January 30, 2010

Şimdiki çocuklar harika, peki ya oyuncaklar? - IV


Geçenlerde blogunu biraz rötarlı olarak bulduğum ve o gün bugündür çok severek takip ettiğim Yasemin'in oyuncaklarla ilgili bir yazısına rastladım ve okumamış olanlar için buraya taşımak istedim. Sağolsun Yasemin de bu talebime hemen olumlu dönüş yaptı ve sayesinde seri tamamlanmış oldu :)

"...çocuklara zeka geliştirici oyuncak alma takıntısını neye benzetiyorum biliyor musunuz? medya gazlamasıyla halkın galeyana gelip vatana millete sahip çıkmak adı altında, nerdeyse refleks olarak balkonlarına bayrak asmasına. birinde okullarda kafamıza kazınan dokunulmaz vatan-millet-sakarya zihniyetiyle ülkeye sahip çıkma görevinin, diğerinde ise iyi ve sorumlu ebeveynlik görevinin yerine getirildiği sanılıyor. bizim sokaktaki bir apartmanın girişine bayrak direği diktiler böyle zamanlardan birinde, kaç yıl geçti üzerinden, bayrak 365 gün 6 saat dalgalanıp duruyor, bayrak kanunu falan hak getire. aslında bir bayrakla ya da düğmesine basınca sesler çıkarıp renkler saçan, ya da zeka geliştirdiğini iddia eden bi oyuncakla/dvdyle hiçbir görev yerine getirilmiş olmuyor." 

yazının devamı için tıklayınız.

January 27, 2010

100 + 1 = Tek hücreli organizmadan koca göbüşlü bir papağana

Neredeyse 13,5 aylık olacak ama aslında 100'e yakın hafta geçti tek hücreli olarak dünyaya geleli beri. Daha önce de yazmıştım nedense sadece doğduktan sonrası sayılıyor, haksızlık ediliyor diye. Çünkü daha yumurtayken bile, henüz bildiğimiz insan kıvamında olmasa da, canlıdır işte. Hele spermle buluştuktan sonra... bir aşk, bir aşk, hemen kalp yaparlar birlikte, ve daha 4 haftalıkken başlar atmaya tık tık tık tık. Ama işte 4o haftayı yabana atıyorlar, ille de doğum günü. Gerçi annenin hamile kalmadan önceki son regl tarihine göre yaş bildirmek de biraz antikarizmatik olabilir tabii :)

Neyse biz yine bildiğimiz doğum gününe dönelim; yumurta hallerini pek hatırlamıyorum zaten. O yüzden ben de doğum gününü yazdım, nasıl doğduğunu. Blogcu Anne de, Pozitif Doğum Hikayelerinde blogunda yayınladı sağolsun. Kendisi çok güzel bir çalışma yapıyor bu konuda. Hem doğum hikayelerini topluyor, cesaret veriyor vajinal doğum yapacaklara, hem de bu konuda araştırmalar yapıp uzmanların yazdığı ilgili yazıları taşıyor bloga. Okumak isterseniz bizimki şu linkte: Evren ve YavruSu'nun hikayesi
* * *
Ne diyordum, YavruSu'nun tek hücreli olarak başladığı macera 100 haftaya yaklaşırken, haznesi de 100 kelime olmuş, kreşten YavruSu için bir sözlük hazırlamamızı istediklerinde farkettim (GoogleDocs'da bir doküman tutuyordum, söylediklerini yazmaya çalışıyordum ama artık iyice zorlaştı; neyse, merak edenler için şu linkte). +1 de minicik cümlecik geldi ama İngilizce ve tabii ki yemek üzerine :) Eee o koca göbüşü muhafaza etmek kolay değil tabii. Emek lazım! "Eat more" demiş YavruSu, o gün bisküviyle süt varmış ara öğünde; yedikçe yemiş; kreştekiler de şaşırmışlar :) Annesi gibi bisküvi canavarı olacak sanırım.

Başka farktettiğim bir şey de 10 aylıkken öğrendiği kelime sayısının 11 aylıkken öğrendiğinin 2 katı olması. Neden yavaşladı diye düşünürken o ay yürümeye başladığını ve tüm konsantrasyonunu denge için kullandığını hatırladım. Bu durum, öğrenme hızını da etkilemiş. Yürüme konusunda uzmanlaşınca normale döndü. Aynı şey emekleme için de geçerli olabilir diye düşünüyorum. Gerçi o ay ekstra şeyler de oldu: 2,5 aylık tr tatilimizden döndük, kreşe başladı, bir anda bambaşka bir hayat stiline geçti, falan filan. Tabii bunlar yalnızca YavruSu'nun öğrenme hızını değil, bizim hayatımızı da etkiledi. UYKU diye bir problem çıktı, uğruna araştırmalar yapıldı, postlar yazıldı :))) Neyse artık bu konuyu kapattık ve rahatladık.

Sözlüğe dönecek olursak, bazı harfler hala yok: f, r, s, z. Hepsini denedik gerçekten diğerlerine göre daha zormuş; dil, diş, dudak kombinasyonlarını farklı kullanmak gerekiyormuş. Bu arada kelime sırası daha önce dediğim gibi çıktı: isimler, fiiller, edatlar, zamirler geldi sırasıyla. Son moda fiil çekimleri: otuydu, düştü, çıkaydı, attııı,... sadece emir duymuyoruz artık yani, neydi o: otuy!, kalk!, yat!, in! --komutan kesilmişti başımıza kerata ;) Gerçi çekimler nedense hep 3. tekil şahıs, o da ayrı enteresan! Bundan sonra sıfatlar ve zarflar mı var acaba sırada? İstek yapıyorum: kırmızı --çok severim ama söylemesi biraz zor sanırım, neyse mavi de olur, hadi hadi 'büyük' 'küçük' her şey kabul :)

İngilizce konusunu bilmiyorum. Kreşe bırakmaya ve almaya gittiğimizde bazen söylüyorlar, bugün şu kelimeyi söyledi diye. Biz karıştırmaması için sadece Türkçe konuşuyoruz. Eğer Türkçesini öğretmemişsek İngilizcesini biliyorsa söylüyor ama öğretince söyleyebileceği birşeyse söylüyor. "Ball" diyordu mesela, "top"a çevirdik; ama "hat" de "hat" tutturdu, "şapka" demiyor, diyemiyor. En favorisi de babasının yeşil 'hat'i :)

Bye sweetie! (Bu da son laflardan :)

January 23, 2010

Şimdiki çocuklar harika, peki ya oyuncaklar? - III


Geçen yazıda bahsettiğim "kutudan araba" ve "oklavadan at" olayını düşünüyordum bir süredir, neden çok sevdiğimi... Buldum!
Çünküüü:
  1. Bunlar, oyunun içerisinde sadece bir araç olarak kullanılan malzemeler.
  2. Doğallar.
  3. Çocuk büyüdükçe onunla birlikte farklı anlamlar kazanabilirler.
  4. Çocuğa araba ve at konusunda bir şablon sunmadığı için, çocuğun zihninde her daim gelişip değişen imgeler oluşmasına olanak sağlayabilirler.
Yavrusu, etrafındaki şeylerin isimlerini söylemeye başlamış olan anneler, çocukların isimlendirme konusunda ne kadar üstün bir zihinsel işleyişleri olduğunun farkına varmışlardır. Bir kere ayı diye gösterdiğiniz bir şeyi, ne kadar farklı renkte, şekilde görürse görsün ayırdeder. Öyle ki benim bile şaşırdığım durumlarda o hep doğrusunu söyler (evet kabul ediyorum ayı ve köpek konusunda biraz özürlüyüm:) ama konu bu değil, neyse...

