December 30, 2011

Tek dileğim BARIŞ!

Hiç düşünmüyordum yeni yıla özel bir yazı yazmayı. İnanmıyorum çünkü bu yeni yıl safsatalarına. Madem iyi bir şeyler olması bekleniyor, bir şeylerin değişmesi isteniyor, bunu yeni yıldan beklemek, ertelemek niye? Her daim istenmeli, uğraşılmalı uğrunda, çaba gösterilmeli diye düşünüyorum. Aksi bana samimiyetsiz geliyor.

Buraya pek fazla kötü şeyler yazmak istemiyorum. Umutsuzluğa boğulduğumda yazmamayı tercih ediyorum. Çünkü umut dolu insanları, bir şeyler için uğraşan insanları demoralize etmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Onun yerine açıp akıntıya karşı kürek çeken insanların yazdıklarını okuyup cesaretimi toplamaya çalışıyorum. Ama bu sefer dayanamadım, yazıyorum. Gerçekten çok üzüldüm, çok üzgünüm...

Hergün reader'ı açıp haberleri okuyorum ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan savaşlar beni çok üzüyor. Yargısız infazlar, intihar saldırıları, tecavüzler, cinayetler, bombolama eylemleri, ekonomik kriz, depremler, sel felaketleri, baskılar, tutuklamalar, en fenası da bunlara karşı yaşanan akıl tutulmaları...

Evet, son olarak 35 gencin insansız savaş uçakları tarafından öldürülmesi!!! İnsan-sız!!! Sızım sızım sızlatıyor kalbimi. İçimde bir YETEEEEEEEEEEEEEEEER hissi uyandırıyor. Bu insanlar sivil ya da değil, masum ya da değil, önemli olan bu insanların kim olduğu değil. İnsanlar öldürülüyor! İç sızlatan yöntemlerle katlediliyor! Savaş tırmandırılıyor, şiddet meşru kılınıyor! Nereye gitti bizim konuşma becerimiz? Konuşarak anlaşan canlı türüne insan denmiyor muydu? Böyle öğretmişlerdi bize ilkokuldayken. İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa... Şimdi kokuşmuş bu insan bozuntuları, gerçekte var olmayan, hayali sınırlar için, kanla çizilmiş sınırlar için kirli savaşlarını meşru kılmaya çalışıyor! Ben kabul etmiyorum. Bunu kabul edemiyorum. Hiçbir savaş meşru değildir, hiçbir şiddet meşru değildir. Bu kan hepimizin kanıdır.

Nasıl olacak bilmiyorum ama diliyorum, barış diliyorum, yalnızca barış, hepimiz için barış, herkes için barış, hemen şimdi BARIŞ!

December 21, 2011

Yeni bir dönemin başlangıcı

Sonunda bir dönem daha bitti hayatımızda. Zorlu ve yoğun geçtiği için iyi bir tatili hak ettiğimizi düşünüp kendimizi güney sahillerine attık. Yolda YavruSu, iştahlı bir şekilde siyah bir adama bakarken "yiycem ben bu amcayı" dedi. "Hayırdır!?!" der gibi bakınca, "çikolata amca o, yiycem ben onu" diyerek mutlu mutlu yalandı :) Sonra bir de "gidicem ben" dedi, "uzaklara gidicem, giderken de sevgilim sevgilim diye şarkı söyliycem" (kendi uydurduğu bir şarkı). İşte dedik 3 yaşın kerameti buymuş :P Şimdiden sevgiliyle kaçma planları, ileride yandığımızın resmi... Neyse ben tatile çıkmadan kapanan dönemle ve başlayan dönemle ilgili bir yazı yazmıştım, geç olmadan yayınlayayım dedim. Dönem mi, güz dönemi değildi elbet ama gelen dönem sanırım bahar dönemi :)
* * * 
Sonunda şu meşhur 0-3 yaş döneminin sonuna geldik biz de. Sanki 18 yaşını doldurmuş gibi heyecanlıyız. Hep derlerdi de pek inanmazdım, her şey bir anda değişiyor diye. Daha önce yazmıştım, bizim CadıSu kendinden küçük çocuklara karşı karanlık birtakım duygular besliyor diye. Önceleri bu çocuklara karşı söylediği gibi kötü davranmasından çok korkardım. Fakat o bir şey yapmazdı. Sonra bu duygularının aslında çocuklara değil bana karşı olduğunu anladım. Nurtureshock kitabında okumuştum, kardeşlerle ilgili yapılan araştırmalarda aslında büyük kardeşin küçük kardeşe öfke duymadığını, onunla ilgili bir sorunu olmadığını, esas tepkisinin ailesine karşı olduğu yazıyordu. Yani böyle büyük büyük söylenirken aslında öfkesi banaydı. Çünkü bir yandan benden ayrışıp birey olmaya çalışırken bir yandan da hala içi gidiyordu. Üstüne ben de bu çelişkili döneminde, her zaman olduğu gibi çocuk gördüm mü dayanamayıp, ağzımın suyu akarak saldırıya geçiyordum. 

Dün de N.'yi görünce dayanamadım yine. Tabii başladı hemen bizimki: "ben N.'yi sevmiyorum, o gitsin" diye söylenmeye; ben de "ama bak o çok tatlı, seni çok seviyor" diye nutuk atmaya. Neyse sonra yemeğe oturduk. Bizimki sürekli N.nin yanında olmak istiyor. Dedim tamam artık, bu gece gitti çocukcağız; bizim cadı Su, ya bir yerini sıkıştıracak, ya kafasını tuttuğu gibi yemeğin içerisine sokacak... Sürekli gözüm üstünde artık. Ama neyse ki gayet sakin geçti. Yine de ben gözümü üstünden ayırmadım. Yemek bitti, sonra bizimki L.nin hediye ettiği ukulelesini eline aldı ve yılbaşı ağacının yanına kuruldu. Ortamın atmosferine uygun başladı Jingle Bells çalıp söylemeye. Sonra N. geldi yanına, "allah dedim bu sefer kesin gitti çocuk, kafasına ukuleleyi yiyecek, bir daha da yüzüne bakamayacağım annesinin-babasının... çocuk da nasıl tatlı bir minnak. Ve işte o an sihirli bir şey oldu, benim 3 yaşına henüz basmış kızım, bu sefer gitsin etsin demedi, "şimdi N.'nin turn'ü, N.çalsın" dedi. Biz bir sevindik. Özellikle de ben bir coştum, bir coştum :) Yalnız öyle coşmuşum ki T.'den uyarı geldi: "videoda yalnızca senin sesini duyulacak, bırak biraz da kızlar söylesin" diye. Hemen T.Su da uyardı, "only girls can sing, mommies and daddies sit" (sadece kızlar söyleyebilir, anneler babalar otursun) diye, neyse sonra dans etmemize izin verdi sağolsun sıpa. Ancak herkesin sakince yemek yediği restoranda 4 deli olarak damgalanmak istemediğimiz için sessizce yerimize oturmayı tercih ettik.


Yerime otururken kızımın biraz daha büyüyüp yeni bir döneme girmiş olduğunu anladım. Bu dönem psikolojide ödipal dönem olarak geçiyor. Çocukların anneden ayrışıp bireyleşme dönemi. Yalnız bu ayrışma öyle kolay olmuyor. Özellikle de kız çocukları için. Erkek çocukları anneden ayrışıp babalarını ya da hayatlarında başka bir erkek figürü varsa onu rol model alıp yollarına özgürce devam edebiliyor. Ama kız çocukları anneden ayrışmaya çalışsa da genellikle rol modeli yine anne olduğu için tam olarak bir ayrışma yaşayamıyor. Bir yandan ayrışmak ve kendisi olmak isterken, diğer yandan annesi gibi olmaya çalışıyor. Büyüyünce, "annem gibi olmayacağım, onun gibi davranmayacağım" derken hiç beklemediği bir anda içerisinden annesi çıkabiliyor. Bir dakika yav, bu annemin sesi değil miydi, ne işi var burada diyerek hayretler içerisinde kalırken aynı onun gibi kızdığını, onun gibi davrandığını görmesi başta biraz travmatik olabiliyor. Kız çocuklarının ayrışma süreci anneler için de zor aslında. Okuduğum şu makalede, annelerin genellikle kız çocuklarını kendilerinin bir uzantısı olarak gördüğünü, içlerinde hem annelerinden hem de kızlarından bir parça taşıdıklarını, hatta bazı annelerin fazlaca özdeşleşip sınırları kaybettiğini, kimin anne kimin kız çocuk olduğunu unuttuklarını söylüyordu. Bu dönemde anne de kendi çocukluk dönemine dönüyor ve kendi çocukluğunu yaşamak isteyebiliyormuş. Annesinin yaptığını düşündüğü yanlışları yapmamak ya da onun için yapmadığını düşündüğü şeyleri yapmaya çalışmak ama sonuçta kendisinde annesini bulmak mümkün olabiliyor/muş. Bazen de çocuk gibi davranabiliyor, partnerinden de ona annelik yapmasını bekleyebiliyormuş (sanırım bu dönemde cinsel ilişkiden soğumanın nedenlerinden biri de bu). 

Evet, anneler ve kızları arasındaki 'meşhur' ilişkinin temelleri bu dönemde atılıyor. Kız çocukları, bir yandan anneden ayrışıp ("anne bu oyunda yok, anne gitsin çamaşırlarla oynasın", "baba yıkasın ellerimi, baba yaptırsın kakamı, baba uyutsun beni") birey olmaya çalışırken ("ben yapıcam, kendim yapabilirim") bir yandan da hala anne gibi olmaya çalışabiliyorlar ("o senin kocan değil, o benim kocam, sevgilim, tatlişkom, herşeyim" hadi bu tamam da benim gibi pet takmak istemesi, hatta tuvalet kağıdından bir parça koparıp kilodunun içerisine koyup bütün gün ben de pet taktım diye dolaşması... :-) Ha bir de benim annem olduğunu iddia etmesi... Belki de ben çocuk gibi davrandığım için, olur olmadık şeylerde onunla inatlaştığım için... Ama sağlıklı bir ayrışma yaşanması için anneye çok iş düşüyor. Erkek çocuk anneleri bu dönemde çocuklarının daha bağımsız olmasını desteklerken kız çocuk anneleri kızlarını kendi uzantıları olarak görmeye devam edip onların bağımsız bir şekilde gelişmelerine engel olabiliyormuş. Sağlıklı bir ayrışma için annenin de çocuğu bırakması, kendisini çocuğu üzerinden tanımlamaktan vazgeçmesi gerekiyor; ayrıca çocuğun bakımına mutlaka başka insanların da dahil olması gerekiyormuş. 

Evet T.Su, istemiyorsan müzikle uğraşmak zorunda değilsin annecim, ama babanın izinden gidip matematiği de seçme :P Şaka bir yana kimsenin hayallerini yaşamak zorunda değilsin, kendin olacaksın, kendin olmalısın ve biz seni, gölge etmeyecek bir mesafeden, takipte olacağız. Ha bir de sevgilinle kaçacak olursan söyle olur mu ;) Yeni yaşın kutlu olsun canım kızım, seni çok seviyoruz!  

December 11, 2011

"Geri Dönüşüm" Muhteşem Olacak

"...Bir gün içerisinde ne kadar çok çöp oluşturduğumuzu fark ettiniz mi? Sabah içtiğimiz sütün kutusundan, akşam yediğimiz portakalın kabuğuna kadar her şey çöp kovasına giriyor ve şehir çöplüğünde birikiyor. Kendi çöpümüzü örnek alarak, Türkiye'nin ve Dünya'nın çöpünün ne kadar büyük bir kirliliğe neden olduğunu tahmin edebiliriz. İşte bu kirliliği en aza indirmenin bir yolu geri dönüşümdür. Kirliliği azaltmak dışında, geri dönüşümün daha başka iyi yönleri de var. Örneğin geri dönüşüm sayesinde bir ürün elde etmek için daha az doğal kaynak harcanır. Ayrıca geri dönüşüm için gereken enerji, yeni üretimdekine göre daha azdır. Böylece daha fazla elektrik santraline de ihtiyaç duymayız..."

Yazı, Burcu Parmak adlı genç bir yazar tarafından yazılmış, Çevreciyiz sitesinin Çocuk ve Çevre bölümünde yayınlanmış. Devamını buradan okuyabilirsiniz.

