December 28, 2010

Yenilikçi/Yaratıcı Yönetici

Kampüsteki insanlar sanki kitlesel olarak üretilmiş gibi bir örnek giyiniyorlar: UGG botlar & North Face montlar & North Face sırt çantaları. Montları, kotlarını veya taytlarını kapattığı için göremediğimden bir şey söyleyemeyeceğim ancak gözlemlediğim kadarıyla bu tür, pantolon olarak da ya kot ya da siyat tayt giyiyor. Komünizm için eskiden bir örnek giyiliyor diye anti propaganda yapan kapitalist bir ülkenin evlatlarını bu halde görmek bana cidden çok komik geliyor. Yazın, baharda, spor yaparken, gece dışarı çıkarken ve bilimum zamanlar için giydikleri kreasyonlar, kostümler hep aynı model. Bu aynılaşma sadece kıyafet için olsa iyi. Ancak ideolojik olarak da bir aynılaşma olduğundan söz etmek mümkün. Farklı görüşlere, kültürlere, ideolojilere açık olmayan, en iyi ihtimalle onları görmezden gelen, benzer yerlere gidip benzer yaşamlar süren insanlar vardır ya, işte bunların, o insanlar olmalarından şüpheleniyorum. Çocuklarına da aynı markalardan alışveriş yapıp aynı okullara gönderen, aynı ekolleri sürdüren insanlar...

Profesör Jeff Dyer, 3000 yenilikçi/yaratıcı yönetici üzerinde 6 yıllık bir araştırma yapmış. Bunlardan 500'ü ile birebir görüşmüş, diğerleriyle anket yapmış. Ve bu çalışma sonucunda bu insanları farklı kılan 5 ortak özellik bulmuş. İlki ilişkilendirme; birbiriyle ilgisiz gözüken sorular, problemler ve fikirler arasında bağlantı kurabiliyormuş yaratıcı yöneticiler. İkincisi soru sorma yeteneği (neden yönetici olamadığımı anladım; hala soru sorarken 50 kere düşünür, kalp atışlarımı anfiye bağlanmış gibi hissederim. Sen çok yaşa eğitim sistemimiz!). Neyse, bu insanlar, yani yenilikçi/yaratıcı yöneticiler (bu arada isme dikkat çekerim, pek artist, hem yenlikçi/yaratıcı, hem yönetici :P), bak yine dağıttım, tamam tamam yazıyorum; işte bu insanlar, "neden", "neden olmasın", "ya şöyle olsaydı" gibi sorular soruyorlarmış. Ben de şimdi soruyorum:  Neden yönetici olmadım? Neden olayım ki! İşte siz de böyle yaparsanız, sayın okuyucu, faka basarsınız :) Çünkü, ikincisi soru olacaktı, öyle benim yaptığım gibi tepkisel artistik ünlem işaretleri koyunca olmuyor. Her şeye tepki, her şeye tepki, olmaz ki! Kim sizi ne yapsın sonra, di mi :P

Herneyse, kısaca diğer özelliklerden de bahsedeyim ve konuma geleyim; zira korkarım yine uzatacağım. Ama burası bir blog olduğu için, makale yazar gibi araştırma sonuçları aktarmama gerek yok değil mi, isteyen, merak eden, açar, doğru düzgün kaynağından okur :)

Evet, kalanlarla devam edelim, can dostlar :) Şimdi, çok merak ettiğiniz üçüncü özelliğe geldik: detayları gözlemleme yeteneği; özellikle de insanların davranışlarındaki detayları --facebooktaki fotoğraflarını değil yani :P (en azından bu konuda adım atmışım :) Diğer özellik deney yapabilme; bu şahs-ı muhteremler, yeni deneyimlere açık, farklı dünyaları deneyimleyen insanlarmış. Ve son olarak da çok iyi ağlar kuruyorlarmış, balık ağı değil tabii deyip en köftesinden bir espri de sıkıştırayım araya, blog benim değil mi kardeşim, beğenmiyorsanız gidin araştırmayı okuyun :P Zaten bu maddeden de battım, facebooktan çıkmayacaktım, ah ah! :) Bu insanlar, kendileriyle çok az ortaklığı olmasına rağmen, zeki insanları bulup onları ağlarına alıyorlarmış. Gitti ağım, gitti, ben şimdi ne yapacağım :)

Neyse, yine konumuza dönecek olursak, araştırmacılar diyor ki, tüm bu özellikleri tek kelimeyle özetlemek isterseniz, bunun adı 'inquisitiveness'miş; küçük çocuklarda görülen türünden: meraklı, çok soru soran, başkaları hakkında bilgi edinmeyi seven, yerli yersiz sorular soran (seslisozluk diyor bunları :P).