Dert şu: oyuncakların amaç değil de araç olarak kullanıldığı bir dünya istiyorum, yani istiyorlardır diye umuyorum :) --ki aslında biz izin verirsek onların yaptığı da bu, yani özgürce oynamak. Çocuk iki kübü üstüste koymak yerine birbirine vurmak istiyorsa bu onun gelişimsel olarak geri olduğunu göstermez bence, ne de müzisyen olacağını tabii ki. Ama böyle şeylerle çocukları ölçmeye kalkmak kişinin konuya bakışındaki geriliği gösterebilir.
Yeni trend de ayrıca sorunlu tabii; "şimdi artık önemli olan akıllı-zeki olmak değil, yaratıcılıktır" deniyor. Ve yeni dalga HCI (Human-Computer Interaction)'da da yaratıcılığı geliştiren oyuncak tasarımı ve bilgisayar oyunları üzerine uğraşılıyor. Ben de herşeye olduğu gibi bunun sonuçlarına da şüpheyle yaklaşıyorum.
İyice 'kıllanan kadın' oldum galiba. Hemen konuyu değiştireyim bari, sonra gene dönerim...


Bu karikatüre referans vermek için aradım durdum çizerin adını ama bir türlü bulamadım. Selçuk Erdem diye tahmin ediyorum ama emin olmak istedim, bir sürü web sitesinde karşılaştım ancak kimse zahmet edip adını yazma gereği duymamış. Tabii aslında şaşırmadım, biraz da karikatürün deşifre ettiği mentalite yüzünden sanırım. Artık böyle hayat; araba diyor çocuk, bin çeşidi geliyor, kimin ürettiği önemli değil, önemli olan ona sahip olmak, onu kullanmak. Konumuza dönecek olursak da, gelen arabaların gerçek hayattakilerin küçültülmüş birer kopyası olması. Oysa sorarım size ey seyirci, zengin olsa da sağdaki, soldakinin imge dünyasını hiç geçebilir mi??? (Sol-sağ denk gelmiş valla ben bi'şey yapmadım:)
Velhasıl kelam, ne diye sınırlandırıyoruz çocuklarımızın imgelerini? Yine sözüm meclisten dışarı, --yaşlanıyorum galiba-- bizim zamanımızda da vardı çadır merakı ama biz kendimiz koltuk ve minderlerden farklı farklı modeller kurardık. Arkadaşımız geldiğinde genişlerdi, kardeşimiz geldiğinde daralırdı ki, birlikte içine girip darlanılmasın diye (kötü abla modeli :) Küçük çocuklar için böyle malzemlerle bir şeyler yaratmak zor olabilir belki ama genelde şablonlar sunan oyuncaklardan kaçınmakta fayda var. Hatta oyuncak endüstrisinin ürettiği cinsiyetçi/savaşçıl/dijital/plastik vs. çoğu oyuncaktan (facebook grubu gibi oldu: Beni cinsiyetçi, şovenist, ırkçı ya da faşist oyuncakçılara davet etmeyin lütfen :)
Ama oyunlara davet edebilirsiniz, özgür oyunlara. Öyle, zekayı artırsın, yaratıcılığı geliştirsin diye oynananlara değil ama! İçimizden geldiği gibi olsun, birlikte dalıp gidelim başka dünyalara. Olmadı, burda saklambaç bile yeter aslında, hatta yerlerde yuvarlansak, ya da iki hoplayıp zıplasak müzikle, oooh bugün keyfim yerinde...
* * *
Not: Bir önceki yazının yorumlarında Hülya yazmış, "...en kötü oyuncak bile çocuğun tv'ye hapsolmasından... iyidir" diye. Bizim evde olmadığı için hiç aklıma gelmemişti ama kesinlikle hak veriyorum. Bu gerçekten önemli bir konu, dikkat etmekte fayda var.
Ayrıca, bu yazıdan oyuncaklarımızı attık gibi bir sonuç çıkmasın, bundan sonra alırken dikkat edeceğiz --gerçi biz ediyoruz da ne oluyor, hediye diye bir şey var, ama yine Hülya'nın dediği gibi "çocuğun oyuncağı özgürce oynamasına izin verdiğin sürece sorun yok!", yola devam yani... istikamet: Oyun Dünyası --oyuncak bahane :)))
Güncelleme: Karikatür Yiğit Özgür'e aitmiş. Gökhan yazmış yorumlara, sağolsun!

January 19, 2010

Şimdiki çocuklar harika, peki ya oyuncaklar? - II


Şimdi tekrar bebek mevzuuna dönecek olursak, bebeklerle oynamak kötüdür, 'kakadır' demiyorum; mutlaka onların da doldurduğu bir yer var. Ama Barbie yerine çok güzel alternatifler mevcut. Mesela estetik algısını ciddi anlamda sarsan Ugly Dolls, veya çeşit çeşit örgü oyuncaklar ya da peluş hayvanlar ve eminim daha niceleri...

Hatta bu tarz alternatiflerle oynamak iyidir, hoştur. Bizim bebişe bakıyorum, sabah kalkar kalkmaz veya dışardan gelir gelmez "DoDo" adını verdiği oyuncak köpeğini arıyor; onu bulunca da aynı benim ona yaptığım gibi göğsüne bastırıyor sımsıkı, sonra da öpüyor sevinçle. Kendinden başka varlıkları sevmeyi öğreniyor, onlarla bir bağ kuruyor ve bu beni inanılmaz mutlu ediyor. Yani öyle her şeyi sevsin, börtü-böcek-kelebek, aman ne güzel bu felek deyip de kelek yemesin tabii; hatta bilakis, Can Yücel'in Alkış ve Yuha şiirinde dediği gibi
...dileğim o ki:
büyüdüğünde de çevresinde er geç dönecek olan boklukları da
aynı heyecanla yuhalasın yeri göğü inletircesine...
Ama bunun olması için de uğraşmak gerek herhalde! İlk önce de kendi kafamızdaki şablonlarla uğraşmak. Örneğin, şu 'zeka geliştirecek oyunlar' safsatası. Herkes, çocuğunun irili ufaklı birtakım halkaları bir çubuğa geçirmesini bekliyor, ya da birtakım şekilleri deliklerden sokmasını, renkleri ve saireleri eşleştirmesini; bunları yaptığında olay oluyor, aman, oğlum/kızım pek akıllı, gören maşallah desin falan tripleri. Baby Einstein DVD'leri alınıyor, bebek Einstein'lar yetiştirmek için! [Bu arada burdan kimseyi zan altında bırakmak istemediğimi deklare edeyim; bu, tamamen kendimin de içine düştüğü bir zihniyetin eleştirisidir.]

Ama şimdi düşününce bütün bunlara ne gerek var diyorum. Hatta daha da kötüsü, bunlar yüzünden çocuklarımızın yaratıcılıklarını öldürdüğümüzü iddia ediyorum. Thomas Kuhn, sosyal bilimlerde okuyan çoğu doktora öğrencisinin başvurduğu bir teorisyendir. Geçtiğimiz dönem okuduğumuz "Normal Science as Puzzle Solving" makalesinde, normal bilimin yaratıcılıktan uzak, puzzle gibi cevabı belli olan problemlerle uğraştığından, artık yeni paradigmalar üretilmesinden ziyade çoğu bilim insanının varolanları desteklemek üzere sadece uygulama yaptığından bahsediyordu. Bunu yapanlar o çok güvendiğimiz araştırmacılar/profesörler ha yanlış anlaşılmasın. Gerçi bence pek şaşırmamak gerekiyor çünkü bu da diğer herşey gibi çocukluktan başlıyor; sistem tıkır tıkır işliyor, doğduğumuz andan itibaren bizi de içine alıyor.