Geçen haftalarda Selen yazmıştı bir de: Var mı orjinal fikirler?
Sonra Evren yazmıştı: Kayın hanım, palamut bey ve kanatlı danslar topluluğu
Sonra yine Evren yazmıştı: Hindiba üretime geçiyor! Sen de var mısın?
Berceste cevap vermiş bugün: Suffolk Puff - Yo Yo Patchwork - Parmakları Çalıştırmak - Geri Dönüşüm
Yasemin yazmış dün: küçük adımlar :: küçük yaşta alınan kararlar dünyayı değiştirebilir 
Her Telden FadişMutlu Eller ve Nazan'ın Hobi Atölyesi zaten hep yazıyor, geri dönüşüm harikalarını. Blogları süper yaratıcı çalışmalarla dolu :) (Bu arada başka unuttuğum varsa lütfen yorumlara yazın, yazıya ekleyeyim link olarak)

Ben de gururla sunuyorum: Pek muhteşem geri dönüşümlerim :-)

Basamak

Eve gelen bir kolinin kutusu boşaltılır, içerisine yıllardır biriktirdiğiniz pek *kıymetli* makaleleriniz konulur. Sonra yavrunun doğum gününde gelen hediyelerden birinin paketi ile kaplanır. Kariyeriniz yavrunuzun ayakları altında çiğnenirken, 50 dolar vermekten kurtuldum diye sevinerek kendinizi avutabilirsiniz (ama sakın kazanma ihtimaliniz olan 50 bin doları düşünmeyin :P) Bir de uyarı: gün geçtikçe içindeki makaleler arada sizi rahatsız edebilir, hiç oralı olmadan yanından geçip gidin, görmezden gelin. İleride, yavrunuz büyüyüp size sataştığında, "senin için kariyerimi ayaklar altına aldım" diye trip yapmak için kullanabilirsiniz. 


Kalemlik



Ayakkabı kutusunun kapak kısmı kesilerek kutunun içerisine dikey olarak yerleştirilir ve bir bölmeye boya kalemleri diğerine makaslar veya tercihe göre kalem açacağı gibi şeyler konabilir. Bu pratik çözümün yanında bir de çocuğa çizerek istediği herşeye sahip olabileceği gösterilir. Bkz.: konuyla ilgili ilk resim. Christmas tree (noel ağacı) diye başınızın etini yiyen çocuğa al sana ağaç deyip çizilir. Sonra ağacı süslemesi için, boya kalemi, sticker vs. sağlanır. Artık o ağacı istediği gibi süsler ya da bizim şekilde olduğu gibi tembellik edip her şeyi anneye yaptırır, sonra anne o kadar uğraştı, gücenmesin gariban ben de bir şey yapayım bari diyerek lutfen iki tane süs eklenir. Ama yine de sevinirsiniz, hem kendiniz bir şeyler yaptığınız için hem de "geri dönüşüm" muhteşem olduğu için :)
İyi dönüşümler!

December 10, 2011

İbra-him/hör çıktı meydane!

Evet sonunda ibrahim ve ibrahör'le karşılaştık. Markete gitmiştik. "Annecim beni kucağına al!" diye korku dolu bir sesle bacaklarıma yapıştı. Şaşılacak şeydi; çünkü markette mümkün değildi böyle bir şey istemesi. Her zaman kendisi dolaşıp her şeyi incelemek ve tüm ihtarlarımıza rağmen ellemek isterdi. Eğildim, baktım, beti benzi atmıştı. "Ne oldu?" diye sordum. "Gidelim buradan! "İbrahim burada" dedi. Kimi kastettiğini anlamak için etrafıma bakındım. Ve hemen anladım. Görür görmez ben de ürpermiştim. Alımlı, kırk beş, elli yaşlarında bir kadındı; siyah uzun çok şık bir palto giymiş, kafasına da siyah kürkten bir Rus şapkası takmıştı. Aslında marketteki herkes gibi alışveriş yapıyordu. Ama o kesinlikle buraya ait değildi. Yok, daha önce hiç böyle birini görmemiştim bu markette --ve hatta bu kasabada. Bir ara yalnızca ikimizin gördüğünden şüphe ettim. Etrafıma baktım, kadının varlığından başkalarının da haberdar olduğundan emin olmak istedim. Ama o sırada etrafta kimse yoktu. Kadınla göz göze geldik, yüzünü incelerken bir yandan da gülümsemeye çalıştım. Öylece baktı bana. Dostoyevski romanlarından çıkmış gibiydi. Yüzü öyle çok şey anlatıyordu ki... Domates seçmek gibi sıradan bir işi yaparken bile kafasından bir sürü şey geçiyordu sanki. Bu arada bacaklarıma yapışan T.Su'nun sesiyle tekrar kendime geldim. "Annecim gidelim!"

Kucağıma aldım ve gittik, marketin başka reyonlarında gezinmeye başladık. Her şey normale döndü, kucağımdan indi ve yine neşeli bir şekilde bir o yana bir bu yana doğru koşturmaya başladı. Derken tekrar geldi, "annecim ibrahim!" diye bu sefer başka birini gösterdi. Bu, daha normal görünüşlü bir adamdı. İri yarı, uzun sakalları olan, genç biriydi. Ama yakından bakınca gözleri sanki çok yaşlı görünüyordu. Biraz ürpertici bir yanı vardı gözlerinin. Neyse, yine kucağıma aldım ve oradan da uzaklaştık. Sonra ikisini de bir daha görmedik. Sanki o an için oradaydılar. Bir görünüp bir kayboldular...

Sonuç olarak anladım ki, bu ibrahim bir kişi ya da belirli bir figür değildi kafasında. Sadece korkunç olanın adıydı.

Verdiği tepki, tıpkı Altın Kızlar'ın DVD'sini ilk kez gördüğü zamanki gibi bir tepkiydi.

- Bunlar kim? Çirkin kadınlar mı?

demişti. Korkunç, çirkin, vs. Ama bana hiç çirkin gelmemişti Altın Kızlar daha önce. Severdim onları. "Görünüşe göre yorum yapmayalım lütfen" dedim, "tanısan sen de seversin." Ama aslında onun sevgiyle ilgili bir sorunu yoktu. Öylesine gördüğü bir resim hakkında yorum yapmıştı. Fakat ben takıldım. Nasıl kibar olmayı öğretecektim, insanları dış görünüşlerine göre değerlendirmemeyi... Fakat o, birisini çirkin ya da farklı gördüğü için mesafe koymuyordu. Olduğu gibi kabul edebilirdi. Belki korkunç olanları biraz zamanla. Onlara karşı da gizemli bir ilgisi vardı, hem korkuyordu hem de tekrar tekrar bakmak istiyordu. Siyah insanlardan da ilk gördüğü zaman korkmuştu. Sonra kreşe gittiğinde az da olsa gördüğü siyah insanlar sayesinde alıştı, sevdi. Burada aileler çocuklarıyla ten rengi hakkında hiç konuşmuyorlarmış. Bunu yaptıklarında ayrımcılık olacağını düşünüyorlarmış. Oysa yokmuş gibi davranmak ayrımcılık olmaz mı? Anlatmak lazım bir şekilde, her çeşit, her renk insan var diye. İyi ki var diye. Gökkuşağı tek renk olsaydı ne zevki kalırdı yağmurdan sonra gökyüzüne bakmanın, cama yapışıp yağmurun bitişini beklemenin :)

December 4, 2011

İbrahör

YavruSu: ibrahim, ibra-him, ibrahim kız olunca ne diyorduk?
Evren: Nasıl yani? (içimden fesupanallah, yine çıktı meydana bu İbrahim; bir kız olmadığı kalmıştı...)
T.: ???
YavruSu: (tekrar sorar) ibra-him, ibra-him kız olunca ne diyorduk?
Biz T. ile: (birbirimize bakıp sırıtarak aynı anda) İbrahime, hehehe :)
YavruSu: Hayır, hani, him kız olunca ne oluyordu? ["him" İngilizce'de "onu, ona" anlamına geliyor ve erkekler için kullanılıyor]
Evren: Haaa, her oluyordu, her... (hör diye okunuyor)  ["her" de aynı adılın kadınlar için kullanılan versiyonu]
YavruSu: İbra-hör, ibrahör!
* * *
Bu ibrahim hikayesi geçen seneden beri vardı, ibrahör de aramıza yeni katıldı :P Nereden bulduysa, böyle hayali bir ibrahim var kafasında, arada onunla ilgili sorular soruyor. Hayır, Türkiye'de olsak, acayip şeylerden şüpheleneceğim ama burada yok öyle birisi. Birisi mi onu da bilmiyorum ya gerçi... Bir keresinde, "İbrahimler ner'de yaşar?" diye sormuştu. Bir "tür ismi" olabilir kafasında --kaplumbağalar, aslanlar gibi. Gerçi, başka bir sefer de "İbrahim siyah mı olur?" diye sormuştu. Aslında bir şarkıda geçiyordu ama şarkı çok eğlenceliydi. Sanırım sonradan aklında kalan ibrahim kelimesinin soundu böyle garip şeyler çağrıştırdı ona. En son bu sabah Sezen Aksu'yla, İbrahim'in siyah bir kıyafet giydiğini söyledi. Sezen Aksu CD'sini de çaldırmamıştı zaten geçen gün; "Kezen Aksu dinlemeyeliiim, o şarkıları ağlaya ağlaya söylüyoo" diyerek. Bu ibrahim ya da ibrahör de ağlak bir şey olabilir. Her kimse ya da neyse, bizden çok uzakta, yanımıza gelemez dedik ama ikna olmadı; meydanı boş buldukça, çekinmiyor, çıkıyor sahneye.

Okulda da çıkmış. Birkaç kere kaza olunca sorduk neden tuvaleti tercih etmediğini. Gidememiş, çünkü tuvalette monster (canavar) varmış. Öğretmeniyle konuşmuş; ona anlatmış; monster'ların çıkardığı sesi göstermiş (tuvaletin havalandırması). Evde de iki tane witch (cadı) var demiş. Haa dedim, mommy-witch ve daddy-witch (anne cadı ve baba cadı). Kadın benim çatlak olduğuma kesin kanaat getirmiştir artık. Öğretmeni bizimle ufak bir konuşma yaptı, Montessori'de neden fantazi edebiyatını tercih etmediklerini anlattı. Bu yaşta çocuklar fantazi ve gerçek arasında ayrım yapamıyorlarmış dedi. Oysa öyle güzel yapıyorlar ki... Hatta bizden duymalarına bile gerek kalmadan.

Evet, çocuklar biz anlatmasak da bu tarz figürleri kafalarında oluşturuyorlarmış bu yaşlarda. "Yatağın altında saklanan bir yaratık" fikri herkese tanıdık gelecektir eminim. Bizde o yaratıklardan bolca var, bazen ibrahim, bazen witch, bazen de monster olarak hayatımızdalar. O minik beyninin neresinde, nasıl dönüyor bilemiyorum ama çok acayip fantaziler üretebiliyor.

Ursula K. Le Guin'in o muhteşem kitabında okumuştum. Çocuk ve Gölge başlıklı makalesinde, Andersen'in bir öyküsünü yorumlamıştı. Öykünün söylediği çok kısaca, gölgesiyle yüzleşemeyen ve onu kabul edemeyen insanların kayıp bir ruha dönüşeceği idi.

Ursula Jung'dan yaptığı alıntıda diyordu ki:
"Herkesin gölgesi vardır. Bu gölge bireyin bilinçli hayatında ne kadar az vücut bulursa, o kadar çok koyulaşır."
Ne kadar az çıkarırsak gün ışığına, o kadar çok güçlenir ve saldırganlaşır.
"Sorun bende değil, onlarda. Ben canavar değilim, diğer insanlar kötü. Bütün yabancılar kötü, bütün komünistler, bütün kapitalistler. Benim ona vurmamın sebebi, onun beni bu hale getirmesi."
"Onlar haketti bu depremi", "benim çocuğum vurmuş olabilir ama sizin çocuğunuz başlattı", "hep onun yüzünden", "ben masumum hakim bey"...

Peki nasıl bu hale gelir insanlar? Bir çocuk nasıl bu hale getirilir? İçimizdeki o hayvan nasıl kapatılır? Açık bırakılırsa, 'hayvan'laşmadan tartışmak nasıl öğrenilir? Bir insanı zaaflarıyla kabul etmek çok mu zor? Çok mu zor, arkasından konuşmak yerine, suçlamadan, tehdit etmeden, açık açık, yüzyüze, aydınlık bir şekilde karşılıklı konuşmak? Çok mu zor birbirimizi anlamak? Kendi gölgemizi kabul etmek?