Ve bu yetenek görüştükleri kişilerin %15'inde varmış. Söyleşi yapan kişi de buna şaşırmış, çünkü görüştükleri insanların hepsinin yönetici olması dolayısıyla zeki insanlar olduklarını ve hepsinin böyle bir yeteneği olmasını bekliyormuş (demiştim size zekanın bir önemi yok diye :P). Araştırmacılar da diyor ki, 4 yaşındaki çocuklara bakarsanız, sürekli soru sorduklarını, etraflarındaki şeylerin işleyişini merak ettiklerini görürsünüz (çocuğunuz 2,5 yaşında aynı şeyi yapıyorsa kesin dahidir, bir doktora danışınız, bizim burada konumuz değil malesef :P). Ancak diyorlar ki, bu meraklı, yerli yersiz sorular soran çocuklar, 6,5 yaşına geldiklerinde soru sormayı durdururlar çünkü hızlıca öğrenirler ki öğretmenler provakatif sorulardan çok, doğru cevaplara değer verirler. Sadece bizim ülkemizde böyle değilmiş (hemen bununla ilgili tespitlerimi yazabileceğim bir yazı başlığı açtım, burada daha fazla uzatırsam kafama gelecekleri görebiliyorum; pek de bir şey yokmuş, sanırım kimse kalmadı artık :P).

Neyse, ben yine de devam edeyim, içimde kalmasın, sonra dilim şişer falan. Değinmek istediğim aslında araştırmada geçen başka bir özellik idi. Bana bir Montessori öğretmeni vasıtasıyla ulaşan bu söyleşide geçen bir başka özellik de bu yenilikçi/yaratıcı yöneticilerin Montessori okuluna gitmeleri imiş. Bu yazıyı okuduğum sıralarda YavruSu'yu Montessori kreşine göndermek için kendi kendime bahaneler bulmaya çalışıyordum çünkü şu andaki kreşinden bir öğretmenleri yüzünden pek de memnun değildim ve alternatif olarak çok da fazla bir seçeneğimiz yoktu. Hemen T.ye bahsettim, dedim ki bak yeniklikçi/yaratıcı insanlar hep Montessori okullarından çıkıyormuş, o da okudu, dedi ki, bu insanlar yönetici* dolayısıyla bizim örnek almayı pek tercih etmediğimiz bir tipoloji!

*İşte aramızdaki fark bu :) Ben sıfatını görüyorum, o aslını. Neyse, tencere kapak ilişkisi dolayısıyla yıllardır geçinip gidiyoruz işte :P

Burada, yani Amerika'da, Montessori okullarına gidenler, zaten belli bir düzeyde geliri ve çevresi olan insanların çocukları. Ve bu insanların, üniversite dahil, eğitim paraları da hazır, networkleri de. İstatistik sonuçlarıyla benzerlikler bulmak bizi nereye götürür bilmiyorum. Şimdi bu araştırmayı okuyanlar düşünürler mi acaba, biz de çocuğumuzu Montessori okuluna gönderirsek, iyi bir işe girer ve yönetici olur, başarılı olur diye. Aman diyeyim, çok büyük yanılsama olur bu! Başarı, mutluluk gibi kavramları tümden reddetmek gerekiyor. Onların gizli olduğu şeyler yok. Bunlar sadece aldatmaca. İnsanları başarılı olmak için korkunç bir rekabet içine sokup bunu yaparken de küçük şeylerden mutlu olunuz diyerek avunmalarını sağlamaya çalışarak, gerçekleri görmelerine engel olan sistemin oyunları bunlar. Dikkat ediniz, oyuna gelmeyiniz.