Ben de "Normal Play as Puzzle Solving" diye bir makale yazayım bari :) Ama hakikaten öyle olmuş durumda: bkz. oyuncakçı ve kitapçılardaki puzzle bölümleri, bkz. aktivite blogları, yetmediyse Amazon'dan topladığım aşağıdaki oyuncak isimleri, bakınız bakınız:

Counting and sorting farm, shape sorting cube, geometric sorting board, stack and sort board, shape sorter, geometric stacker, farm sound puzzle, vehicle sound puzzle, alphabet sound puzzle, numbers sound puzzle, ...

Dahası müzik oyuncakları da artık puzzle'lı geliyor:
Baby Einstein count and compose piano, Mozart magic cube, instrument sound puzzle,...

Eee nesi mi kötü?

Bir kere yaratıcılığı öldürüp şekilcilik kazandırıyor. Örneğin, Haba'nın resimdeki oyuncağını almıştık çok da irdelemeden, sadece gözümüze hoş geldiği için. Başka bir çocuğu bu oyuncakla oynarken gördüğümde farkettim ki bu oyuncak anti-eşleştirme için dizayn edilmiş. En azından renkler için. Hatta renk eşleştirilmesine kalkıldığında son derece zevksiz bir tasarım ortaya çıkıyormuş. Haba'nın reklamı gibi oldu, pardon. Aslında farklı bir tasarım anlayışları var ancak onlar da bu eğitici-öğretici oyuncak dalgasından nasipleniyorlar arada...

Herneyse, şimdi bana yine sormak düşüyor:
Neden illa kırmızıyla kırmızıyı, kedi figürüyle kedi resmini bir araya koymayı öğretiyoruz ki çocuklarımıza? Farklı kombinasyonlar denese, istediği gibi yaratıcı tasarımlar yapsa olmaz mı? Biz de keyifle izlesek, gözümüz gönlümüz açılsa, dünyamız genişlese, fena mı olur?
Yok ille o kırmızı kare o kırmızı delikten girecek, b.k mu var sanki??? Ne kazanıyor çocuk?
-Ne kazanacak şekilcilik ve zevksizlikten başka! Ayrıca bir de tek yönlü bakış açısı tabii. Ama aslında bir küp bittabii bir üçgen, bir daire, bir altıgen, vb. her türlü delikten geçirilebilir, yeter ki çevrel çemberlerin boyutları uygun olsun.
* * *
Başka takıntılı olduğum bir oyuncak türü de düğmesine basınca, ya da bir yerini çekince müzik çalan oyuncaklar. Dertliyim sayın seyirciler, çok dertliyim. Hayır iş başa düşecek diye de korkuyorum bir yandan. Çünkü bu oyuncaklar, dijital müziğin en kötüsünü çalmasının dışında daha da kötü olan başka bir şey yapıyorlar: hazırcılığa alıştırıyorlar çocukları. Bizim bebişe hediye gelmişti böyle bir oyuncak, sonra org gibi çalınabilen başka bir modunu açtığımda farkettim ki, bebiş düğmeye basıyor ve peşinen oynamaya başlıyor, ama bakıyor ki müzik gelmiyor, bu işe çok şaşırıyor:
- Aaa!
- Yaa! İşte böyle; yok artık öyle sürekli armut piş ağzıma düş. Hadi anacım hadi, bas git bu oyuncağın çevresinden, git de kurtar kendini --ve bir de bizim kulakları lütfen, bak rica ediyorum, lütfen dedim ama!

Yani illa her çocuk piyano çalacak, okul çağına gelene kadar müzik dersleri alacak diye bir şey yok tabii ki. Klişe gereği bir kez de ben söyleyeyim, kimisi spora yatkındır, kimisi resme --bu arada herkes resim yapacak diye de bir şey yok; ama nedense, yeni icat, her yerde ve herkeste bu parmak boyasından var, ne iştir anlamadım. Yoksa bu da resim sanatının geldiği hazırlopçu son nokta mı diye de kıllanmadım değil. Ayrıca, belki çocuk resim yapmak istemiyor. Belki çocuk Ken Robinson'ın anlattığı anektodta olduğu gibi kendisini dansta bulacak; daha doğrusu annesinin hiperaktivite tedavisi için götürdüğü psikolog sayesinde ilaçla uyutulmaktan kurtulup çok ünlü bir dansçı olacak, kendi okulunu açacak ve mutlu mesut sanatını icra edecek minik afacanlarla. Ama yook! Bunu isteyen anne-baba normal değil bu dünyada. Varsa yoksa okul okunacak, itibarlı bir iş sahibi olunacak, mümkünse çok para kazanılacak, -cak, -cak, -cak... Sezen Aksu'nun 2000'li yıllarda yaptığı bir röportajını okumuştum, babası hala "Keşke okulunu bitirseydin kızım!" diyormuş, ne gam!!!

Bu arada hala izlemediyseniz Vişne Çekirdeği'nin geçen gün bahsettiği şu videoyu mutlaka izleyin derim, okul ve yaratıcılık üzerine Ken Robinson'ın konuşması var; uzun olduğuna bakmayın, trajik eğitim hikayemizi çok komik bir şekilde anlatmış, çok güldüm ben izlerken (ağlanacak halimize). İngilizce, Türkçe altyazılar da mevcut.

Dün bu videoyu izledikten sonra geçen dönem okuduğumuz Mitchel Resnick adlı LEGO Profesörünün yazısına baktım bir daha (anti parantez, Legolar da erkekler bölümünde bulunuyor genelde, kızlar için olanları pembe kutuda, tasarımı da evinin önünde ip atlayan, bahçesinde çiçek yetiştiren, pembe spor arabası ve beyaz bir atı olan evcimen, aktif, sportif, bakımlı, güzel, zarif cici kızlar!!!). Yine dağıttım konuyu, neyse. Resnick (2007), şimdiki kreşlerin de aynı okul gibi işlev gördüğünden (basit düzeyde de olsa okuma yazma, matematik eğitimi verdiğinden), oysa tam tersine, çocukların özgürce oynadığı 200 yıl öncesinin Kindergarten felsefesine yaklaşılması gerektiğinden bahsediyor. Kendisi MIT medya labaratuvarında yaratıcı düşünme ve öğrenme üzerine çalışma yapıyor ve yeni teknolojilerle çocukların interaktif öyküler, oyunlar ve animasyonlar yaratıp paylaşmasını destekleyen bir camianın oluşturulması için çalışıyor.

Resnick'in vurguladığı önemli noktalardan biri de 'edutainment' ürünleri (eğitim anlamına gelen education ve eğlence anlamına gelen entertainment kelimelerinin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir kelime; başlıca örneği Baby Einstein oyuncakları ve DVD'leri). Resnick, Piaget'ye referans verip çocukların işinin oyun olması gerektiğini savunuyor; ve bu öğretici oyuncakların aslında eğitimi, "eğlencenin tatlı kılıfı içinde sunulması gereken acı bir ilaç" olarak gören mentalitenin bir ürünü olduğunu söylüyor. "O kadar eğleneceksiniz ki, öğrendiğinizi anlamayacaksınız bile!" (Gülüyorum! Blogcu Anne yazmış, Baby Einstein DVD'lerinin iade alındığını; okuyup daha çok gülüyorum!) Resnick, ayrıca edutainment'ı oluşturan eğitim ve eğlence kelimelerinin de problemli olduğunu, bunların günümüzde sektörler olarak algılandığını ve bizi pasif alıcılar yerine koyduğunu söylüyor (Barthes gibi). Çocukların yaratıcı düşünmesine vurgu yapılmak isteniyorsa, eğitim ve eğlence yerine oyun (play) ve öğrenme (learning) kelimelerinin kullanılmasını öneriyor. Makaleyi okumak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz.