* * *
"Masalda "doğru" ve "yanlış" yoktur, belki de "uygunluk" diyebileceğimiz farklı bir standart vardır. Hiçbir koşul altında yaşlı bir kadını fırına itmenin ahlaki olarak doğru ve etik açıdan erdemli olduğunu söyleyemeyiz. Ama masal koşullarında, arketiplerin dilince, bunu yapmanın uygun olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda ne cadı yaşlı bir kadındır, ne de Gretel küçük bir kız. İkisi de ruhsal unsurlar, karmaşık bir ruhun ögeleridir. Gretel kadim çocuk ruhudur, masum, savunmasız; cadı ise kadim kocakarıdır, sahip olan, yok edendir; size kurabiye veren ve sizi bir kurabiye gibi yemeden önce yok edilmesi gereken annedir, yok edilmelidir ki siz de büyüyüp anne olabilesiniz. Vesaire, vesaire. Tüm açıklamalar kısmidir. Arketip açıklamayla bitirilemez. Çocuklar onu yetişkinler kadar iyi ve kesin biçimde anlarlar; hatta daha da iyi anlarlar, çünkü zihinleri kolektif bilincin geleneksel ahlakçılığıyla, tek yanlı, gölgesiz yarı gerçekleriyle doldurulmamıştır henüz."
Yani çocuklar gayet iyi bilir, ne fantazi, ne gerçek, hangi davranış uygun, hangisi değil. Bunu bilmeyen asıl biz yetişkinleriz. Korkuyoruz çünkü ruhumuzu özgür bırakmaktan, gölgemizle hiç yüzleşmediğimiz için, onu hep kapalı kapılar ardına sakladığımız için, bilemiyoruz serbest kaldığında ne yapacağını. Kimbilir belki de ibrahör olmak isteyecektir, ya da yıllardır içeride biriktirdiği tüm kötü düşünceleri kusmak birine. Yok yok, biz iyisi mi hayatın bize biçtiği rolü oynayalım, gölgemizi kapalı kapılar ardına saklayalım. Aynı replikleri, aynı sahneleri, her gün aynı şekilde, milyonlarca kere tüketelim. Aman ha fazlaca birbirimizin kapılarına yaklaşmadan, yüzeysel olarak. İçimizde fırtınalar da kopsa, gıcık da olsak bazı repliklere, bir daha, bir daha tekrar edelim --ki iyice otursunlar beynimize, tarih yazalım sonra "hepimiz beğendik" diye. Sonra da gidip kapalı kapılar ardında ne halt edersek edelim, özellikle de kendimizden güçsüz birine kusalım ki gölgeler imparatorluğuna bir kayıp ruh daha eklensin. Ve biz hiçbir şey olmamış gibi beğenmeye devam edelim kalanlarla.

Ya da, Ursula'nın dediği gibi kendimiz olalım, bütünüyle kendimiz...
"Genç varlık mutlaka korunma ve sığınma ister. Ama gerçeğe de ihtiyacı vardır. Bana öyle geliyor ki, çocuklara tamamen dürüstçe ve gerçeklere dayanarak iyilik ve kötülükten söz etmenin yolu, benlikten, iç, en derin benlikten söz etmektir. Bu çocukların başa çıkabileceği zaten başa çıktıkları bir şeydir; aslında büyürken tek işimiz de budur: Kendimiz olmak. Bunun ümitsiz bir iş olduğunu hissedersek ya da tersine hiç emek istemediğini düşünürsek başaramayız. Bir çocuk çaresizliğe ya da sahte bir kendine güvene zorlanırsa, korkutulur ya da pışpışlanırsa, gelişme güdük kalır ya da yolundan sapar. 
Büyümemiz için bize gereken gerçekliktir, insan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlüktür. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız vardır. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz: böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkâr etmeye daha az eğilimli oluruz. Fantazi iç benliğin dilidir. Fantazinin çocuklara ve başkalarına öyküler anlatmak için bana en uygun gelen dil olduğundan başka bir şey söylemeyeceğim..."

November 26, 2011

Övgünün ters etkisi ve tersinin tersliği

Masum bir 'aferin'le başlıyor her şey. Tek yaptığı şey yatıp ağlamak, meme emip ya da süt içip altına yapmak olan bebeğiniz bir anda bir şeye uzandığı zaman, ya da kendi kendine oturabildiğinde ilk aferinler de dökülüyor ağzınızdan. Çünkü çok seviniyorsunuz, onu bir şeyler yaparken görmek, ilk kelimelerini duymak, o halkaları o çubuğa geçirmesi size inanılmaz geliyor. Alışmamışsınız ya onu öyle görmeye... Sonsuza kadar ağlayarak bir şeyler isteyecek ve size yapışık bir şekilde yaşayacakmış gibi geliyor herhalde. Başlangıçta büyük bir coşkuyla söylediğiniz aferinler bir süre sonra dilinize pelesenk oluyor ve çeşitli amaçlarınıza alet!

Ama yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu koşulsuz aferinlerin sonu hiç de iyi değil. Po Bronson ve Ashley Merryman'in yazdığı NurtureShock kitabını okuyorum.

Park problemi
İlk kez T. ile YavruSu'yu parka götürme çalışmalarımız sırasında farketmiştik. Bir çocuğu yürüme mesefesiyle 5 dakika uzaklıkta bulunan bir parka götürmek ne kadar zor olabilirdi ki? Yaklaşık 1 saat kadar sürdüğünü farkettikten sonra bu işte bir iş var deyip olaya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya başladık. Bizim için amaç parka gitmekti, evet, hedefimiz belliydi, yürünecek yol belliydi ama bir türlü ulaşamıyorduk parka. Hadi gel de çöz problemi. İşte böyle, "hadi yavrucum," "hadi kızım" diye hadi'lerken habire, farkettik ki, yavrucuk yerlerdeki 'çer-çöp'ü kaçırmak istemiyor, ağaçlara sarılıyor, bulduğu bir dal parçası ile dakikalarca oynuyor, çiçekleri kokluyor, yaprakları inceliyor, sık sık tekrar ettiğimiz "park", "parka" kelimelerini duymak bile onu an'dan vazgeçirmiyor.

Bir süre sonra sorgulamaya başladık. Evladım nedir derdin; neden A noktasından B noktasına ulaşmak için bizi maymun ediyorsun??? Yürü git işte! --demedik tabii :) "Nedir bizi böyle hedef merkezli yapan, sürece değil de hedefe konsantre olmamıza neden olan, nedir?" diye kendi kendimize sorduk; zira, bizim yavrunun o dönemde ne A'dan ne B'den ne de maymundan haberi vardı. Bunları biz biliyorduk yalnızca, öğrenmiştik. Çaresizce bedenimizi saran, bu ne-olursa-olsun parka doğru ilerlemekten bizi vazgeçirmeyen hastalıklı halet-i ruhiye bizi yolda yürürken etrafımıza bakmaktan, yaşadığımız süreçten zevk almaktan alıkoyuyordu. Yoksa bu öğrenilmiş çaresizlik miydi?

Övgünün ters etkisi
Bronson ve Merryman'ın yazdığı Nurtureshock kitabının ilk bölümünde bahsi geçen araştırmalarda genellikle çocukların zekasını ya da herhangi bir konuda yeteneklerini övmenin ters etkileri irdelenmiş. Sürekli zeki olduğu söylenen çocuklar bir süre sonra denemekten vazgeçiyorlarmış. Uğraşarak, emek harcayarak bir şey yapmak istemiyorlarmış. Giriş sınavlarında en yüksek puanları alan çocuklar --yani gerçekten 'zeki' çocuklar-- karşılarına biraz zor bir şey çıktığı zaman hiç risk almıyorlarmış. Ve başarısız oldukları zaman çok büyük yıkıma uğruyorlarmış. Çünkü zeki olmanın doğuştan gelen bir şey olduğunu ve bunun da otomatik olarak başarılı olmalarını sağladıklarını düşündükleri için, böyle bir durumda kendilerinin aslında zeki olmadıklarını düşünmeye başlıyorlarmış ve bu durumu değiştirilemez görüp bazen depresyona bile girebiliyorlarmış.

Stanford Üniversitesinden Dr. Carol Dweck 5. sınıflarla yaptığı araştırmada, bu yaş grubunun yapabileceği kolaylıkta bir IQ testi hazırlamış. Ve çocukları random olarak iki gruba ayırmış. Testi yapan birinci gruba "bunu yaptığına göre zeki olmalısın", ikinci gruba "çok çalışmış olmalısın" denmiş. Daha sonra çocuklara iki farklı test seçeneği sunulmuş, birinin ilki gibi kolay olduğu, diğerininse ilkinden çok daha zor olduğu söylenmiş. Tahmin edin ne olmuş! Çabası takdir edilen çocukların %90'ı ikinci testi, yani zor olanı seçmişler. 'Zekiler' mi? Evet, ilk testi, yani kolay olanı seçmişler. Dweck'in çıkardığı sonuç, bu çocukların, kendileri için çizilen "zeki" imajını korumayı tercih ettiği ve bu imajın yıkılması riskinden kaçtıkları olmuş. Bu arada zekası övülenler grubundan ikinci testi seçen azınlık çok zor anlar yaşamış, epey ter atmışlar ve gerçekten acınası halde görünüyorlarmış. Çaba gösterdikleri için takdir edilenler ise testi çok sevmişler, her soruyla uğraşmışlar ve bu testin en favori testleri olduğunu söylemişler.

Dweck bu deneyi daha sonra daha geniş kitlelerle denemiş ve sosyo ekonomik sınıfa göre değişim göstermediğini görmüş. Kızlar ve erkekler için de aynıymış, tek farkla, en çok yıkılan grup zekası övülen en 'parlak' kızlarmış. Aman siz siz olun, kızınızı akıllı kızım diye sevmeyin, sonra "kızını öven, dizini döver" durumları olur, ona göre :P

Kitapta bunun gibi daha bir sürü araştırma örneği var. Birinde çocuklara beynin bir kas olduğu söylenmiş ve daha zor workout'larla gelişeceği; sonuçta bu fikri benimseyen öğrencilerin matematik notları yükselmiş. Başka bir araştırmada, çocukların aldıkları notları yazmaları söylenmiş, bu notları başka bir okuldaki çocuklara göndereceklermiş, isimleri saklı tutularak. Zekası övülen çocukların %40'ı yalan söylemiş, notlarını olduğundan yüksek göstermişler. Yine başka bir araştırmada zekası övülen çocukların daha çok kopya çektiği saptanmış. Çünkü bu çocukların başarısızlıkla başa çıkacak stratejileri yokmuş. Ve bunun gibi daha pek çok araştırmadan bahsediyorlar kitapta.

Tersinin tersliği
Peki terslik nerede? Evet, çaba göstermek önemli; evet zeka hiçbir şeyin göstergesi değil ve zeki olmak başarılı olmaya yetmiyor; ve evet, önemli olan sebat etmek. Ama bana ters gelen, bütün bu araştırmaların altında yine başarılı olmaya vurgu yapılıyor olması. Yani "çocukların çaba göstermelerini övelim de daha zor şeyleri denesinler, denemekten vazgeçmesinler ve sonuçta yine başarılı olsunlar" durumu.

Peki ya süreç? Süreçte neler olduğu, kimlerin düşüp yardıma ihtiyaç duyduğu, diğer canlıların giderek daralan yaşam alanları, sarılacak ağaçların hızla azalması, sonbaharda yerleri, dökülen yaprakların yerine çöplerin kaplaması, yediğimiz/içtiğimiz/soluduğumuz kimyasallar, ideolojik kazıklar... Bunlara ne zaman dönüp bakacağız, gerçekten ilgi duyup değiştirmeye çalışacağız? Çocuğumuzun hangi hareketini 'översek' gerçekten dönüşüm yaşayacağız? Böyle araştırmalar var mı acaba, bunları merak ediyorum şu ara...

Parka giden yolda...
Ama sanırım bu daha çok çocuğumuzun neyini övdüğümüzle değil, bizim nasıl yaşadığımızla ilgili. Süreçte neler olduğu çoğu zaman önemli değil bizim için. Hedefe kitlenmiş ilerliyoruz. Nedendir acaba? Giderek yalnızlaşan/yalnızlaştırılan ve kendine dönen insanın bencilliği mi? Sistemin getirdiği 'başarılı' olma hırsı mı? Parka birinci varınca bize madalya mı takacaklar? Ayrıca, taksalar ne olacak? Nedir bu hırs? 'Park' artık bir metafor tabii; çeşitli şekillere bürünmüş hedefler her yanımızda, her anımızda.

Aslında dönüp biraz çocuğumuza, çocuklara baksak, onları takip etsek? Tabii çaresizliklerimizi öğretmeden önceki hallerini. Çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz var. Unuttuğumuz, bastırdığımız, üzerine basılan, çiğnenen, ustalıkla parçalara bölünen, yavaş yavaş yokedilmeye çalışılan çok fazla şey. Ve bunları değiştirmek bizim elimizde.

Ama içselleştirmeden, hangi araştırmayı okursak okuyalım ezberci/yapay bir şekilde uyguladığımız sürece hiç bir şey değişmeyecek. Eğer biz yolda yürürken etrafımıza bakıyorsak, yanıbaşımızdaki insanları görüyorsak, dünyaya özen gösteriyorsak, 'başarı' hırsı sarmıyorsa dört bir yanımızı, hayatı insanca yaşamayı biliyorsak, işte o zaman, çocuğumuzun hangi davranışını övmemiz gerektiğini düşünmeye de gerek kalmayacaktır zaten.


