ve bizi pasif alıcılar yerine koyduğunu söylüyor (Barthes gibi). Çocukların yaratıcı düşünmesine vurgu yapılmak isteniyorsa, eğitim ve eğlence yerine oyun (play) ve öğrenme (learning) kelimelerinin kullanılmasını öneriyor. Makaleyi okumak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.

Peki herşey çok kötü de, yok mu bu işin bir alternatifi? Geçen yazının yorumlar kısmında Başak yazmış, oğlu Çınar'ın kutulardan araba, oklavadan at yaptığından bahsetmiş, onun da kendi hikayesini geliştirmesine yardımcı olduğundan. Bence çok güzel bir alternatif. Hem doğal materyaller kullanılıyor. Bizim YavruSu da kapalı cep telefonu [ne doğal ya!!!]-kutu-kavanoz-tas-tencere-çanta-cüzdan-kap-dolap ne varsa gördüğü zaman herşeyi bırakıp çılgınlar gibi açma-kapama arzusuyla yanıp tutuşuyor. Yeni bir meslek icat edecek herhalde ilerde, çok yaratıcı :P
- Kızınız ne iş yapıyor?
- Kapakçı kendisi, her tür kapağı açıp kapatıyor :) Yo yo çok profesyonel bu konuda. Bizim evde vardı da, erken yaşta başladı açıp kapamaya :)))

Milletin evinde piyano falan olur, bizde de işte anca böyle şeyler... :)
* * *
Başak bir de yine demiş ki bu eğitim konusu için alternatif olarak 'unschooling' olayı varmış --hemen bunun üzerine haftanın şarkısını Pink Floyd'dan çalıyorum: We Don't Need No Education! Çünkü 25 yıldır bu sistemden çokça çekmiş, 32 yaşına gelmiş olduğum halde hala günlerimi ödev yetiştirmeye çalışırak geçerirken böyle bir alternatiften bahsetmek mutluluk veriyor. Aslında eğitim konusunda daha sonra yazmayı planlıyorum, şimdilik burda noktalayayım çünkü söylenmeye başlarsam, en uzun blog yazısı rekorunu kırabilirim. Biliyorum, her zaman olduğu gibi fazla uzattım, bu sefer gerçekten bitiriyorum artık. Yalnız şunu sormak istiyorum son olarak, yazıyı buraya kadar okuma sabrı gösteren çok sevgili analar-babalar-çocuklar, sarmaş dolaş birlikte veya yalnız, içerde veya dışarda oynadığınız, yaratıcılığı geliştirmese de örselemeyen alternatif oyunlarınız nelerdir? Merakla bekliyorum. Herkese iyi oyunlar...