Peki herşey çok kötü de, yok mu bu işin bir alternatifi? Geçen yazının yorumlar kısmında Başak yazmış, oğlu Çınar'ın kutulardan araba, oklavadan at yaptığından bahsetmiş, onun da kendi hikayesini geliştirmesine yardımcı olduğundan. Bence çok güzel bir alternatif. Hem doğal materyaller kullanılıyor. Bizim YavruSu da kapalı cep telefonu [ne doğal ya!!!]-kutu-kavanoz-tas-tencere-çanta-cüzdan-kap-dolap ne varsa gördüğü zaman herşeyi bırakıp çılgınlar gibi açma-kapama arzusuyla yanıp tutuşuyor. Yeni bir meslek icat edecek herhalde ilerde, çok yaratıcı :P
- Kızınız ne iş yapıyor?
- Kapakçı kendisi, her tür kapağı açıp kapatıyor :) Yo yo çok profesyonel bu konuda. Bizim evde vardı da, erken yaşta başladı açıp kapamaya :)))

Milletin evinde piyano falan olur, bizde de işte anca böyle şeyler... :)
* * *
Başak bir de yine demiş ki bu eğitim konusu için alternatif olarak 'unschooling' olayı varmış --hemen bunun üzerine haftanın şarkısını Pink Floyd'dan çalıyorum: We Don't Need No Education! Çünkü 25 yıldır bu sistemden çokça çekmiş, 32 yaşına gelmiş olduğum halde hala günlerimi ödev yetiştirmeye çalışırak geçerirken böyle bir alternatiften bahsetmek mutluluk veriyor. Aslında eğitim konusunda daha sonra yazmayı planlıyorum, şimdilik burda noktalayayım çünkü söylenmeye başlarsam, en uzun blog yazısı rekorunu kırabilirim. Biliyorum, her zaman olduğu gibi fazla uzattım, bu sefer gerçekten bitiriyorum artık. Yalnız şunu sormak istiyorum son olarak, yazıyı buraya kadar okuma sabrı gösteren çok sevgili analar-babalar-çocuklar, sarmaş dolaş birlikte veya yalnız, içerde veya dışarda oynadığınız, yaratıcılığı geliştirmese de örselemeyen alternatif oyunlarınız nelerdir? Merakla bekliyorum. Herkese iyi oyunlar...

Şimdiki çocuklar harika, peki ya oyuncaklar? - I

Bir süredir müsveddelerim arasında duran bu yazıyı, WIC (Women in Computer Science) mail list'ten gelen bir mesaj yüzünden hemen hazırlayıp yayınlamam farz oldu.

Konu, Barbie'nin gelecek mesleği. Astronot da dahil 120 kariyeri varmış zaten, şimdiki anketle bir sonrakini seçiyorlar: çevreci mi olsunmuş, cerrah mı, mimar mı, haber sunucusu mu yoksa bilgisayar mühendisi mi? Computer Scienceçılar da maillistlere anketi göndermeye başlamışlar. Bana da sesli bir "Yetti artık!" demek düştü bu sabah.

Yazlık komşumuzun 7 yaşındaki kızının rejimde olduğunu duyunca çok şaşırmıştım, ama bugün barbie.com'daki figürleri inceledikten sonra neden artık "bulimia nervosa" diye bir hastalığın olduğuna şaşırmamak gerektiğini kesin olarak gördüm: çeşitli kanallarla dayatılan aşırı tüketim üzerine çok yeme ama öte yandan yine aynı kanallar vasıtasıyla dayatılan süper ince, zarif ve zafiyet arasındaki çizgide gidip gelen rol modellerine uymak için suçluluk hissederek her yediğini çıkarma. Evet, bu bir süredir vardı zaten. Şimdi bütün bunlara bir de kariyer peşinde koşan 'modern' kadın imajının eklenmesi, dahası bunu oyuncaklar aracılığıyla meşrulaştırmak da nerden çıktı???

Keşke bu kadarla kalsa diyorum. Ama yavruladıktan sonra gördüm ki oyuncak endüstrisi tahmin ettiğimden çok daha korkunç boyutlarda. Ve hatta iddia ediyorum ki Althusser'in vakti zamanında yazdığı "Devletin İdeolojik Aygıtları"na eklenebilecek boyutta.

Tek sorun, oyuncak bölümlerinin kız-erkek olarak ikiye ayrılıp kızlar bölümünde barbieler, soft renklerle ve özellikle pembe egemenliğinde tasarlanmış oyuncaklar, taçlar, kanatlar, mutfaklar, ütüler, bilgisayar oyunu olarak da SIMS ve benzerleri varken; erkek bölümünde vahşi renklerin hakim olduğu savaşçılar, silahlar, helikopterler, uçaklar ve World of War Craft tarzı binlerce oyun olması değil tabii ki. Bu, işin en görünür, dolayısıyla kaçınılması en kolay olan kısmı. Ancak bir de ayın karanlık yüzü var ki... the dark side of the moon şarkısını getiriyor aklıma!

Geçen sene "Experience Design" dersinde oyuncaklarla ilgili bir makale okumuştuk. Roland Barthes (1967), Fransız oyuncaklarının, yetişkin dünyasının küçültülmüş birer kopyası olduğundan, burjuva yaşantısını öğretmek üzere her zaman işlevsel olarak tasarlandığından ve bunların doğanın değil de kimyanın ürettiği bir madde olan plastikten yapılmasından dem vuruyordu. En önemlisi de bu komplike objelerle karşılaşan çocuğun kendisini sahip (owner) veya kullanıcı (user) olarak tanımlayabileceğini ama hiçbir zaman yaratıcı (creator) ilişkisi kuramayacağını söylüyordu. Onun bir şey yaratması veya keşfetmesi gerekmiyor, kendisi için tasarlanan macerasız aksiyonları kullanıp sıkılınca da bir kenara atması icabediyordu; aynen burjuva hayatın mikro düzeydeki kopyası olarak... Halbuki tahta oyuncaklar öyle değildi; onlar, çocukla birlikte büyüyüp çocuğun yaratıcılığına göre her dönem farklı anlam kazanan doğal, sıcak, samimi oyuncaklardı.

Bu makaleyi okuduktan sonra kesinlikle plastik oyuncak almamaya karar verdik; kendimizi şanslı görüyorduk, çünkü 42 sene sonra bebişin oyuncak çağında artık tahta ve bez oyuncak üreten çok güzel oyuncakçılar vardı. Ama 1 yıllık araştırmalarımız ve deneyimlerimiz sonucunda gördük ki bunlar da, çoğu zaman, Barthes'ın eleştirdiği plastik oyuncakların sadece malzemesi değiştirilmiş haliydi. Plastikte bulunan BPA, Pthalates riski yoktu, ancak daha kötüsü, ucuz üretim amacıyla kullanılan zehirli boyalar içeriyordu bir çoğu. Sonuçta bunlar da oyuncak endüstrisinin dahil olduğu "Kapitalist Dünya Ekonomi" sisteminin (Wallerstein, 1979) bir parçası olan firmalar tarafından üretilmişti. Peki problem neydi?