November 16, 2011

Mavi/Blue

Teacher: What color is this?
YavruSu: Mavi
T: ??? Blue, this is blue.
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
T: Blue
Y: Mavi
Teacher: Moavee?
YavruSu: Yess, you got it!
T: ?!?!?!?!

Öğretmeni anlattı, Türkiye dönüşü YavruSu'ya mavi rengi öğretmeye çalışıyormuş ama bizimki baskın çıkmış, akşam almaya gittiğimde öğretmeni soruyordu "blue'nun Türkçesi moavee mi" diye. Dedim, biz çocuğu size Türkçe öğtretsin diye göndermemiştik ama... bir karışıklık oldu herhalde, neyse... :P Şaka bir yana, her gün eve bir yazı geliyor böyle: "bugün YavruSu çocuklara montlarını giymeyi öğretti", diğer gün "haftanın günleri şarkısını öğretti", başka bir gün "arkadaşlarının kıyafetlerini çıkartmalarına yardımcı oldu", vs. diye. E maaşa bağlasınlar bari, diğer öğretmenlere iş bırakmıyor.

Şaka bir yana, bizim kız sürekli öğretme peşinde. Sanırım bu doğuştan gelen bir şey. Çünkü daha 14 aylıkken, kreşte 2 numaralı kuzular (Lamb2) sınıfına transfer olacağı dönemde, öğretmeni geçeceği sınıfın öğretmenine "size 3 çocuk bir de asistan gönderiyoruz" demişti asistan diye YavruSu'yu kastederek. O zaman da öğretmenlerinin diğer çocukları uyutmalarına yardımcı oluyor, altlarını kontrol ediyormuş, kaka yaptılar mı diye. En son, "büyüyünce öğretmen olacağım, o zaman da birlikte öğretiriz yine" demiş öğretmenine.

Ama öğrenme derseniz, cık! Es kaza bir şey öğretmeye kalkalım, öyle büyük kriz çıkar ki vakti zamanında yaşanan Türkiye-Yunanistan krizi hiç kalır yanında. Ne haddimize bir şey öğretmek, nasıl yapıldığını göstermeye kalkmak!!! Oysa ne büyük hayallerimiz vardı, gitar öğretip orkestra kuracaktık, birlikte konserler verecektik. Şimdi bildiklerimizi de unuttuk sayesinde. Neyse ki okula gidiyor. Haftada 1 gün de müzik dersine gidiyor ve gelip bizi aydınlatıyor. Akşamları gelsin "circle time"lar, gitsin "group time"lar... Bir geliştik ki sormayın!

Bu arada o kadar laf ediyordum Montessori okullarına, ama bu sene döndük dolaştık sonunda biz de nasibimizi almaya karar verdik sevgili Madam Maria'dan. Eski okulundaki öğretmeninden sürekli negatif elektrik alıyordum. Bizim yavru da birkaç kez öğretmeninin bağırdığını söyleyince ipleri koparmak için etraftan bulabildiğim tüm kesici aletleri toplamaya başlamıştım. Başta dişlerimle başladım. İdare ve öğretmenin kendisi ile dişli konuşmalar yaptım ve okulla ilgili bulabildiğim kadar bahane buldum. Yok oyuncakların çoğu plastikti, kullanılan köpük sabunun içerisinde sağlığa zararlı maddeler vardı, sınıfın bir köşesine düşünme köşesi koymuşlardı, vs. Aslında bunların hiçbiri öyle büyük şeyler değildi... ah öğretmen iyi olaydı, kreş kar amacı gütmeyen sevdiğimiz bir işletmeydi.

Öğretmenin bu yaş grubu için özel bir önem teşkil ettiğini düşündüğümden hemen arayışlara başladım. Bir tane kooperatif kreş bulduk önce, fikir olarak çok hoşumuza gittiyse de ortam biraz kaotik geldi; 10 aile çocuklarına dönüşümlü olarak birlikte bakıyordu. Sonra eski kreşin müfredat geliştiricisinin Montessori okulu açacağını duyduk. Kadının çocuklara yaklaşımı hoşuma gittiği için daha yakından tanımak üzere hemen eve davet ettim. Kızı bizimkiyle birlikte aynı sınıfta bulunmuştu 3 ay; sonra ayrılıp ev okuluna geçmişti. Birkaç kez buluştuk. Kadının ve kızının bizim yavruyla ilişkisi çok iyiydi. YavruSu da seviyordu onlarla birlikte olmayı. Zaten önemli olan da buydu.

Sonra evlerinin iki odasını birleştirip küçük bir Montessori okulu açtılar. Yalnız diğerlerinden farklı olarak, ilk sene yalnızca 2-3 yaş grubunu aldılar. Biz de böylece, bu küçük ve sevimli okuldan nasibimizi aldık. Şu anda 6 kız öğrenci, 1 Montessori öğretmeni, bir yardımcı, bir de kütüphanede çalışmadığı zamanlarda yardıma gelen bir eşi var okulda.


Aslında hala şikayetlerim var Montessori okulu ile ilgili ve fakat bu okul farklı. Gerçekten farklı :P Ağızlarıyla kuş besliyorlar mesela. Şaka şaka :) Ama gerçekten de kuş besliyorlar, özgür kuşlar için minik kuş evleri var bahçede; bir de bir kedileri var. Çok büyük bir bahçeleri var; domates-biber yetiştiriyorlar çocuklarla birlikte; şimdi kış sebzeleri ekecekler; hatta geçen gün sarımsakla başlangıç yapmışlar. Hava ne kadar soğuk/yağmurlu/(henüz olmadı ama) karlı olursa olsun mutlaka her gün dışarı çıkıyorlar/çıkacaklar. Bunlar çok büyük artıları. Ayrıca ev bazlı bir okul ve tüm materyaller özenle seçilmiş, plastik yok. Ama en önemlisi YavruSu, hem öğretmenlerini, hem de arkadaşlarını çok seviyor. Öyle ki Cumartesi-Pazar bile bazen okula gitmek istiyor.

Ve fakat bayan pimpirik olarak ben hala özenle diken buluyorum üstüne basacak. Çocuğum bir yerlerde şablonlara mı sokuluyor, yaratıcılığı mı öldürülüyor acaba diye esiyor arada. Evet bu işin cılkını çıkarttım iyice :P Gerçi, Montessori'de diğerlerine göre minimum seviyede yönlendirme yapılıyor, en azından felsefesinin temeli bu: "child-led learning" yani "çocuk önderliğinde öğrenme, çocuğu takip etme". Bu gerçekten çok güzel bir felsefe! Ancak Montessori'nin felsefesini hayata geçirdiği dönemde, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, yani çocukları iş hayatına hazırlamaya yönelik bir program geliştirdiğini düşünüyorum. Zaten başta "oyun" değil de "iş" denmesi pek çok şey anlatıyor. Evet Montessori'de oyun yok, var. Kullanılan terim bu. Şimdi çocuk bize de gelip evde iş seçtirmeye çalışıyor, "you wanna choose your work?" diye başımızın etini yiyor. Yavrucum zaten bütün gün çalışıyoruz, evimizde bari iki dinlenelim diyoruz ama anlatamıyoruz :P Şaka gibi.

'İş'in şakası bir yana, gündelik hayatla ilgili ihtiyaçlarını karşılamayı öğreniyorlar. Farklı bir matematik ve edebiyat programları var. Örneğin harfleri ey-bi-si diye öğrenmiyorlar, çıkardıkları sesleri öğreniyorlar. Matematik müfredatı da ezbere yönelik değil; uzunluk, ağırlık, taneler, gibi deneyimleyebilecekleri somut şeylerle çalışıyorlar. Resim de yapıyorlar, müzik de. Güzel sesler çıkaran, gerçek enstrümanları var. Bahçede ekim dikim işlerini öğreniyorlar. Kısacası alternatif bir müfredatları var ve herkes hayatından çok memnun görünüyor.

Benim tek derdim, çocuklar yapmak istedikleri işi seçtiklerinde, önce öğretmenin göstermesi. Ben kendi çocuğuma bir şey gösteremiyorum ya, çatlıyorum :P Şaka bir yana, önce çocukların kurcalayıp çeşit çeşit oynama-yapma şekli keşfetmelerini tercih ederdim. Gerçi, geçen gün öğretmeni yeni gelen bir geometrik puzzle'ı incelemeleri için önce çocuklara bıraktı ama sanırım genelde önce kendisi gösteriyor nasıl yapmaları gerektiğini. Daha önce de pek çok kere yazmıştım, bir şeyi yapmanın, problem çözmenin, A noktasından B noktasına gitmenin en az bir yolu vardır diye... çeşitlilik güzel şey; tek bir yol, tek bir doğru, tek bir cins, tek bir cinsiyet, tek bir kültür yok bu dünyada diye... Bu tarz şeyleri çocukluktan itibaren öğretmenin yollarını aramalıyız, bunları hayatın zenginlikleri olarak göstermenin, takdir etmenin, öne çıkarmanın...

İşte budur derdim. Ama sanırım daha önce burada bahsedildiği gibi ailelerin tavrı önemli. Su'cuk oradan gelip bize "watch me and then" (önce beni izle sonra...) diye iş göstermeye çalıştığında mümkün olduğunca "bak böyle de olabilir" diye farklılıkları göstermeye çalışıyorum. Ancak, şu ara çok mümkün değil bayan natural-born-teacher'ın bunları kabul etmesi ama umuyorum ki ileride maviyi de kabul eder, blue'yu da, avgon'u da, երկնագույն'u da, kırmızıyı da moru da... Çok kültürlülük, çok dillilik, çok cinslilik, genel olarak çeşitlilik güzel şey, vesselam :)

November 9, 2011

Çırak

Çocuk kütüphanesinde staja başlayacağım ya, hemen konuyla ilgili çalışmalarımı hızlandırdım. Geçen gün öğle arasında hikaye anlatımı üzerine bir seminere katıldım. Önce biraz yabancılaştım. Aslında niye yabancılaşıyorsam?!? Ama ne bileyim, hep anlatılır ya eskiden doğal ortamda, doğal olarak anlatılırmış bu tarz şeyler diye. Hatta geçenlerde Bekar Anne yazmıştı blogunda:
"...ne zaman ki bizim toplum çekirdek aileye döndü, işte o zaman bu toplum çökmeye başladı. Ninelerden, dedelerden anlatılan masalları çocuklar dinleyemez oldu, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü yeni nesillere aktarılamadı."
Seminerde baktım ki bu iş, meslek olmuş, dizi dizi kitapları bile çıkmış, ah ah diye iç geçirdim --sanki dedemden nenemden hikaye dinlemişliğim varmış gibi.

Ama artık her şey biraz böyle değil mi aslında? Kurslar, dersler, workshoplar, seminerler,... Hayatı yaşamıyor da okuyor/izliyor gibiyiz yalnızca. Usta-çırak iyiydi. Giriyordun yanına ustanın, bakıyordun, yapıyordun, öğreniyordun ve uzmanlaşıyordun. Sonra da felsefeni yapıyordun usta olup :) Ama ne oldu, toplu eğitim dedikleri şey geldi, 80 tane şeyi aynı anda öğrenicem diye beynin yapısını bozuyorsun. Sonra yok konsantrasyon sorunu, yok ADHD, yok disleksi, diye bir ton 'hastalık' çıkarıyorlar başına, uğraş dur ondan sonra. Halbuki ne demişler, "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli." Sevgili Evren de bir yazışmamızda demişti "hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli" diye. Sayesinde 'yol'larda yürürken daha bir farkında bakmaya başladım etrafıma. Yalnızca doğadaki bitkilere, yapraklara, ormanlara, ağaçlara değil, O'nun yarattığı farkındalık tırnak içerisindeki yollarda da çok işime yarıyor ;)

Neyse, diyecektim ki, hayatta arayıp durduğun, oradan oraya koşup da bulamadığın şey işte bu. Tut ucunu bir şeyin, hakkını vererek uğraş, yap. Sonra ustalaşınca çıraklarına gösterirsin, felsefeni yaparsın. Ama yok, bizde illa bir şey olunacak. Bir vasıftan çok bir titr edinilecek. Daha çok konuşulan, yüksekten atılan o titrin isimleri olacak. Nasıl yapıldığı, hangi vasıfların gerektiğinden ziyade inatla isimleri konuşulacak. I can be anything kitabını o yüzden çok sevmiştim, o büyük isimlerle inceden alay eder gibiydi.