Bu arada Montessori eğitimi ile ilgili özel olarak bir sorunum olmadığını söylemeliyim, ve Türkiye'dekilerin, en azından Banu'nun anlattığı Montessori okulunun farklı olduğunu biliyorum. Benim karşı olduğum, sistematik hale getirilmiş her tür ekol, düşünce, sınıf, ideoloji, parti, vs. Çünkü, özgür ve değişime açık olmalı insan diye düşünüyorum. Fikirler değişebilir ve hatta değişmelidir de. Çünkü şartlar değişir, insanlar değişir, buna ayak uydurmayan, insanlarla etkileşim sonucu değişmeyen sabit bir ideoloji, sabit bir ekol, ne yenilkçi olur ne de yaratıcı. Olsa olsa bir örnek giyinen, daha da kötüsü bir örnek düşünen; işe girip -ister yönetici, ister en düşük maaşlı çalışan olsun- aynı sistemi devam ettiren kitleler topluluğu oluşmasına neden olur. İşte bu yüzden bu tarz bir kreşe veya okula göndermek istemiyorum yavruyu. Mümkünse hiçbir aktivitesi olmayan, çocukların bahçeye çıkıp özgürce oynayabildikleri, insani ilişkilere özen gösteren, yaşama, her tür yaşama saygı duyan bir yer olsun yeter diyerek bana paslanan kreş anketinin bir sorusunu cevaplamış oluyorum :)

Hahaha, niye bu kadar yazdım sanıyorsunuz? Bir daha bana kimse  anket/mim/sobe/vs. gibi şeyler göndermesin diye :P Şaka bir yana, pek beceremiyorum bu tarz şeyleri ama azmettim cevaplayacağım. Merak etmeyin şimdi değil, bir sonraki yazıda :)

December 26, 2010

Çevrimdışı, yaşamiçi (onlife)

An itibariyle daha çok 'yaşamiçi' (offline onlife) olabilmek için Facebook hesabımı kapatmış bulunuyorum. Arkadaşlarımı, hiç tanımadan sevdiğim insanları özleyecek olsam da
  • giderek bağımlı konuma gelmiş olmak ve FB'de geçirdiğim vakitleri -gün içerisinde çok girmesem bile kafamın bir köşesinde olması dolayısıyla- kızımdan, T.den, arkadaşlarımdan, hayatımdan çalıyormuş hissiyatına kapılmak
  • gün içerisinde bilimum zamanlarda Facebook hesabımı kontrol ederek konsantrasyonumun içine etmek
  • yaşadığım bir olay hakkında düşünürken FB'de paylaşacak şekilde kafamda cümlelerimi şekillendirmek
  • okuduğum haberlere FB'da paylaşabilirim gözüyle bakmak
  • haberleri paylaştığımda bir b.ka yarıyormuş yanılsamısına kapılmak
  • anasayfaya bakarken sanki dipsiz bir kuyuya bir taş atıyormuşum gibi hissetmek
  • hiçbir şeyin gerçekten gündem olmaması ya da anasayfanın diğer gönderiler tarafından dolduruluncaya kadar ömrü olması 
  • yazıları küçültürek, kişiler hakkında paylaşılan şeyleri çoğaltarak insanların sitede daha fazla vakit geçirmesini sağlayacak (nedenini tahmin etmek zor olmasa gerek) dizayn politikalarından gına gelmesi
  • Ve bu izleme kültürü! Televizyon, bilgisayar, pencerelerden (windows) hayatı, başka yaşamları izleme ama 'like' ya da bakıp geçmek dışında pek de dahil olmama... ya sev, ya sus (!) Oku, daha doğrusu şöyle bir gözat ve geç. Her şeyi olduğu gibi buradaki bilgileri de hızlıca tüket (!) Bir de dikkat, aynı konuyla ilgili birden çok gönderi yaparsan arkadaşların uyarabilir, saplantı yapıp da kafayı yemiş olma olasılığın yüksek. Sen de herkes gibi normal normal gündelik paylaşımlar yap! Hiçbir şey üzerinde yoğunlaşma/uzmanlaşmaya çalışma, gününü yaşa ve her konuyu hızlıca tüketip geç (!)
Daha başka pek çok şey yazılabilir ama esas olarak yukarıda yazdığım sebeplerden ötürü hesabımı kapatma kararı aldım. Ancak ne yazık ki hesabı tamamen silme gibi bir seçenek yok. Dondurma seçeneği var ve çok komik bir şekilde o sayfaya geldiğiniz zaman size arkadaşlarınızın fotoğraflarını gösterip X, Y, Z kişileri sizi özleyecek gibi şeyler gösteriyorlar. Ben de timsah gözyaşları dökmek istemediğim için bu işi T.'ye devrettim, sağolsun şifremi ve e-mail adresimi değiştirip hesabımı dondurdu.