"Şimdiki çocuklar harika" demiş Aziz Nesin; tesadüf, Roland Barthes'la aynı yıl. Bizim yavru Su'ya bakıyorum, annelik bloglarına bakıyorum ve bir kez de ben doğruluyorum Aziz Nesin'i: Gerçekten şimdiki çocuklar harika! Ama düşününce, acaba harika olan şimdiki çocuklar mı, yoksa yaratıcılığın sınır tanımadığı çocukluk dönemi mi diye de sormadan edemiyorum. Acaba eğitim adına kaybedilen binlerce güzel şeyden sonra mı, yoksa çocuklarımızı bu sistemin bir parçası olarak yetiştirdikten sonra mı 'yeni kuşak'ın ne kadar kötü olduğundan dert yanılıyor her kuşakta bir daha, bir daha??? "Bir bebekten bir katil yaratılmasını*" neye, kime borçluyuz? Soruyorum! Hrant Dink'in öldürülmesinin 3. yılında bir daha soruyorum!

Evet oyuncaklar ve oyunlar sandığımız kadar masum değiller, ne de kitaplar, ne de şarkılar ve daha 'ne'ler 'ne'ler... Öyle eline bir şeyler vereyim de oyalansın demeden önce bir kez daha düşünmekte fayda var.


*Rakel Dink'in bu konuyla ilgili konuşmasına şu linkten ulaşabilirsiniz.

January 16, 2010

Sevgili Günlük

Bugün güzel bir gün geçirdik --hep telaş, hep ateş olacak değil ya!
Sabah müzik dersine gittik. Çok merak ediyordum bu kadar küçük çocuklarla nasıl ders yapıldığını. Aslında çocukları küçük yaşlardan itibaren kursa gönderme fikrine çok karşı olmama rağmen, broşürün farklılığı ve web sitesindeki video beni cezbetti. Bir de kreşimiz non-profit organizasyon olduğu için tüm ailelerin 12 saat gönüllü çalışmasını öngörüyordu; ben de çocuklara gitar çalarım demiştim --nasıl olsa daha önceden çeşitli kurslarda eğitmenlik yapmıştım. Yalnız en son 5 yaşındaki bir çocuğa "happy birthday" şarkısını öğretmeye çalışırken, veledin beni "birthday" (-th sesi, dilin dişlerin arasına girmesiyle çıkarılıyor, ben söylediğimde (börd-dey) kuş günü oluyormuş :) diye düzeltmesinden sonra açıkçası nasıl yapacağım konusunda kaygılarım vardı, biraz da o yüzden gitmek istedim bu derse.

Öyle bildiğimiz dersler gibi değildi, zaten adı da ders değildi. Müzik sınıfı diyorlar, sınıfın adı da "Our Time" (bizim zamanımız). Kindermusik diye bir kurummuş ve 0-7 yaş arasına yönelik müzik sınıfları organize ediyorlarmış dünyanın çeşitli yerlerinde. Benim YavruSu'dan pek umudum yoktu açıkçası; yani müziği seviyor ve ilgi gösteriyor --bazen kendi kendine di-ba di-ba ba-ba diye şarkı söylüyor, uyurken na-na diye kendi ninnisini söylüyor kuzum; bazen ritm tutuyor kafasıyla/vücuduyla, Skype'dan dedesinin mini konserlerini alkışlıyor her hafta, şarkı söylemedikleri zaman pek ilgi göstermiyor zaten bilgisayara; en son bugün de "hoo wöö" (whole world) diye eşlik etti yolda giderken şarkıya-- ama bir dakika bile oturmuyor ki 'aktif baayan'. Neyse ki çok iyi organize etmişlerdi zamanı; nerdeyse hiç durmadık. Bütün anneler, babalar, çocuklar hep beraber dans ettik, yürüdük, koştuk, zıpladık, kollarımızı kaldırdık, top oynadık, paraşüt oynadık; oturduğumuz zamanlarda da zaten yorulmuştuk kısa kısa ara gibi oldu ve tüm zamanlarda ya ritm vardı, ya müzik, ya bizim tekrar ettiğimiz paternler, ya da çaldığımız shakerlar, çubuklar vs. Yani kısacası çok eğlendik :))) Ders bittiği halde sınıftan bir türlü çıkmak istemedik ama öğretmenimiz sağolsun tüm müzik aletlerini ortalığa bıraktı çocuklar incelesin diye. Kindermusik eğitimcisi olmak isteyenlere de destek sunuyorlarmış. Kim bilir, belki bir çılgınlık yapıp ben de başvururum tr'ye dönmeden. Ama önce şu doktora bir bitsin de...

Ne diyordum, bugünün güzelliğinden bahsediyordum. Gerçi bebiş olduktan sonra her gün ayrı güzel --tabii bir o kadar da yorucu! Müzik sınıfından sonra eve geldik, çok yorulmuştuk, dedim ki artık en az 1,5 saat uyur, o uyur da ben de dinlenirim ama nerde??? 45 dakikada uyandı keçi Su; oysa ben daha hiç uykumu alamamıştım ve fakat haftasonu olduğu için, aç bir kocayla aç bir yavru "mama mama" diye söylenmeye başladıkları için, sürünerek kalktım yataktan ve Cumartesi ritüeli gereği ailecek yemeğe gittik; bu hafta Fridays'e. Fridays favori mekanlarımdan --burdaki tabii; ucuz ve sıradan [sanırım Rumeli Hisarüstünde okurken yıllarca önünden geçip söylentiler ve içerde oturan tipolojiler yüzünden içeri girememiş olmanın getirdiği eziklikten kaynaklanan bir yüceltme söz konusu bu favoriler listesinin oluşumunda]. Herneyse, sonra da işbölümü yaptık, T. yiyecek alışverişine gitti, ben de bebişle mall'da takıldım, hem birkaç şey vardı bakmak istediğim hem de rahatça yürüsün dedim.

Dedim ammaaaa ne mümkün!!! Önceden de dinlemiyordu ve kafasının dikine gidiyordu ama artık kucaklayıp yönünü çevirmek imkansız bir hale geldi; bir anda kendini yere atıp bağırmaya başlıyor küçük keçi, bıraktığımda da haydutluk yapıyor, tüm dükkanı aşağı indiriyor, bana da binbir özürle yerlerdeki kilotları, sütyenleri, t-shirtleri toplamak düşüyor. Başka hiç mi bir çocuk bizimki gibi yapsın! Olamaz böyle bir şey! Bana inat mı toplandılar bunlar bugün buraya! Tüm bu kuzuları gördükçe arabalarının içinde "Allahım neydi günahım" adlı şarkıyı söylemeye başlıyorum. Nerede nerede nerede, ben nerde yanlış yaptım? Neyse ki, şu pek metini ettiğim yazarın "No Cry Discipline Solution" kitabını okumaya başlamıştım gece ve bunların normal olduğunu, hatta daha beterlerinin kapıda olduğunu biliyordum. Mümkün olduğunca sakin olmaya çalıştıysam da 15 dakika geç kalan T.'ye birtakım ateş topları atmadım değil. Neyse ki anlayış uzmanı sevgili tatlişkom, bebişi parka götürdü eve dönünce ve ben de gündüz yarım kalan uykuma devam edip süper enerji topladım bu vesileyle :)))

Ve park sonrası günün başka bir güzel olayı vuku buldu. YavruSu kaka dedi ve sonra kakasını yaptı :))) Böyle bir şeye de insan ancak anne olunca sevinir herhalde, çok komik. Bir süredir kakasını yaptıktan sonra kreşte söylüyormuş, öğretmenin bacaklarına yapışıp "all done!" diyormuş; bizim yanımızda rahat rahat yaptığı için gerek olmuyordu, çünkü hemen değiştiriyorduk ama ortamda başkaları varsa içeri gidip ya da uzaklaşıp arkasını dönerek yapıyordu. Tuvalet eğitimi için daha erken (yarın 13 aylık olacak) diyerek gündemimize almamıştık. Sadece kakasını yaparken "bak şu anda kaka yapıyorsun" deyip hemen altını değiştiriyorduk. Bizimki günde en az 3 kere yaptığı için artık idrak etti olayı herhalde :) Babam "hemen, şimdi", "biraz sonra, az sonra" gibi kavramları öğretmeye başlayabilirsiniz diyor, bir de kitaplar iyi oluyormuş ama kesinlikle zorlamamamız, hatta çişli-kakalı lazımlığı başına geçirecek olsa bile olayı gülümseyerek (!) karşılamamız gerekiyormuş. Nurturia'da da gündem yaptım bu konuyu, hadi bakalım! Millet nelerle uğraşıyor, biz nelerle ama bu da günlük hayatın bir parçası be günlük, ne yapalım!