Şimdiki sistemde, bir konuda uzmanlaşmak için ancak doktora seviyesine gelmen gerekiyor. Orda da şanslıysan istediğin --dikkat! istediğini sandığın değil, gerçekten istediğin-- alanda çalışabiliyorsun. Ancak maalesef şu karikatürdeki gibi de olabiliyor bu işler:
En azından bir 10 yıl, en enerjik olduğun, öğrenmeye en açık olduğun rahat bir 10 yıl gidiyor. Oysa ben mesela daha ilkokul 2. sınıftayken seçmiştim kütüphaneciliği --kol çalışması olarak :) Öyle minikti ki sınıf kütüphanemiz; bir de kilitliydi, niyeyse?! Ama hala gözümün önünde sınıf kitaplarımızı özenle koyuşumuz... Aradan 20 küsur yıl geçti, ne oldum? Pardon "ne oldum" demiyorduk değil mi! Tamam düzeltiyorum: ne olacağım? Haaa, kazık kadar olunca böyle diyemiyor muyduk :P Napalım, hayat her zaman istediğimiz gibi olmuyor. Bazı yollar öyle çatallı ki, insan bir girdi mi kaybolabiliyor. Neyse, sonuç olarak önümüzdeki dönem çırak olarak başlayacağım ya, şu anda yok ötesi :)

Bu arada çırak demişken, aldığım derslerde çok ilginç okumalara ve tartışmalara maruz kalıyorum. Eğitim sektörünün içinde olanlar ya da bir şekilde bağı olanlar biliyordur belki, 'geleneksel' sınıf artık tarihe karışıyor! Yuppi! Bu arada geleneksel diye adı geçen geleneksel değil aslında, o yüzden tırnak içinde. Bu sınıf yapısı, endüstriyel 'devrim'den sonra ortaya çıkan fordist üretime dayalı işlere insanları çocukluktan hazırlamak için ortaya çıkmış. Sınıfların oturma planı da fabrikaların seri üretim hattı gibi dizayn edilmiş. Başta ayakta duran öğretmen, tek otorite! Ve karşısında aynı performansı göstermesi beklenen ama daha çok da aynı şekilde davranması beklenen içleri kıpır kıpır, başlangıçta kendileri de kıpır kıpır, sıra sıra çocuklar... Eğitim denen şey çoğu zaman faso fiso. Aslında otoritenin esas hedefi davranış. Hatırlayınız efenim, sınıfa 3 dakika geç geldiğinizde mi müdür muavininin odasına gönderilirdiniz, sınavdan ortalamanın altında bir not aldığınızda mı? Gerçekten öğrenip öğrenmediğinizi mi dert ederdi öğretmenleriniz, yoksa sınıfta nasıl oturduğunuzu mu? Offf neyse, bu konuları konuştukça tadım kaçıyor. İyisi mi ben yine güzel şeylerden bahsedeyim.

Ne diyordum, evet 'geleneksel' sınıf yapısı artık tarihe karışıyor. Pek çok dizayn firması usta-çırak modeline geri dönüyor. 'Tacit knowledge"denen, anlatılmaz çaktırmadan geçer/geçirilir bilginin, sosyal pratiklerde gizli olduğunu keşfeden şirket yöneticileri, sosyal etkileşimi ön plana çıkarıyor. Bazı şirketler Dunbar'ın numerosuna uyup 150'den fazla kişi olduğu zaman yeni bir yer açıyor (bir insanın istikrarlı ilişki kurabileceği kişi sayısı 100 - 230 arası imiş, genelde 150 kullanılıyor. Buna göre sosyal networkünüzü veya köyünüzü tekrar gözden geçiriniz. Amish'ler mesela 35-40 aile oldukları zaman bölünüyorlarmış. Bu arada konuyu feci dağıttım yine :P Sanırım benim de konu ve kelime sayıma bir sınır getirmem gerekiyor. Herneyse.)

Sonuç olarak diyecektim ki, piyasa bu şekilde konuşlanırken, eğitim sektörü de bu olanlardan nasibini alıyor. Çocukları rutin işlerde çalışmak üzere yontmak artık makul karşılanmıyor. Okullara insan yığmak, problemlere yol açıyor. İşsizlilk sorunu giderek büyüyor. Artık üniversite yetmiyor, hatta master, doktora yapanlar bile bazen iş bulamıyor, post-doktora yapıyor [evet sonunda doktoranın da postunu çıkardılar]. Durum böyleyken eğitim sistemi de dönüşüyor. Aslında çok da naif bir dönüşüm değil ama farklı yaklaşmaya çalışanlar da var. Örneğin, dünyadaki alternatif dalgadan feyz alan bazı aktivistler/veliler/eğitimciler de kendi sınırlarını zorluyor ve Amerika'da 'charter school' dedikleri okulları kuruyor, Türkiye'de bu insanlar, Başka Bir Okul Mümkün deyip tüm hızlarıyla çalışıyor. Ve bu değişim geleceğe dair umut veriyor. Ve daha bu konuda yazacak çok şey bulunuyor ancak ben yine bana verilen bu temiz sayfanın sonuna gelmesem de okuycu sabrının sonuna geldiğim için bu tartışmayı şimdilik sonlandırıyor ve diyorum ki çıraklık iyiydi, iyiydi çıraklık :-)


Önemli not: Bu resim sizi aldatmasın! Çırak olan tahmin ettiğiniz minik kişi değil kesinlikle :P 

November 7, 2011

Kütüphane Günlüğü

Çocuk kütüphanesinden daha önce bahsetmiştim. Bizim yavrunun en büyük eğlencelerinden biri, tabii bizim de. Önünden geçerken uğramadan edemiyoruz, kıyamet kopuyor. Hatta evde oynadığı hayali oyunlarda bile kütüphane var. Eline çantasını alıyor, "nereye?" diye sorduğumuz vakit, "kütüphaneye" diyor keratta keratta. Sonra çantasına kitap doldurup onları 'check-out' yapıyor ve eve getirip okuyor. Her hafta bir sürü kitap alıyoruz. Ve bazen acaba kötü mü ediyoruz diye düşündürtse de yavru [gece "kitaap kitaap" diye ağlayıp sabah gözlerini açar açmaz kitap okutur; es kaza kandırıp okumazsak kahvaltıdan önce asla unutmayıp evden çıkana kadar başımızın etini yer; yok eğer yine atlatıp güç bela evden çıkmayı başarırsak, unutmaz keçi, yanına alır kitaplarını, bu sefer arabada başlatır kabusu; "kitaaap kitaaap" diye birimizi -genellikle babayı çünkü beni araba tutar- yanına esir eder ve okula varana kadar kitap okutur \ bir de bunun müzikli versiyonu var, onu da sonra anlatırım ama hala ne "a"yı ne "do"yu öğrenebildi direngeç keçi :P], neyse kısaca, öyle çok seviyoruz ki kütüphaneye gitmeyi, çeşit çeşit programlara katılmayı, ağzında emzikle tüm harfleri eksiksiz söyleyen, ilgiyle anne-babalarının kitap okumasını dinleyen mini minileri izlemeyi, kitap alıp okumayı, film alıp izlemeyi, müzik dinlemeyi, orada karşılaştığımız çeşit çeşit insanlarla sohbet etmeyi, oynamayı, kısacası kütüphaneyle ilgili her şeyi çok ama çok seviyoruz. Eee bize ne bundan biz de bir sürü şeyi seviyoruz ama senin gibi böyle ilan-ı aşk etmiyoruz umuma açık yerlerde diyorsanız siz de haklısınız ama güzel bir haberim var paylaşmadan edemiyeceğim :)

Daha önce de yazmıştım, çocuk kütüphanesi üzerine çalışmak istiyorum diye. Ama danışmanım kabul etmemişti. Bizim bölümde doktora düzeyinde çalışan kimse yok diye. Bunun üzerine epey bir sıkıntı çektim, yeni konular aradım ama hiçbiri içime sinmedi. Sonunda, dedim ki, tek yol doktora çalışması değil. Doktorada başka bir konu çalışsam da kütüphane ile ilgili bir şeyler yapabilirim. Bizim bölümde çocuk kütüphaneciliği ile ilgili "Library Materials for Children and Young Adults" isimli dersi audit etmeye başladım, kütüphanede gönüllü çalışmak için başvuru yaptım ve bir aydır haftada 2 saat çalışmaya başladım. Ve de doktora derecesi için sayılmasa da staj başvurusu yaptım. Ve halk kütüphanesinin çocuk bölümünde staja kabul edildim. Evet işte mutlu haberim buydu: staja kabul edildim :) Tamam, henüz ortada bir şey yok gibi gözükebilir ama önümüzdeki dönem haftada 12 saat olmak üzere toplam 180 saat staj yapacağım ve işi tüm detaylarıyla öğrenmeye çalışacağım; yani ilerisi için umut var :P Ama önemli olan sonuç değil süreç tabii ki! Gelsin şimdi müzikli, yogalı, mum ışıklı hikaye saatleri; film, kukla gösterileri, örgülü kitap sohbetleri [evet bu konuda hala umudum var, görüyorsunuz pes etmiyorum --keçilik ters yönde ırsi olabiliyor muydu :P],  mini mini okurlar, zıplayan bebekler, harika birler, nağmeli ikiler ve daha neler neler :) Umarım dönüşte Türkiye'de de gönlümüzce bir kütüphane bulur, çalışırız kütüphanesever dostlarımızla birlikte. İnanıyorum kitaplarla büyüyen çocuklarla geleceğimiz aydınlık olacak. İnanıyorum buna; inanıyorum tüm kalbimle!

Kütüphanemizin geçen yılki bahar programı
(Büyük hali için buraya tıklayınız)

November 5, 2011

Zumbara

Akılları durduracak kadar kötü olaylar olmaya devam ediyor!!! Sanki tüm kötü damlalar birleşmiş de dalga dalga yayılıyor. Oysa benim temennim tam tersi olmasıydı... Beynim gerçekten dondu, bu kadar olay karşısında ne desem, ne yapsam boş geliyor. N.Ç. davası, KCK tutuklamaları, Van'da yaşananlar, hala savaşlar!!! Neyse ki direniş de dalga dalga yayılıyor! Kadınlar biraraya gelip eylem yapıyor, aydınlar imza kampanyaları düzenliyor, Tunus ve Mısır'da başlayan protestolar dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Önce Yunanistan aracılığıyla Avrupa'ya sonra da Wall Street aracılığıyla Amerika'ya yayılmış olan protestolar bizim ülkemize ne zaman gelecek merak konusu. Sanırım bizim ekonomik krizden önce halletmemiz gereken daha insani sorunlarımız var. Ama eğer Occupy Together hareketi başarılı olursa --ki Wallerstein 68'den bu yana et etkili sistem karşıtı hareket olduğunu söylemiş-- ve bu para sistemi çökecek olursa yandım ben :P Çünkü takas edebileceğim hiçbir yaşamsal becerim yok. İtiraf ediyorum şu fotoğraftaki tüm markaları bildim ve tüm yapraklara uzaylı gibi baktım.


Evren'in yanına mı gitsem çırak olarak, Bitkiler Dünyası'nı mı alıp okusam, ne yapsam? Kuzunun isteğiyle şu dikiş olayına gireyim dedim onu da beceremedim. Benim gibi insanlarla bu dünyanın sonu ne olacak çok merak ediyorum... Neyse ki akıntıya karşı kürek çeken bir sürü insan ve bir sürü hareket var.

Bunlardan bir tanesi de sevgili Ayşegül Güzel'in kurduğu Zumbara, yani zaman kumbarası. Zumbara, para yerine zamanın kullanıldığı sosyal bir değişim hareketi. Aslında, zaman bankacılığı (timebanking) konsepti ilk kez 1980'lerin başında Edgar Cahn tarafından Amerika'da ortaya atılmış. Şu anda 33 ülkede küçük topluluklar içerisinde kullanılan bir sistem. Ayşegül'ün Türkiye'de yaptığı biraz daha farklı; içerisinde sosyal network özelliğini de barındıran daha geniş kitlelere açık bir sistem.

Aslında bu sistemler biraz yabancılaştırıcı gibi gözükse de endüstrileşmeden önce yüzyıllarca varolmuş sistemler. O zaman, kimse kimsenin ne alıp verdiğini, kaç saat servis değişimi yaptığını tutmuyordur tabii. Ancak şu anda da herkesin birbirini tanıdığı küçük komünitelerde yaşamadığımız için bu sistemler işlevsel olabiliyor.