Özleyecek olduğum kişiler ve şeyler olacak... Şimdilik bir mail adresim (yan tarafta) ve birkaç blogum var... Ama bir süre, daha çok 'yaşamiçi' olmak için uğraşmak istiyorum.

Bu arada sizi 'haber'siz bırakmayayım :P (Facebook modu çık aradan dedim ama çok direndi; neyse ki burada bir süre duracak). Democracy Now'da Amy Goodman'ın yaptığı çok güzel bir söyleşi var. Stres ve hastalıkların ilişkisinden, bağımlılıktan, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğundan, çocukluk döneminin öneminden ve daha pek çok şeyden bahsediyor Dr. Gabor Maté... gel de Facebook'tan çıkma :P

Dr. Gabor Maté on the Stress-Disease Connection, Addiction, Attention Deficit Disorder and the Destruction of American Childhood

December 22, 2010

Çocuğunuzu "kitapsevmez" yapmak için yeni bir kural ve vejetaryen olma yolunda atılan yeni bir adım

Çocuğunuzu tam bir kitapsevmez yapmanın 15 altın kuralını yazmıştı Banu Bir Dolap Kitap'ta. Sonra tekrar gündem oldu, paylaşıldı, yine ne kadar güzel yazmış, üzerine söyleyecek söz yok derken Bilge'nin mesajı geldi. Bilge, Amerika'da yaşayan bir anneymiş ve her Türkiye ziyaretlerinde, her Türkiyeli ebeveyn gibi çocuğu için kitap alıyormuş çok da inceleme fırsatı bulamadan. Aldığı bir kitapta hiç de hoş olmayan görüntülerle karşılaşınca isyan etmiş. Ben Bilge'nin bahsettiği kitabı okumadım ancak benzer bir şey bizim de başımıza gelmişti, dolayısyla derdini anlayabildiğimi düşünüyorum ve bu vesileyle Banu'nun yazısına bir kural daha ekliyorum:
  • Çocuğunuza içinde korkunç resimler (örneğin: elinde bicakli adam ve yerde karni yarilmis kanlar icinde yatan bir tavuk resmi) olan kitaplar seçin ki bir daha kitap okumak istemesin. 
Evet Bilge, alel acele yırtmış bu resimlerin olduğu iki sayfayı. Bu tarz şeylerin çocuk kitaplarında resmedilmesini anlamak gerçekten çok güç. Sadece resmetmek de değil, örneğin, Ömer Seyfettin'in Kaşağı öyküsünü okuduğumda yaşadığım üzüntüyü hala unutamam. Uzun süre ağlamış ve bir süre kitap okuyamamıştım. Bir de Kuduz filmi vardı, bizi ilkokuldayken topluca götürmüşlerdi, ne akla hizmetse (!) Bir daha köpeklerin yanına yaklaşamamıştım, şimdi YavruSu sayesinde korkumu yenmeye çalışıyorum; o, kocaman köpeklerin bile üzerine atlayıp sarılıyor. Ben de korkumu çaktırmamaya çalışıyorum ve epey ilerlediğimi söyleyebilirim :-) Hala elleyemesem de, en azından aynı odada bulunabiliyorum, üzerime atladıklarında çığlık çığlığa bağırmıyorum...