Son olarak da diyaloglar. Artık herşeyi söylüyor, konuşmaya çok meraklı, hatta şimdiden bol bol gevezelik yapıyor ve çokça başımızı şişiriyor (şişen baş onun dilinden olsun, o ayrı). Geçen gün T.'ye "bu iyice papağan oldu" derken hemen "papan" diye arkamdan tekrar etti bizim papağan :) Çok güzel "ohh baaa" (oh be) diyor, bir de "barda" (bardak) ve "önlü" (önlük), ve böyle yarım yamalak 100'e yakın kelimemiz oldu, sayamıyorum artık. Yalnız, bazı harfler yok hala: f, p, r, s, z, nerdesiniz sorarım size...

Başka bir enteresan olay da ortamda olmayan bir şeyin ismini söyleyebilmesiydi. "Du" dedi mesela, verdim lıkır lıkır içti, susamıştı çok. İsimlerde epey yol katetti, fiillere geçti artık, sırada sıfatlar var galiba dedi T geçen gün, bakalım ne gelecek [hemen güncelleme yapayım, edatlar geldi: "orda" ve "burda". Sanırım sıfatlar en son gelecek, hatta burdan bir kehanette bulunayım: isimler, fiiller, edatlar, zamirler, sıfatlar, zarflar; olabilir mi acaba?]. Şimdi fiillere dönecek olursak, çok güzel "bittiii" diyor mesela; herşeyde kullanıyor bu bittiyi. "Meme meme" diye saldırıp göğüslerimi fora ediyor orda burda, doyunca da "bittiii" diye aşağı indiriyor kazağımı. Biten ne acaba, onun memeyle işi mi, yoksa süt mü? Bozuluyorum ama! Ama iyi tarafından bakmaya çalışıyorum: belki de sadece "bittii" demeyi seviyordur kerata. Sonra "otuy" diyor, kendi çıkıp oturamadığı yerlere. Oturtuyoruz, 3 saniye sonra aşağıya iniyor. Maksat hareket olsun.

Vücudumuzu tanıyalım çalışmaları da çok hızlı sonuç verdi: artık göbeği dahil her yerininin ismini söylüyor, ama göbeğini daha büyük bir gururla söylüyor--en önde o gittiği için galiba ;) Bir de artık sevdiği kitaplarının isimlerini söylüyor, "hoo wöo" diyor, şarkısını da söylüyor; "Aatuy" (Arthur) diyor, en çok onu seviyor. Flap book diyorlar, [türkçesi ne acaba?]; hırsla bütün kapakları kaldırıyor gerbili bulmak için. Zaten ben neyi sevmiyorsam, bir kusur bulup eleştiriyorsam o gidip büyük bir coşkuyla ilgileniyor, onuyor :) Flap booklarla bir problemim yok ama bunun illustrasyonları benim şekillenmiş zevkime pek hitap etmiyor yazık ki. Ama onun sevmesi önemli tabii, sanırım bu tarz kitaplardan daha çok almalıyız bu ara. Bir araştırayım bakayım; var mı güzel öneriler?

Yaa günlük, işte böyle. Ne garip şey şu annelik. Eskiden çocuklarını öven, yaptığı en küçük şeyi dahi anlatan annelere bir anlam veremezdim, çok sınırlı gelirdi sohbetleri. Gel gör ki anne olunca, hele de ardı arkası kesilmeyen ilklere sürekli şahit oldukça duramadım ben de, çok güzel bir duyguymuş. Gururlanmak değil de ilkleri yaşamak ve paylaşmak için içi içine sığmamakmış annelerin anlatıları. Ben de yazayım dedim, bir yerlerde bir kaydı olsun istedim, ne de olsa yaşanmayacak bir daha. Önemsiz gelecek belki sonrasında. Ya da utanacak yavrum. Hatırlıyorum da annemiz bizimle ilgili bir şey anlattığında bir ortamda, nasıl sinir olurduk, nasıl kızardık ona. Bazen düşünüyorum, ergenlik çağına geldiğinde o da sinir olacak bana, hayatın kanunu bu biraz da. Ama bilmesini isterim ki, o bana ne kadar kızsın ona olan sevgim hiç değişmeyecek, ne olursa olsun onu "limit n sonsuza giderken ÇOK üzeri n" kadar sevmeye devam edeceğim. Sen ona anlatırsın bunu, olur mu?

January 14, 2010

"Help God It's Monday!

Yeni dönem başladı :( Hiç hazır değildim oysa ki! Okuyacak/yazacak, gidilecek/yapılacak o kadar çok şey var ki! Kış tatilinde Florida'ya dayımı ziyarete gitmiştik, Cumartesi gecesi geldik, Pazartesi okul açıldı :( "Help God It's Monday!" diye bağırmak istedim tüm gücümle. O sırada Kurabiyegiller'in şu yazısını gördüm; biraz da iyi tarafından bakmaya çalışayım deyip bastırdım içimdeki çığlığı...

Aslında bu HGI Monday's (Help God It's Monday) fikri 3 yıl önce Amerika'ya ilk geldiğimizde tezahür etmişti bendenize; ama bir türlü hayata geçiremedim. Burda 'dessert' (tatlı) dedikleri şeyleri görünce, dedim ki burada bir pastane açsam, adını da HGI Monday's koysam, Pazartesi sendromu yaşayanlara dondurmalı baklava, anasını/yavrusunu özleyenlere sütlü nuriye, sevgilisinden ayrılanlara bol çikolatalı bir sufle, hasta olanlara fırın sütlaç, kafası karışık olanlara aşure, canı sıkılanlara çeşit çeşit kurabiye, pasta (ballı bademli, çikolatalı, vişneli, kestaneli, karamelli, krokanlı, profiterollü ve daha niceleri); ama hepsi gerçek, gerçek pasta yani, böyle kek üstü krema kandırmacası değil! Ah, ah! Ne güzel olurdu burda pastane tadında bir yer olsaydı, cup cake ve cookie'den başka bir şey sunsaydı :(
Özledim pastane kokusunu özledim,
Özledim poğaçaları, tatlıları özledim,
Özledim memleketimi, herşeyini özledim,
Gel dedim yaz dönemi, hala gelmek bilmedin!

January 9, 2010

Uyku Final: Yaşasın Özgürlük -- bi' de rahatlık :)

Başlıktan da anlaşılacağı üz're, finalimiz mutlu sondan ziyade özgür ve rahat bir sonla bitiyor. Aslında pratikte bitmiyor tabii; ama birtakım fiziksel ve zihinsel düzenlemelerle boyut değiştirip kafalardan çıkıyor. Şöyle ki, çokça okuyup çokça yazdıktan sonra geri dönüp baktığımda aslında bu sorunun daha çok dönemsel ve 'olaysal' olduğuna kanaat getirdim ve biraz olsun rahatladım.