Sistem çok basit. Zumbara'ya üye olup arz ve taleplerinizi girip servis değişimine başlayabilirsiniz hemen. 1 saat istediğiniz bir servis verip, karşılığında 1 saat istediğiniz bir servis alabilirsiniz. Herkesin zamanını eşit kılan bu adil sistemde yok yok. Gitar eğitiminden permakültüre, refleksolojiden iç mimariye, web tasarımından doğal doğum derslerine, ve daha bir çok şey. Mesela, Ayşegül innovasyon metodolojileri hakkında yaptığı bilgilendirme karşılığında evinin avizelerini taktırtıp üzerine de pilates eğitimi almış :) Ama daha da önemlisi bir sürü dost kazanmış bu sistem sayesinde, alternatif ekonomiye gönül veren, dünyayı değiştirmek isteyen bir sürü insan. Daha ne olsun? :)


Zumbara: http://zumbara.com/
Zumbara'nın Günlüğü: http://zumbara.wordpress.com/

October 30, 2011

Damla, Gözyaşı ve Dalga

Eskiden tüm sular sakin sakin dururmuş. Ne dereler akarmış, ne de denizler dalgalanırmış. Tek işleri miskin miskin durmakmış su damlalarının. Ta ki, gökyüzünden bir yağmur damlası yeryüzüne düşene kadar...
* * *
Bir gün, meraklı mı meraklı, haylaz mı haylaz bir yağmur damlası, gökyüzünde fırtınalar estiren bir buluttan güçlükle sıyrılıp yeryüzüne doğru düşmeye başlamış. Deli dolu, şarkı söylemeyi çok seven bir damlaymış bu. Hızla inerken yeryüzüne, yolda gördüğü tüm kuşları, ağaçları, yaprakları, çiçekleri, her şeyi, herkesi selamlamış. Nereye düşeceğini çok merak ediyormuş. Sonunda bir dereye düşmüş ve diğer su damlalarının arasına katılmış. Başına geleceklerden habersiz, sevinç içerisinde yüzmeye başlamış.

Balıklar, kurbağalar, taşlar ve milyonlarca su damlası hep birlikte yaşıyormuş bu derede. "Yaşasın!" demiş yağmur damlası, "olamazdı bundan daha güzel bir eğlence." Taklalar atmış, bir o yana bir bu yana yüzmüş. Balıkların ağzından girmiş, üstünden çıkmış. Taşlar pek oralı olmamış ama onlar da çıkardıkları çoşkulu seslerle eşlik etmiş yağmur damlasına.

İşte böyle mutlu mutlu yüzerken yağmur damlası derede, bir de bakmış ki bir su havzasına gelivermiş. Karşısına çıkan bu büyük su birikintisine doğru heyecan ve merak içerisinde yüzerken, birden önüne konan kocaman bir kayaya toslayıp kalakalmış olduğu yerde.

- "Dur bakalım yabancı!" demiş kayanın öteki tarafında duran su damlası.
- "Yabancı mı?" diye şaşırmış, "Kendisi de bir su damlası değil mi ki? Yabancı da nereden çıktı?" diye düşünmüş.
- "Buraya giremezsin!" demiş kayanın ardındaki su damlası, "Burası bizim!"
- "Ama nasıl olur? Ben gökyüzünden geliyorum, rüzgar biraz daha doğudan esseydi, çoktan 'bizim' dediğiniz suların içinde yüzüyor olabilirdim. Hem hepimiz su damlası değil miyiz şu dünyada?"
- "Evet ama sen tatlı sulardan geliyorsun, burası tuzlu su bölgesi, buraya giremezsin!" demiş tuzlu damla.
- "Ama değil miyim ki ben de bir su damlası, istediğim yerde yüzerim, hakkım bu benim.
- "Belki ancak sen de bizim gibi olmayı kabul edersen, bir zamanlar tatlı su damlası olduğunu unutup bizim gibi yaşarsan" demiş tuzlu damla.
- "Ama ben bir yağmur damlasıyım ve böyle olmayı seviyorum! Artık lütfen izin ver de geçeyim."
- ...

Su damlaları bu şekilde atışıp dururken kayanın üzerinden, "Yardım edin! Yardım edin!" diye bir ses duymuşlar. Bir balık sesiymiş bu; acı içerisinde çırpınıyormuş kayanın üzerinde. Bir an önce suya girmesi gerekiyormuş.
- "İzin ver akmamıza" demiş yağmur damlası, "onu kurtarabiliriz, deredeki diğer damlalarla birlikte bu kayayı yerinden oynatabiliriz."
- "Hayır!" demiş tuzlu damla, "Asla olmaz! Bir balık için bu yol açılamaz. Üstelik o balık sizin tarafın balığı, mümkün değil buraya atlaması."

Onlar atışıp dururken yine bu şekilde, balığın sesi giderek güçsüzleşmiş ve bir süre sonra duyulmaz olmuş. Artık geriye kalan tek şey, su damlalarının giderek yükselen ve çirkinleşen sesiymiş. Bundan sonra da hep bu şekilde devam etmiş. Her balık sesi duyduklarında tekrar tartışmaya başlıyor, balığın sesi duyulmaz olduğunda yine aynı şekilde kendi sularının derinliklerine dönüyorlarmış. Giden balıkların sayısı bir bir artmış ama kimse hiçbir şey yapmıyormuş -konuşmaktan ve kavga etmekten başka.

O meraklı, yaşamayı çok seven yağmur damlasından da eser kalmamış. Artık ne balıklara, ne de taşlara ilgi göstermiyormuş. Kendi halinde öylece duruyormuş o da diğer su damlaları gibi, gün boyu miskin miskin. Balık sesi duyduğunda yine harekete geçiyor, ama balığın sesi duyulmaz olduğunda, eski haline dönüyormuş hemen.

Derken bunu gören insan türü, bakmış ki kimse ses çıkarmıyor balıkların gitmesine, neden benim olmasın diye düşünmüş bu balıklar. Önce sadece kayaya çıkan balıkları toplamaya başlamış. Daha sonra doymamış, denizdeki ve deredeki balıkları da toplamış. Bunun için özel aletler geliştirmiş. Artık her geldiğinde daha çok balık alıyormuş dereden ve denizden. Daha çok, daha çok derken deredeki balıklar bitmiş bir gün, denizdekiler de azalmış iyice. Daha fazla dayanamamış yağmur damlası, "Yeter artık!" demiş, "Görmüyor musunuz!?! Bir şeyler yapmalıyız, vakit geç olmadan balıkları kurtarmalıyız." Dereye ilk kez geldiği günleri hatırlamış, balıklarla oynadığı, taşların üzerinden atladığı, sevinç içerisinde bir o yana bir bu yana yüzdüğü günleri... hatırladıkça artmış üzüntüsü.

- "Benim yüzümden" demiş, "Benim yüzümden gitti tüm balıklar. Belki diğer su damlalarının yardımını isteseydim, belki öteki tarafın damlasını dinlemeden aksaydık birlikte, devirirdik şu kayayı ve kurtarırdık balıkları."     

Yağmur damlasının bu isyanını duyan deredeki su damlaları onun yanına gelmişler ve neler olduğunu anladıktan sonra ona yardım etmeye karar vermişler. Başlangıçta ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Kayanın üzerine çıkmaya çalışıyor ama başaramıyorlarmış. Her gün yeni bir su damlası ekleniyormuş onlara ve kısa bir süre içerisinde büyümüşler ve kayanın üzerine çıkacak kadar güçlenmişler. Artık ne zaman bir balık sesi duysalar, kayanın üzerine çıkıp hep birlikte süpürür gibi dereye sürüklüyorlarmış balıkları. Balıklar çok sevinmiş bu duruma. Tabii su damlaları da. Eski günlerdeki gibi neşe içerisinde oynuyorlarmış balıklarla neşe içinde. Ama kayayı deviremedikleri için hala bazı balıklara elveda demek zorunda kalıyorlarmış. Çünkü kaya çok büyükmüş ve her yerine erişemiyorlarmış. Belki ancak diğer taraftaki damlalar da yardım ederse yerinden oynatabilirlermiş kayayı. Ama deniz ahalisi pek umursamıyormuş bu yaşananları. Birden derinlerden gelen çok yüksek bir patlama sesi duyulmuş. Patlama sesi ve ardından gelen sarsıntıyla öyle bir sallanmışlar ki panik içerisinde kaçışmaya başlamış tüm damlalar. Onlar kaçıp gidince uzaklara, geride ne deniz kalmış ne dere... ne de neşe içinde yüzen balıklar. "Ah!" demiş bulut, "Sizi alıklar!"

Ertesi gün insan gelmiş, bakmış ne deniz var ne dere, ne de balıklar yerinde. "Benim yüzümden" demiş, "Benim yüzümden gitti tüm balıklar. Ne yaparım ben şimdi. Nasıl yaşarım balıklar olmadan, deniz olmadan, dere olmadan... Nasıl? Ama nasıl..." Ve iki damla gözyaşı düşmüş gözünden kayanın üzerine. Biri deniz tarafına akmış, diğeri dereye. Kumların içinden geçip yeryüzünün derinliklerine doğru gitmişler. Burada saklanan diğer damlaları bulup bir bir anlatmışlar. Anlattıkça hafifleyip gökyüzüne doğru uçmuşlar. Buhar olup rüzgara karışmışlar. Ve rüzgar olup esmişler hiç durmadan. Ne zaman bir bulut görseler daha şiddetli esmişler ki asi yağmur damlaları düşsün yeryüzüne, katılsın dalgalara, eşlik etsin akıntıya diye.

Çünkü rivayet o ki, gözyaşları hafifleyip çıktıktan sonra gökyüzüne, ardından gitmiş damlalar ve yaşamı yeniden kurmak için var güçleriyle çalışmışlar. Geride kalanlar olmuş elbet; güneşe hasret, yaşama hasret, dünyanın derinliklerinde, tek başlarına... ama büyük çoğunluk çıkmış yeryüzüne ve hatta kimisi gökyüzüne. Birleşip kaldırmışlar  kayayı. Ve bundan sonra karşılarına çıkan tüm kayaları.
* * *
Eee, masal bu ya, gökyüzünden düşmüş üç damla; biri dereye, biri denize, diğeri de dalga olmayı başaran, dalga dalga yaşamı yayan ve durmadan akan tüm insanların üzerine.


October 27, 2011

Çocuklara depremi anlatmak: Yurtdışında bir kütüphaneden kitaplar

"Deprem tüm doğallığıyla bizim düzgün yapmadığımız, düzgün yapılıp yapılmadığını denetlemediğimiz, parasını cebe indirip kendimizi adam sanmamızı sağlayan binaları yıktı. Biz bir kez daha “hazırlıksız” yakalandık, vergilerimizle kurulan kurumlar ve yetkilileri bir kez daha işi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar, biz bir kez daha enkaz altında kaldık. Yetişkinler nasıl bilinçlenir bilmiyorum; belki de bir serum icat etmek gerekiyor ama o işle de biz ilgilenemeyiz. Bizim işimiz çocuklarla, biliyorsunuz...." Devamını Bir Dolap Kitap'ta okuyabilirsiniz...

October 24, 2011

İnsanat Bahçesi

Geçen haftadan beri belki onbeşinci kez yazıyorum ama ne yazsam boş geliyor, kelimeler hep eksik kalıyor. Gerçekten diyecek söz bulamıyorum! Uzakta olunca daha zor oluyor bu tarz haberleri sindirmek. Hala sindirebilmiş değilim, böyle şeyler nasıl sindirilir onu da bilmiyorum gerçi ya... Daha önce insan olmaktan hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Kalakaldım öylece... Şuursuzluk mu bu, başka bir şey mi? Böyle bir ortama nasıl gelindi? Cidden kafam almıyor artık. Endişeliyim! Gelecek için çok endişeliyim. Van depreminde yaşananlar da cabası oldu. Esas sorunun insanlık sorunu olduğunu iyice ortaya çıktı. Bazen hayalini kuruyorum, bir "insanat bahçesi" olsa nasıl olurdu diye. Hayvanların insanat bahçesinde gezdiğini hayal ediyorum... Bir panda, yavrusuyla gelmiş mesela:

- Bak yavrum, bu da böyle bir insan türü...
- İnsanlar nasıl ses çıkarır anne? Ne diyerler?
- Bu türün ne dediği pek belli olmaz yavrum. Dünyadaki en garip türdür. Bir gün insanların ölümüne üzülüp "kan" derler "intikam" diye öterler, ertesi gün insanlar öldüğünde, "hak ettiler" derler sevinirler. Dünyanın en anlaşılmaz türüdür.
- Annecim korkuyorum ben.
- Ben de yavrucum, ben de korkuyorum, gelmişten, geçmişten, bugünden, gelecekten... ama neyse ki hepsi böyle değil insanların. Neyse ki hala birbirinin acısına üzülen, zor gününde yardıma koşanları da var. Ve iyi ki varlar!

Ve evet, bu türü genişletmek ve yaymak için yapacak pek çok şey var. Her yerde yazılmış zaten, belli adresler. Zor zamanlardan geçiyoruz. Zaman zihinsel kafeslerimizden çıkıp bir araya gelme zamanı. "Gerçekten susmamamız ve uyumamamız gerekiyor!"