Bu noktada, Bilge'nin sözleri şu anda düşündüklerimi çok güzel bir şekilde özetlediği için aynen alıntı yapıyorum:
"...bugun bile boyle yayinlarin oldugunu gormek gercekten urkutucu. Sanki dunyada, ozellikle Turkiye'de daha cok siddete ihtiyacimiz varmis gibi, kucuk zihinlere adeta "fikirler" veriliyor, bazi seyler normallestiriliyor. Cocuklar steril bir ortamda yetissin, hayatin aci yonlerini hic gormesin demiyorum. Cocuklar olumu de bilmeli ki gun gelip bir sevdigi oldugunde hayati kararmasin, ya da yedigi tavugun/etin bir canlidan geldigini bir gun anlamali ki haddinden fazla bir etobur olup, ciftliklerde iskence goren ya da nesli tukenmek uzere olan hayvanlara karsi duyarsiz kalmasin. Ama herseyin bir uslubu ve anlatma zamani olmasi lazim." 
Notlar: 1) Kitabın bilgilerini Bilge göndermiş, ancak burada yayınlamak istemedim çünkü bu tarzda çok fazla kitap var; tek bir tanesini hedef gösteriyor gibi olmasın ama yine de isteyenlerle paylaşabilirim. Mail adresim sol tarafta kayıtlı.

2) Bu vesileyle bir kez daha nasıl kitap aldığımızı yazayım. İlk sene Türkiye'deyken Internetten sipariş verip büyük bir hayalkırıklığına uğrayınca ikinci sene bu işi daha ciddiye aldık ve neyse ki Bir Dolap Kitap açıldı. Orada tanıtım/eleştiri/tek tek kitaplara dair çocuğunuzla okuma önerileri ve daha pek çok bilgi içeren yazıları okuyup ilgimizi çekenlere Reader'da Star koyduk bütün sene. Bir başka kriter de takip ettiğimiz bloglardaki kitap tanıtımları oldu. Ve bu sene hepsi sağolsunlar çok güzel kitaplarla döndük. Şimdi de Bir Dolap Kitap'tan, bloglardan veya başka şekillerde duyduğumuz kitapların önce İngilizcelerinin kütüphanede olup olmadıklarına bakıyoruz, varsa kütüphane listemize, yoksa Türkiye'den alınacaklar listemize ekliyoruz. Sonra kütüphaneden alıp heyecanla okuyoruz. Diğerleri için de yazın gelmesini 12 gözle bekliyoruz :)

* * *
Vejetaryenlik meselesine gelince, gerçi Pratik Anne yazdıktan sonra gördük ki artık pek bir şey yemek mümkün değil ama kısaca Bilge'nin bahsettiği şu etoburluk konusuna değinmek istiyorum. "Haddinden fazla etoburluk"!

Neden köpekleri kedileri yemiyoruz da inekleri yiyoruz diye sordu geçen gün T.? Bir sebebi, muhtemelen et olmaması, diğer sebebi de kediler ve köpeklerin duyguları olan hayvanlar olması mı? Amerika'da çocuk gibi seviyor bazı insanlar, bebek arabasıyla dolaştırıyorlar köpeklerini. Dışarıda serbest dolaşan kedi veya köpek görmek mümkün değil, hepsi bir şekilde bakılıyor. Köpekler ve kediler insan dostu olabilir, duyguları olabilir ama yalnızca onlar mı böyle??? Hayır, aslında inekler de gayet sosyal hayvanlarmış, bir problem çözdükleri zaman sevinçten havalara sıçrıyorlarmış. Domuzlar da 3 yaşında bir çocuğun zekasına sahiplermiş.

Eskiden hayvanlar, ya iyice yaşlanıp artık iş göremez duruma geldiklerinde, onları saygıyla anarak ya da çok soğuk yerlerde hiçbir gıda yetişmediği durumlarda yeniliyormuş. Ama artık yememize gerek yok. Hayvanlardan alınan gıdaları başka besinlerden de alabiliyoruz. Peki nedir bu etoburluğun sebebi? Nedir hayvanlara yapılan işkencelerin nedeni? Sadece kesmek de değil, daha çok süt vermeleri için öyle çok sağıyorlarmış ki hayvanları... "Sen kendini düşün" dedi T., "iki kez üst üste emzirdiğinde nasıl canın yanıyor". Pompa kullanmak zorunda olduğum günler aklıma geldi, ne acı! İşte inekleri de böyle acılar içerisinde günde 10 kez sağıyorlarmış. Sanırım sonunda vegan olacağız. Aslında ideali Pratik Anne'nin yazısındaki Hintli amca gibi hava ve güneşle yaşamak diye düşünüyordum ama sonradan güneşin tehlikeli ve havanın da temiz olmadığını, başka bir gezegen arayışı içerisine girmemizi salık vermiş Pratik Anne :) Başka bir gezegen bulsak onu da mahvederiz biz gerçi. İnsan ırkı istilacı!