6 ay civarında başlayıp 9-10 aylıkken artan ve bebeğin hayatındaki tüm değişimlerden nasibini alan uyku sorunsalı, genellikle bebeklerin artık bir birey olmaya başladığı dönemlerde tepe noktasına ulaşan; ve hastalık, seyahat, kreş, iş, diş gibi olaylarla birebir etkileşim içinde olan bir fonksiyon adeta. Buna göre; u, uyku; D, dönemler kümesi; O da olaylar kümesi olursa,



Evet, bu fonksiyonun çeşitli çözümleri var. Örneğin çocuğunuza kendi kendine uyumayı sıkı bir eğitimle veya onu ağlatarak, aslında daha çok da bezdirerek çözebilirsiniz. Ancak bizim gibi, bu tarz yöntemlerin problemli olduğunu düşünüyorsanız ya da içiniz elvermiyorsa, yatağınıza yattığınız zaman ondan ayrı yatma fikri sizi daha da uykusuz bırakıyorsa çok zor... Aslında bu yöntemleri kullananları da zan altında bırakmak istemem. Çünkü, ben de diğer herkes kadar gördüm ki saat başı uyanan bir çocuğu uyutmaya çalışmak gerçekten çok ızdırap verici olabiliyor; hele ki benim gibi 80 tane işi aynı anda yapmak isteyen mükemmelliyetçi bir anneyseniz --ki sanırım bu yeni dünya sisteminin herkes için çok katı/yoğun bir hali artık.

Peki biz ne yaptık, 'final'e nasıl geldik?
Birinci ve en önemli şey paylaştık, paylaşıyoruz. Herşeyi eşit bir şekilde paylaşıyoruz. Öyle excel chartı falan tutmuyoruz tabii ki --bunu yapanlar da varmış:) Çocuk söz konusu olunca program işlemiyor; ya da belki biz düzenli işlerde çalışmadığımız için, öğrencilik hayatı öyle icab ettiğinden... Evet 9-5'ten çok daha fazla çalışmamız gerekiyor ama en azından programlarımızı bebişe göre ayarlayabildiğimiz için ve çok sevdiğimiz bir kreşten part-time destek alabildiğimiz için çok şanslıyız.

Şimdi birimiz uyutursa, diğerimiz gece kalkıyor; gece çok uykusuz kalmışsa kalkan, "Dönemler" veya "Olaylar" yüzünden, sabah diğeri bebişi alıp kahvaltı hazırlıyor; yoksa dersi erkenden sallana sallana yapıyor ki daha çok uyusun gece kalkan. Bu da yine, herkesin dönemsel ve olaysal yoğunluğuna göre değişebiliyor. Ama uykudan oyuna, bebişin bakımından ev işlerine paylaşmassak olmuyor; ne bebiş yetiyor kimseye, ne biz yetiyoruz hiçbir şeye.

Gelelim uyku finaline. Öncesinde de vardı ama 6 aylıkken sorunsal olarak sahneye fırlamıştı kendisi, 9-10 ay civarında da en heyecanlı kısmı başladı, sonra uzun araştırmalar, okumalar, denemeler... Şimdi geriye dönüp bir bakınca bu dönemlerin aslında hiç de tesadüf olmadığını görüyorum. Altıncı ay, anne-babadan ayrı bir birey olmaya, kendi kendine oturmaya başladığı ilk dönemdi; ayrıca bebiş için hareketli günlerin başladığı bir tr gezisine çıkmıştık; 2,5 ay boyunca bambaşka yerler ve insanlar gördük, pekçok farklı deneyimler yaşadık. Bu zamanlarda geceleri 3-4 kez kalkıyordu ve her defasında da emerek uyuyordu. Gezi dönüşünde o kreşe, biz derslere başladık. Onun için yine çok farklı bir ortam oldu; tanıdığı hiç kimse kalmamış, bambaşka bir yerde, bambaşka bir dille kalakalmıştı. 8,5 aylık olana kadar poposunu kaldırmaya tenezzül bile etmeyen, yüzüstü yatırdığımız saniyede avaz avaz bağıran bebiş, kreşe başladığı ilk hafta emeklemeye başladı mecburiyetten. 9-10 ay civarı artık iyice hareketlendi ve ilk kelimeleri de pıtır pıtır döküldü ağzından türkçe-ingilizce. Tabii bunların hepsi uykuya da yansıdı, bazen gece yarısı kalkıp yarım saat bır bır bır konuştu, bazen de ayağa kalkıp yürümek istedi. Bu dönemde geceleri 7-8 kez uyanıyordu ve her seferinde emmek istiyordu. Artık bu meme düşkünlüğü iyice artınca ne kendini ne beni uyuttuğu için doğduğundan beri yanımızda yatan YavruSu'yu beşiğine atmaya karar verdik ve kabus dolu uyutma seansları başladı. Bu dönemde Yatır/Kaldır metodunu denedik ancak şu yazıda yazdığım problemleri farkettikten sonra uygulamaktan vazgeçtik. Peki ne yaptık?

Özgür son:
Biz şimdi bütün yatakları yere indirdik. Pek çok bahane buluyorduk bir süredir ama sonunda kırdık zincirleri, hadi bakalım hayırlısı :) Şimdi bazen kendi yatağında uyuyor, ama çoğu zaman ya babasıyla ya da benimle uyuyor. Birbirimize sarılıp yatıyoruz hep birlikte.



Not: Sandığımızın aksine hiç düşmedi yataktan, kalkıp yürümedi de. Bazen kalkıp DoDo ismini verdiği köpeğini sayıkladı, biz gidip getirdik uyudu. Bazen de uyumadı ne yatağında ne yanımızda ama sanırım bunlar ateşten ve seyahatten kaynaklandı daha çok. Yani x'ler ve y'ler artıp dengemizi bozdu arada.

Rahat son:
Artık daha rahatız. Bir kere uyku konusunda cins bir bebeğimiz olduğunu kabul ettik. Gerçi babam 9 saatin bile bir bebek için normal olduğunu söylemişti ama sanırım biz kabul etmek istemediğimiz için başlangıçta "şu kadar aylık bir bebek ne kadar uyur" diyen kaynakları kafaya takıp bunalıma girdik, daha doğrusu ben girdim. Duyunca 3 saat gündüz uykusu uyuyan bebekleri derin bir ah çekerdik. Ne zaman ki bu durumu böyle kabullendik (11 aylıktan beri gündüz 1 kere 1 saat civarı, gece ortalama 11 saat), işte o zaman rahatladık. Şimdi yine duyunca uzun ve deliksiz uyuyan bebeleri birbirimize bakıp bir gülümsüyoruz ama ahlar geçti artık, rahatız. Aman iyi uyusun bebeler, uyusun da büyüsünler.