------------------
Resim kaynak: http://theoperation.bigcartel.com/product/the-operation-human-zoo-signed

October 11, 2011

Alternatif oyuncaklar?

Evet, burada kargocular her şeyi kutu içerisinde getiriyor gerçekten. İşte yine böyle bir gün, 'kutucu'lar bize bir oyuncak getirdiler. Oyuncak almak pek adetten sayılmaz aslında bizim evde. En son oyuncağını ne zaman aldığımızı bile hatırlamıyorum. Yılda 1-2 kezi geçmez sanırım. Bir de doğumgününde hediye gelenler oldu 2 senedir, onların da plastik olanları (yani büyük çoğunluğu) geri dönüşüm merkezinde yerlerini buldu, o kadar.

Ammaaa gelin görün ki, bu anne nedense oyuncak ev konusunu saplantı haline getirmişti bir süredir. T.'yi de zorla kandırdı. "Çocuklar bu tarz oyuncaklarla çok uzun süre oynuyormuş ve çok seviyormuş, hem biz de nefes alırız arada, ayrıca bu bebek evleri çocukların dramatizasyon yeteneğini geliştiriyormuş, hem Amazon kartı da verdiler bana, ilk alışverişte 30 dolar da indirim [kek dediler bu, hemen bağlayalım] vs. vs." diye diye bir sürü dil döktükten sonra baba da razı oldu bu evi almaya.

Fakat anne hastalıklı olmayagörsün! 'Kutucu' evi getirdi, ailecek bu ev bir güzel kuruldu, mobilyalar ve oyuncak bebekler içine yerleştirildi, çocuk sevindi, baba sevindi ama anne üzgün! İçi içini kemiriyor:
- Ne gerek vardı bu oyuncağa! Çocuk güzel güzel hayali oyun arkadaşlarıyla ve çeşit çeşit canavarlarıyla oynuyordu, kendisini şekilden şekile sokuyordu, hatta kahvaltıda önüne konan peynirleri bile konuşturup oynatıyordu midesine doğru yolculuğa göndermeden önce. Ne güzel çadır almamayı başarmıştım, farklı farklı çadırlar yaptık her istediğinde, yeri geldi kendisi yapmaya başladı çadırları, çeşit çeşit. Şimdi bu ev... ve ah kafam!!! Çocuğun yaratıcılığını köreltmek için birebir! İçindeki her şey tamamen stereotip: "Dubleks evimizde 4 kişilik mutlu beyaz ailemizle birlikte lüks içerisinde yaşıyoruz, lala lala la la la" Aman ne güzel(!) Bravo size! 
Ve tabii bana! T. "bir tek oyuncakla çocuğun yaratıcılığına bir şey olmaz" dedi, "ben artık seninle uğraşamayacağım!" dedi, demesine ama ev yine de paketlenip kaldırıldı, yavruya da tatile çıktıkları bildirildi, belirsiz bir süreliğine, evleriyle birlikte. Orta sınıf değil mi ya, çıkarlar çıkarlar, istedikleri yere istedikleri eşyalarla birlikte, istedikleri süre boyunca gider bunlar! [Duyan da "Das Kapital" okuyoruz sanacak çocuğa uykudan önce. "Bak yavrum şu sakallı adam, Karl amcan; sınıf diyor, çelişki diyor... ha yok senin bildiğin sınıf değil bu başka... hayır yavrucum ittirmiyormuş arkadaşlarını; bu sınıf çelişkisi, arkadaşlar arasında olmuyor pek, üst sınıflar yapıyormuş... yok öyle üst değil..." :P]

"Bütün kalbiyle ve elleriyle"
Evet, bir oyuncaktan bir şey olmaz belki ama bunun arkası var, arkasında yatan şeyler var... Ben mi gereğinden fazla düşünüyorum bilemiyorum ama, bir kere gelen bebek figürleri son derece klasik bir aileyi canlandırıyordu. Anne ve kız etek giymiş, baba kıravat takmış, oğlan da klasik oğlan kıyafetleri giymiş, dubleks evleri en klasiğinden mobilyalarla döşenmiş, anne de mutfak kısmında resmedilmişti. Belki bunlar da alternatif şekillerde oynatılabilir, mutfağa hepsi birlikte girebilir, farklı roller canlandırılabilir, vs. tamam ama yine de ters olan bir şeyler var burada. Aslında derdimin ne olduğunu Mumuk Oyuncakçıda kitabını okuduysanız çok iyi anlarsınız.
“Gösteri bitti” diyor yaşlı palyaço.
“Fakat size söyleyeceğim bir iki şey daha var. Oyuncaklar ve çocuklar için çok önemli şeyler. Uzun zaman önce, çocukları çok seven bir marangoz yaptı beni. Çalışırken her zaman çocukları düşünen ve bütün sevgisini oyuncaklara aktaran bir marangoz. Oyuncaklar da marangozdan aldıkları sevgiyi, kendileriyle oynayan çocuklara verirlerdi. 
 Ama artık, oyuncaklar fabrikalarda yüzlerce, binlerce sayıda üretiliyor. Tamamen sevgisiz. Böylece onların da çocuklara verecek sevgileri olmuyor. Çok yazık tabii.” 
[Yazık tabii! Ayrıca bu binlerce üretilen oyuncağın yanısıra, yaratılan tüketim kültürünü ve akabinde oluşan çevre kirliliğini siz düşünün. "A kadın! Siparişi verirken aklın neredeydi" diyorsanız, e siz de haklısınız tabii... ah kafam ah!]

Kitabı bana arkadaşım Şirin önermişti. Onlar çok uzun süre severek okumuşlar, şimdi biz okuyoruz ve çok seviyoruz tüm Mumuk kitaplarını ve Selçuk Demirel kitaplarını. Bu kitap da gerçekten çok katmanlı, çok iyi işlenmiş bir kitap. Bir tarafta çok önemli meselelere değinirken oyuncakların gözünden, diğer tarafta Mumuk'un bebeğini adım adım dikişini görüyoruz. Bizim yavruya sordum geçen akşam, biz de Mumuk gibi dikelim mi bir bebek, ister misin diye, "evet hadi dikelim, şimdi dikelim" diye heyecanlandı bir anda. Hiç denemedim daha önce ama neden olmasın?

TRT 2'de bir program vardı; bir bölümüne rast gelmiştim, dede cevizin üzerine delikler açıp içini boşaltıp sonra ip geçirerek torununa yoyo gibi bir oyuncak yapıyordu. Var mı bu tarz alternatif oyuncakların nasıl yapıldığını bilen, kendisi Mumuk gibi "bütün kalbiyle ve elleriyle" yapmış/dikmiş olan, bu beceriksiz ve ahmak anneye uygun bir öneri sunabilecek olan? Varsa heyecanla bekliyoruz!

October 6, 2011

Pembenin fendi

Eskiden ne pembeyle, ne de maviyle bir sorunum vardı. Ne zaman anketlerde, orada burada en sevdiğiniz renk ne diye sorsalar, mavi derdim. Pembe hiçbir zaman 'en...' kategorisine yükselemedi ama öyle antipati duyduğum bir renk de değildi. Ta ki YavruSu için alışverişe çıkıp böyle ve de şöyle bir tabloyla karşılaşıncaya kadar! Sonra merak etmeye başladım, gerçekten bu renk seçimi doğuştan geliyor olabilir mi diye. Fakat ne benim çocukluğumdan hatırladığım herhangi bir renk hegemonyası vardı, ne de bizim yavrunun bu konuda herhangi bir tercihi. Erkek reonunundan aldığım kareli şortları, tulumları severek giydi yıllarca. Sonra bu yaz bir anda pembe çılgınlığı başladı. Şimdi geçti ama hala süslü püslü parlak şeyleri seviyor. Neden?

Feminist Philosophers blogunda gördüğüm bu araştırma gayet güzel anlatıyor nedenini: How Do We Predict the Future: Brains, Rewards and Addiction (Geleceği nasıl öngörüyoruz: Beyin, Ödül ve Bağımlılık):



Kısaca özetleyecek olursam, renk tercihi ödülle şekilleniyor.

Ödül mekanizması
Karl Von Frisch adlı araştırmacı, arılar üzerine çeşitli çalışmalar yapmış ve arıların renkleri seçebildiğini, kokuları hatırlayabildiklerini ve dahası buldukları o özel çiçeğin yerini arı dansı yaparak kovandaki diğer 'arkadaşlar'ına anlatabildiklerini keşfetmiş. Arıların hafızası çok güçlüymüş ve tek bir seferde %80 doğrulukla öğrenebiliyorlarmış [Dersi derste öğreniyorlar yani].

Herneyse; Karl Von Frisch, arılarla enteresan bir deney yapmış. Yuvarlak kaplara su koymuş, sadece birinin içerisine şekerli su. Arının biri ilk gün hemen keşfetmiş bunun yerini, mavi bir plakanın üzerinde duruyormuş. Ve hemen gitmiş dans ederek arkadaşlarına anlatmış bu durumu. Ertesi gün kovan ahalisi topluca gelmiş ve tahmin edin ilk önce nereye bakmışlar? Evet, şekerli suyun olduğu mavi kaba ama orada şekerli su yokmuş. Bu durumda, mavi renk ödülle özdeşleşmiş. Bu araştırmadaki renk kırmızı da olabilirdi, yeşil de, pembe de. Yani, aslında rengin bir önemi yok, önemli olan getirdiği ödül diyor Frisch. Arılar için şekerli su, bizler için belki iltifat, çocuklar için ilgi ve sevgi.

Bu araştırma neden bazı kültürlerde pembe rengin cinsiyet konusunda belirleyici olmadığını gösteriyor sanırım. Bulunduğumuz kültürde bir erkek olarak şu yandaki resmin içinde duruyorsanız vay halinize! Çoğunluk büyük ihtimalle "kalk len oradan, kız gibi olmuşsun, yakışır mı erkek adama!" gibi ifadelerle paylayacaktır sizi. Öte yandan pembeler içerisinde bir kız çocuğu iseniz, "ay ne şeker" diye sevilme ihtimaliniz oldukça yüksek. Eee çocukların da sevdiği bir şey değil midir ilgi ve sevgi! Bir nevi ödül mekanizması gibi işliyor yani.

Yalnızca çocuklar mı? Sosyal networklerde yer aldıysanız "like" ya da "follow" butonunun üzerinizdeki etkisini düşünerek ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Ya da bloglardaki yorum mekanizmasını! Bunlar herkesin hoşuna gidebilecek, güzel şeyler; bir nevi ödül yani.

Bağımlılık mekanizması
Fakat Terry Tejnovski'nin (bir önceki yazıda videoada konuşan bilim insanı) söylediğine göre bu aynı zamanda beyindeki bağımlılık mekanizmasını da aktive eden bir durum. Arılarınkine benzer bir mekanizma bizim beynimizde de varmış. Ve bu mekanizma arılarda octopamine bizde dopamine salgılanmasını sağlıyormuş. Bu dopamine de yaşamamızı sağlayan çok önemli bir hormon. Wikipedia'nın söylediğine göre pek çok şeye sebep: davranış, biliş, bilinçli hareketlerimiz, motivasyon, ödül ve ceza, prolaktin üretimi (süt salgılanmasına ve cinsel haz almamıza sebep olan hormon), uyku, mod, dikkat, çalışan hafıza ve öğrenme. Kısaca yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz her şey.

Bir de Serotonin varmış, buna benzer, nam-ı diğer mutluluk hormonu. Maymunlarda yaptıkları ölçümler sonucunda görmüşler ki Serotonin seviyesi yüksek olan maymun, topluluğun lideri oluyormuş. Alt seviyelerde bulunan bir maymuna Serotonin seviyesini yükseltmek için ilaç vermişler ve birkaç hafta içinde statüsü yükselmiş, ve sonuçta topluluğun lideri olmuş. Verdikleri ilaç da Prozac'mış. Serotonin seviyesi düşük kişiler yenileceklerini bile bile kavgaya tutuşuyor ve uzun vadeli düşünemiyorlarmış, sonucunu yıllar sonra görecekleri bir şey için fedakarlık yapamıyorlarmış [anlaşıldı neden şu paperı hala yazamadığım, ya da tam tersi, paperı yazamadığım için stres olup nasıl serotonin seviyemi düşürdüğüm]. Serotonin eksikliği aynı zamanda depresyon, anksiyete, uyku bozukluğu, yeme bozukluğu, kendine güvensizlik gibi pek çok şeye de sebep oluyormuş. Serotonin seviyesini düşüren şeylerden bazıları da: stres, uykusuzluk, yetersiz güneş ışığı, pestisitler ve kimyasallar, yetersiz beslenme. Tam bir kısır döngü yani!