Evet, hala izlemediyseniz:
Mutlaka izleyin derim, gerçi izledikten sonra uykularınız kaçabilir ve yemek yiyemeyebilirsiniz, uyarmadı demeyin.

November 26, 2010

Kuzu Su'dan keçi Su'ya...

YavruSu'nun videolarını izleyenler, ya da kısa süreli görenler diyorlar ki ne kadar tatlı bir çocuk, bizim de böyle bir çocuğumuz olsun. Aman diyorum aman, siz ne çektiğimizi gelin bir de bize sorun :P Tabii ki çok seviyoruz, herkes çocuğunu çok sever ama diğer yandan da... :)

YavruSu hiçbir zaman kolay bir çocuk olmadı. İlk başlarda ben sürekli bahaneler buluyordum, yok karnı acıktı, yok uykusunu alamadı, diş çıkarıyor, jetlag oldu, vs. vs. 3,5 aylıkken başladım diş çıkarıyor hikayesine, çıkardı mı 10,5 aylıkken ilk dişini :P Böyle sürekli olarak açıklama yapma gereği duyuyordum. Birkaç arkadaşım da dedi ki, ya Evren, bazı çocuklar böyle oluyor, yani karakteri dolayısıyla böyle olabilir. Aaa bir yaşıma daha gireceğim :P olur mu hiç öyle şey, çocuk rahatsız, o yüzden derdim. Sonradan anladım ki hakikaten rahatsızmış ama başka türlü bir rahatsız ;)

Bölümde bir arkadaşıma söylemiştim, "she is such a small goat" (tam bir minik keçi) diye, onun küçük kızı da aynı YavruSu gibiymiş, düşündü hak verdi. Amerika'da maymun derlermiş ama keçinin daha doğru bir tanımlama olduğuna kanaat getirdi arkadaşım da: gürültücü, inatçı, başının dikine giden küçük bir dağ keçisi :) Üstelik karnımdayken hep 'annesinin kuzusu' diye sevmiştim ama çıka çıka bir keçi çıktı içerden: keçi Su ;)



SAHNE 1:
YavruSu öğretmenlerinin tüm ihtarlarına rağmen ellinci kez ayakkabısını çıkartmaktadır. Kendi giyemediği için her seferinde giydirmekten bıkan öğretmeni artık biraz kızar. "Ayakkabını ayağında tutmalısın YavruSu, ayağına bir şeyler batabilir" diye söylenmektedir. Hiç oralı olmayan YavruSu'nun çözüm yolu öğretmenin dikkatini dağıtmaya çalışmaktır: "aaa look Anton, he is crying" (arkadaşını işaret eder ve ağladığını iddia eder). Öğretmeni bu durumu komik bulup YavruSu'yla uğraşmayı bırakınca kendisi hemen fırsattan istifade ederek yine ayakkabısını çıkarır, inat değil mi, 50, 55, 60, 100, .... Ayakkabılarını ayağında tut dedikçe çıkarmaya devam edecektir, çünkü o bir keçidir :)

SAHNE 2:
Anneyle baba birbirine yaklaşmak üzeredir, hayır kötü niyetleri yoktur, sadece birbirlerini özlemişler ve birazcık sarılmak istemişlerdir. Bunu gören YavruSu'nun suratı bir anda düşer, ama ne düşme!!! Sonra ağzını, japon çizgi filmlerindeki çocuklar gibi, suratının tamamını kaplayacak şekilde açarak tüm yaygaracılığıyla ortalığı ayağa kaldırır. Hayır bırakın başka çocuk düşünmeyi, bu noktadan sonra anne ve baba gözgöze gelmeye bile korkar olur artık.