Mutlu son: 

Özgürlük ve rahatlık, mutluluğu da beraberinde getirdi tabii. Bu yeni dizayna en çok bebiş sevindi. Defalarca kendi yatağına, bizim yatağa çıktı indi. Biz de çok mutlu olduk :))) artık birlikte yattığımızda düşecek diye korkmadan rahatça uyuyabiliyoruz.
* * *
Gece yine kalkmıyor mu? Kalkıyor ama 7-8'lerden 1-2'lere düştü uyanma sayısı. İlk yatarken meme/mama-kitap-ninni ile uyuyor; gece kalktığında bazen ninni yine işe yarıyor, bazen kendi kendine dönüp uyuyor ama bazen de hiçbir şey sökmüyor bizim minik keçiye. 1,5 saat boyunca uyanık kalıyor sonra ya emiyor ya mama yapıyoruz ya da yine kendi kendine uyuyor. Ama şimdi bunların da dönemsel ve olaysal olduğuna olan inançla artık çok daha rahatız uyku konusunda. Birlikte uyuduğumuz dönemlerin tadını çıkarıyoruz doya doya :)

Önemli Not: Google Analytics'ten bu bloga "bebek uyku çıldırmak" arama terimleri ile girildiğini gördüğümde önce komik gelmişti; fakat sonra düşününce bu noktaya gelmenin hiç de zor olmadığını farkettim ki zaman zaman ben de geliyordum. Ama bu durumda yapılacak en iyi şey, bebeğinizle inatlaşmak yerine partnerinizden yardım isteyip ortamdan uzaklaşmak. Eğer bir partneriniz yoksa anne-babanız veya bir arkadaşınızdan yardım isteyebilirsiniz. Bunların hiçbiri olmuyorsa, sinirlerinizi yıpratmadan bebeğinizi odada bırakıp çıkın ve bir süre sakinleştikten sonra tekrar deneyin. Bu aşamaya gelindiyse, bu gerçekten herkes için en iyi çözüm olacaktır. Bir de uyku metodları arasında bana göre en demokratik ve insani olanı Elizabeth Pantley'in "No Cry Sleep Solution" metodu.

Tüm bebeklere ve dolayısıyla anne-babalara iyi uykular ve renkli rüyalar diliyorum. Uyusun da büyüsün yavrucaklar.

January 3, 2010

miniğim

Ve geçenlerde playdate olayına girdim ben de sonunda. YavruSu daha önce babasıyla karışmıştı diğer çocuklu babaların arasına ama ben ilk kez, okul tatil olunca fırsat bulabildim. Bir de tabii kreş olunca çok gerek olmuyordu, şimdi o da tatil. İyi oldu, bu vesileyle biraz sosyalleşmiş oldum ben de... Çok komik anlar oldu ama en komiği, hadi arkadaşını sev diyince, YavruSu'nun arkadaşının göbeğine doğru "hamm" diyerek koşmasıydı :))) Babamız demişti, kreşte ısırma vakası olursa ben muhatap olmam diye; ciddiye almamıştım ama haklıymış, böyle devam edersem olabilir yani. Çıkardım tabii yerim-ısırırım-ham üçlüsünü repertuvardan. Zor tutuyorum kendimi ama n'apalım :) 
* * *
Neyse gelelim televizyona. Bizim evde yok. Pek çok sebepten dolayı, tercih etmedik almayı. Bu yüzdendir ki geçen gece bir arkadaşın evinde, kendi yansımasını görünce üzerinde, "ayna" dedi YavruSu koskocaman plazma tv'ye :)

Vee bulaşık makinesi. Gerçekten çok güzel bir icat; bakalım daha neler yıkayacak?


* * *
Son olarak da kreş vakaları.
Kendisi şu anda Lamb1 sınıfında; 1 numaralı kuzu yani :) Sınıfın en büyüğü, anlatılanlara göre hanımağası bir nevi; kendinden küçük bebekleri sallaması bir numaralı vukuatı --biz hiçbir şekilde sallamıyoruz ama kreşte bouncing seatlerde sallayarak uyutuyorlar bebekleri, bizim yavru da yardımcı oluyormuş öğretmenlerine, "eksik olmasın" diyorlar :) Tabii biz sallanarak uyutulması istemediğimiz için de uyku saatinde cadı kesilip diğer çocukları da ağlatıyormuş bazen. Herkes 1,5-2 saat uyurken yarım saat uyuduktan sonra "all done!" diyerek uyanması, Lamb2 sınıfının kapısına giderek sürekli bağırmak vasıtasıyla kendini içeri aldırtması, içeri girdikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi kuzu kuzu oynaması diğer numaraları arasında...

Ögretmenine bile daha şimdiden “very interesting baby” dedirttin ya daha ben ne diyeyim sana?? Yürü be minik istiridyem! Senin gönlün hoş oldukça, üret böyle yıllarca…

January 1, 2010

Dünyayı güzellik kurtaracak --ve sağlık ve barış!

Yüreğim acıyor. Onun minik bedeni ateşler içinde yandıkça o kadar kötü hissediyorum ki, o kadar çok üzülüyorum ki... onun bedeni ateşler içinde yanıyor, benim yüreğim; birlikte yanıyoruz!!! Nerden çıktı bu ateş? Gitsin artık hayatımızdan! İstemiyoruz, hiç istemiyoruz. İki gün oldu hala 39,5'larda. Hiçbir şey yapmak istemiyorum, biraz yazayım belki rahatlarım dedim ama ellerim titriyor, boğazımda kocaman bir düğüm oldu, sanki ateşten, yutamıyorum. Yarınki doktor randevusunu bekliyorum, çıksın artık ortaya ne varsa. Tuttuğum loglara göre 21 Kasım'dan beri hasta. Enerjisi hep yerinde olduğu için pek önemsememiştik. 8 Aralık'ta kulağını çektiğini farkedince doktora götürdük, kulak iltihabı dedi, antibiyotik verdi, 1 hafta kullandık, geçti sandık, geçmedi, 21 Aralık'ta tekrar götürdük, tekrar antibiyotik, bu sefer daha ağırı ve daha uzun süre: 10 gün. Geçmiş gibi geldi başta. Ama geçmedi yine. Bir de sekizinci günün sonunda ateş başladı üstüne üstlük, 39.9'a kadar çıkınca tekrar doktora! Kulak iltihabı yine geçmemiş ama antibiyotikle de geçecek gibi değil. Antibiyotiğe rağmen ateş olması viral olduğunu gösteriyor dedi doktor; zaten çocuklarda gelişen kulak iltihaplarının onda sekizi viralmiş. O kadar antibiyotiği boşuna mı aldı yani o küçücük beden!!! Antibiyotiklerden nefret ediyorum, bakterilerden, virüslerden, tüm mikroplardan. Uzak dursunlar benim bebeğimden ve tüm bebeklerden. O minik bedeni ateşten yanarken ayakları buz gibiydi dün gece; avcumun içine aldım, üşümesin ayakları yavrumun. Bedenine dokunmaya korktum, yanıyordu alev alev. Daha çok ısıtmaktan korktum. Sarılıp yatamadım kuzuma, canım bebeğime, bitanecik yavruma... ama ayaklarını tuttum, hiç bırakmadım ayaklarını; sımsıkı tuttum; burdayım annecim dedim, seni çok seviyorum, öyle çok seviyorum kiiii...  bu sevgi tarifsizmiş gerçekten, anne olunca anladım. Yüreğim 'ana yüreği' olmuş, yanınca anladım.

Babam da, burdaki doktor da viral enfeksiyonlarda ateş üç günde geçer dedi, en fazla 72 saat sürermiş. Geçmiyor ki saatler, geçsin ateş. Ne kadar uzun sürüyormuş üç gün. Koskaca bir yıl geçti, 365+ gün sürdü, geçti; geçmiyor üç gün, anne olunca geçmek bilmiyor! Şimdi düşünüyorum da çocuklarını savaşa gönderen anneler ne yapıyor, nasıl bekliyor, nasıl dayanıyor diye. Olmaz olsun böyle dünya! Olmaz olsun bu savaşlar, bu ateşler, bu silahlar, bu hastalıklar!

Barış olsun, sağlık olsun, güzellik olsun! Dostoyevski'nin dediği gibi "dünyayı güzellik kurtaracak" çünkü, ve sağlık ve barış. Hadi be 2010, yap bi güzellik bize, herkese, tüm dünyaya, evrene --ve bi de Evren'e, en çok da yavrusuna; en azından iyileşinceye kadar, lütfen!

Güncelleme: Doktor kontrolünden şimdi geldik, kulak temiz, ateş normal, yuppi! Teşekkürler 2010, seni seviyoruz :)