Bağımlılık yaratan şeyler genelde dopamine ve serotonine çalışıyormuş. Tabii beyin, dopamine ve serotonin seviyesini sürekli yüksek tutmak için bu maddeleri tekrar tekrar sorar hale geliyor ve kısır döngü içerisine girip bağımlı dediğimiz kişilik ortaya çıkıyormuş. İçki, sigara, kumar vardı eskiden, şimdi baktım FBLA diye bir şey var: Facebook Liking Addiction (Facebook Beğenme Bağımlılığı). Yakında TFA çıkar (Twitter following addiction), sonra ILA, GP+1A, etc. Bloglar bence biraz daha farklı. Yorum yazmak güzel şey ama eminim çoğu blogcu zaten yorum yazılmasa da yazmaya devam edecektir, bunu çoğunlukla yazmayı sevdikleri için yapıyorlardır [Siz istemeseniz de yazacağım yani, kurtuluş yok :P]

Mutluluğun sırrı
Peki nedir Serotonin'i yükseltmenin, Dopamine dopinglemenin sırları? Prozac gibi ilaçlar değil şüphesiz. Çünkü basit bir mantıkla bu sefer de bu ilaçların bağımlılık yaratacağını görmek zor olmasa gerek. Çikolata diyorlar ama o bir yere kadar... Sonuçta şeker ve daha başka pek çok katkı maddesi var çoğunda, bir tarafı yaparken diğer tarafı bozuyor. Kaldı ki yenilen besinlerin direkt etkisi olmuyormuş. Egzersiz diyorlar; ve gerçekten bisikletle okula gittiğim ya da öğlenleri yüzmeye gittiğim günlerde kendimi ne kadar iyi hissettiğimi hatırlayarak onaylıyorum bu öneriyi. Ama egzersiz yaşamın bir parçası değilse, yani avcı-toplayıcı değilseniz ya da yaşadığınız çağda veya şehirde motorsuz taşıtlar pek tercih konusu olamıyorsa, o totoyu sıcak koltuğundan kaldırıp oradan oraya sallamak kolay olmuyor her zaman. Zaten termodinamiğin yasalarında yazmıyor muydu, atom bu, minimum enerji, maksimum düzensizlik ister diye. Hal böyleyken, yani insan da atomlardan oluşan bir organizma iken, gel de spor yap durduk yerde! Olacak iş mi?!? İşse evet aslında. Yalnızca spor değil tabii ki; yaptığınız iş, her ne ise, kendinizi kaptırıp saatlerce konsantre olabiliyorsanız, çalışırken yemek yemeyi bile unutabiliyorsanız, tamamdır. Sizi mutlu eden neyse onu yapmaya devam edin. Mesela ben yazma sürecini seviyorum. Her ne kadar çok geri plana atmış olsam da müzik yapmayı da seviyorum. Başka pek çok şey var sevdiğim. Sanırım üretim süreçleri genel olarak mutlu ediyor insanları. Ve genelde sürecin kendisi, ortaya çıkan sonuçtan çok daha önemli oluyor bu tarz işlerde. El işleri, ekim dikim, çizim, boyama, yazma (blog, kitap, program, etc.), oyun yapma, dans etme, müzik yapma... Facebook'ta bir şeyleri like etme :P Şaka bir yana sosyal networklerle de mutlu olunabilir, bağımlılık her zaman kötü olmak zorunda değil. Hele içer-döver türüyle karşılaştırılınca sosyal network bağımlılarının durumu peri masalı gibi bence. Ama eğer bağımlı olma durumu, başka şeyleri etkiliyorsa ve bu sizde mutluluk yerine sıkıntı yaratıyorsa, o zaman tehlikeli olabilir, dikkat, böyle bir durumda paragraf başına dön _↑ 

Sonuç olarak
Ne diyordum, nereden nereye geldim! Evet, pembenin fendi... Herkes ona 'şeker kız Candy' kıyafetleri giydiğinde gözlerini kısıp ağızlarını kocaman açarak, 'aaaw pretty!!!' ya da 'ayyy ne tatlı olmuşsun!!!' derse, o da bir dahaki sefere kıyafet seçerken bu tepkilerden etkilenebilir; doğaldır. Tabii ki önemli olan kıyafet veya renkler değil aslında. Bugün kıyafet, yarın beden, diğer gün davranış, ve nihayetinde düşünüş...Aslında belki de 'toplumun fendi' demek daha doğru, kimbilir!

September 25, 2011

Erkek olunca...

YavruSu'nun hayali bebeği ile konuşmasından: 
- Bak bebeğim, bu botları giyebilirsin... ama erkek olunca...

* * *
Ve anneyle diyalog:
Y: Anne, erkekler ruj süremez di mi?
A: Ne alakası var, isteyen herkes ruj sürebilir.
Y: Babam da sürebilir mi?
A: Evet, tabii ki sürebilir (içimden 'umarım istemez ama' :P) isterse neden olmasın!
Y: Evet ama anne olunca sürer, di mi?
A: ?!?!?!?!
* * *
"Anne olunca", "erkek olunca",... bu sene böyle şeyler oluştu kafasında. Sanırım yazın başladı. Her yaz olduğu gibi bu yaz da Türkiye'ye gittik. Orada gördüğümüz insanlar genellikle üstüne başına özen gösteren, makyajsız dışarı adım atmayan şık kişiler olunca, bizimki de 'vay be böyle bir yaşam da varmış, ne kadar da renkliymiş' diyerek balıklama daldı olaya. Artık anneanneye ruj sürdürmeler, komşudan oje istemeler, elbise dışında kıyafet, pembe dışında renk tanımamacalar... Vay be dedim, demek toplum böyle bir şeymiş! Ben bile bir noktada, dükkan dükkan gezip burada hayatta giymeyeceğim kıyafetleri almaya çalışırken buldum kendimi. Hoş ilk geldiğimde de buradakileri yadırgamıştım, bu ne özensizlik diyerek. Ama artık alıştım ve aralarına karışıp rahata kavuştum --annemin dediğine göre ise iyice paspal oldum :) Türkiye'de normal, halktan biri gibi görünebilmek için epey çaba harcadım. Hatta YavruSu'nun ısrarlarına dayanamayıp ruj bile sürdüm. Gelince normale dönmem çok uzun sürmedi neyse ki ama YavruSu malesef hala aramıza dönemedi. Geçen gün dışarı çıkacakken bir ara ortadan kayboldu, bir geldi ki palyaço gibi! Ne oldu böyle, hasta mı oldu acaba, yanağını mı çarptı diye telaşlandık bir anda. Meğer pastel boyaları alıp ruj gibi sürmeye çalışmış!!! Allahım, bu da mı gelecekti başıma??? Müstahak ama bana!!! O kadar artistlenirsem olacağı buydu! Yok tayt giydirmezmişim, yok pembe sevmezmişim... Al işte sana hem pembe, hem tayt: pembe tayt! Arkadaşım L. demişti ama zaten, "bu dediklerini sana çifter çifter yutturacak" diye... Bu kadar çabuk beklemiyordum ama! Aaah, ahh!

...derken, geçen gün başka bir enstanteneyle olayın iyi tarafını gördüm :) Dışarıya çıkarken bana yine 'zorla' elbise giydirdi KokoşSu. Sonra da
- ikimiz de elbise giydik, ama baba giymemiş, baba elbise giyemez, baba eksik. 
dedi. Bir an, vay be dedim, eksik etek diye kızlara derlerdi ama... Sevindim aslında içten içe; kendini eksik olarak görmemesi hoşuma gitti. Erkekleri böyle görmesi hoş değil tabii ama onu da konuştuk sonra. Dedim ki, herkes her istediği şeyi yapabilir, hatta erkekler birbirleriyle evlenip çocuk bile 'yapabilir'. Evlenmek de şart değil. İki babası ya da iki annesi olan çocuklar da var bu dünyada. Neden olmasın ki! Farklılıklarımız, bizi biz yapan, yaşamı güzelleştiren şeyler. Düşünsene dedim, herkesin aynı olduğu bir dünyada yaşamak ister miydin? Çok sıkıcı olurdu kanımca ;)

* * *
İşte "And Tango Makes Three" de farklılıklara dair yazılmış bir çocuk kitabı. New York'ta bir hayvanat bahçesinde yaşanmış gerçek bir olayı anlatıyor. Roy ve Silo iki erkek penguen. Her şeyi birlikte yapıyorlar. Birlikte şarkı söylüyorlar, birlikte yüzüyorlar, birlikte geziyorlar. Roy nereye giderse, Silo da peşinden gidiyor. Bakıcıları onların birbirine aşık olduğunu düşünüyor. Roy ve Silo diğer penguenlerin yumurtladığını görünce, kendilerine taşlardan yuva yapıyorlar. Taşların üzerinde oturup bekliyorlar ama bir türlü yumurtaları olmuyor. Her seferinde hayal kırıklığına uğruyorlar. 

Bunu farkeden bakıcıları, sonunda başka penguenlerin yumurtalarından birini alıp onların boş yuvasına koyuyor. Ve Roy ile Silo yumurtanın başında gece gündüz nöbet tutarak bir yavruya kavuşuyorlar. Ona Tango ismini veriyorlar, çünkü tango yapmak için iki kişi gerekiyor. Ve Tango da onları 3 kişilik bir aile yapıyor: "and tango makes three" ismi buradan geliyor. Sonraki sayfalarda her şeyi artık üçü birlikte yapıyor ve görüyoruz ki aile olmak için sevgiden başka hiçbir şey gerekmiyor  :)

Gerçekten çok sevimli bir kitap. Internette hakkında binlerce şey yazılmış. Öğretmenler için ders planları, çocuklara felsefe öğretmek için hazırlanmış sorular da var. Bu kitapla, geçtiğimiz yıl tam bu zamanlarda, bizim bölümün çocuk kitabı severlerinin aylık okuma toplantısında tanışmıştım. Konu, Eylül'ün son haftası olması dolayısıyla yasak kitaplar haftasıydı. Türkiye'de yok tabii böyle bir hafta; biz daha yazıya geçmeden henüz düşünce aşamasında icabına baktığımız için gerek de kalmıyor zaten(!) Neyse, bu hafta dolayısıyla, bazı eyaletlerin okul ve kütüphanelerinde yasaklanmış veya çokça tartışılmış kitapları okuduk. Kitapların yasaklanma ya da tartışılma nedenleri genelde seks, şiddet, küfür içeriyor olmaları ya da anti-aile, eşcinsellik gibi temalara sahip olmaları. Bu kitap da bir çocuk kitabı olarak homeseksüel ilişkiye yer verdiği için 2008'in en çok eleştirilen kitabı olmuş.

* * *
Alternatif ilişkiler, farklı yaşamlar olduğu/olabileceği küçük yaştan itibaren anlatılabilir çocuklara. Böylece, hem çocuk farklı seçimler yapabileceğini görür ve eğer kendisini farklı hissediyorsa, toplumun onun için biçtiği rolü zorla oynamak zorunda kalmaz, hem de bu tarz seçimler yapan insanlar için kullanılan saçma sapan tanımlamalar/tacizler ve yazmaya elimin varmadığı daha beter davranışlar tedavülden kalkar. Örneğin, Pırtık Tekir kitabında sevdiğimiz bir şeydi bu; Handan ve Bahar'ın lezbiyen olduğu ima edilmemiş olsa da iki kadının birlikte yaşaması, farklı yaşam biçimlerine yer verilmesi gerçekten çok güzel. Benzer durum, engelli insanlar için de geçerli. Animal Boogie kitabından bahsederken yazmıştım, bu tarz resimlerin/öykülerin kitaplarda yer alması çok önemli diye. Bizden farklı olan insanlar yabancı değiller, sıradışı değiller, hasta, bölücü, terörist, bağnaz, yobaz, kaçık, sapık, vs. hiç değiller. Hepimizin özü aynı, hepimizin özlemleri, umutları var, hepimizin eşit şekilde yaşamaya hakkı var! Ama bazılarımızın dertleri çok büyük. Birbirimizle empati kurmamız şart. Biz de 'farklı' doğmuş olabilirdik, hatta belki öyleyizdir ve belki de böylesi bizim için daha iyidir. Neden olmasın?



İlgili Yazılar:
Oğlum gay. Ya da değil. Umurumda değil, o hala benim oğlum. (Oğlu gay olan bir annenin blog yazısı)

Erkek yurdunda trans olmak. Pınar Öğünç, Radikal Gazetesi (29 Ekim, 2010).

Konuyla ilgili diğer çocuk kitapları: 
Teens Questioning Gender Identity and Sexuality. (Ilinois Universitesinden Lacy Spraggins'in hazırladığı cinsiyet meseleleri ile uğraşan kitaplardan oluşturduğu bibilografya)

Yasak kitaplar haftası ile ilgili linkler:
Banned Books Week web sitesi: http://bannedbooksweek.org/
Wikipedia'da Banned Books Week: http://en.wikipedia.org/wiki/Banned_Books_Week