Zaten bir çocuk fazlasıyla yetmektedir onlara. Hele 2 yaş dönemiyle birlikte keçilikten katırlığa terfi ettikten sonra bırakın çocuk düşünmeyi, yaşamı ve kaderi sorgular olmuştur artık anne-baba. Biz ne yaptık, bunu hakketmek için ne yapmış olabiliriz gibi sorularla kafalarını kırma noktasına gelmişlerdir artık ;)

SAHNE 3:
Araya girip "anne gitsin, go away mommy" diye diye anneyi zorla içeri gönderdikten sonra ancak rahatlayan cadı Su'nun sonraki hamlesi uyku konusunda gelir. Uyumamak için ilk önce bütün kitaplarını okutmaya kalkar, 1, 2, 3, son, son diye kandırarak 5-6 kitap kadar okuyunca, bakar ki uykusu gelmektedir; gözleri kapanmak üzereyken hemen kitapları bir kenara iter ve yatağın içinde doğrularak zıplamaya başlar. Uyku zamanı olduğu hatırlatılınca bu sefer de tüm şirinliğini takınarak karşısındaki insana gıdı gıdı diye oyunlar yapmaya başlar. Anne ve baba bu konuda epey deneyimli olduğu için oyuna gelmez ve tüm ciddiyetleriyle uyuması gerektiğini hatırlatırlar, bu sefer ufak çapta bir kriz ortamı oluşturarak "aşağı inelim" diye ağlamaya başlar. Sonra bu konuda da karşıdan dirayetli bir duruş görünce bu sefer de "meme" veya "şüt" diye ortalığı ayağa kaldırır. Emme faslı bittikten sonra artık iyice kıvama gelmiş olduğunu düşünür anne ama bu sefer de bağıra bağıra şarkı söylemeye başlar YavruSu ve hiç uyumayacağını düşünüp imdat diye bağırmak üzereyken, bir anda fişi çekilmiş gibi uykuya dalar. Bu mucizevi olayın yaşandığı an, en iyi ihtimalle saat 10 sularıdır. Genelde on buçukta uyuyup sekizde kalkar. Tabii arada sayısız kez uyanmazsa...

Bundan sonra "oh, gece artık size kaldı, hadi yine iyisiniz" diye düşünüyorsanız çok saf ya da çocuksuz olmalısınız. Çünkü kalan enerji diye bir şey yoktur, biten hatta eksiye düşen enerji vardır. Bu noktadan sonra, ya kendinizi bir süre yemeye verirsiniz ve eblek bir şekilde bilgisayara bakarsınız, ya da siz de sızıp uyursunuz ki ben çoğu zaman kendimi ikinci durumu icra ederken buluyorum daha doğrusu sabah kalkıp "haydaa gene sızmışım, bir gece daha karanlıklar ülkesinde yitip gitti; ama bu gece bu ülkeden birilerinin bacağını kırmazsaam; hayır kıracam da..." diye sayıklarken yakalıyorum. Neyse ki gündüz 1-1,5 saat uyuyor da biraz olsun dinleniyoruz. Gerçi gündüz uykusuna yatırmak için harcadığımız enerjiyi düşünürsek, 1,5 saat uyusa bile telafi etmeye yaramıyor. En iyisi artık gündüz uykularını kaldırmak olacak sanırım.
* * *
Böyle işte. Her gün bunun gibi onlarca sahne yaşanıyor. Giyinmesi/soyunması, arabaya binmesi/inmesi, banyoya girmesi/çıkması, uyuması, yemesi, ... her biri ayrı bir mücadele alanı artık. Ne diller dokuyoruz, bu sürecin sonunda politikacı olup çıkacağız valla. İkna kabiliyetimiz gelişiyor diyordum ama YavruSu'nunkinin yanında hala solda sıfır. Böyle bir özelliğin gerekli olduğu bir iş varsa Evren'in 'açık iş ilanı'nda yazdığı gibi, bizden de iyi bir aday yetişiyor :)

Tabii ki dünyada yaşanan inanılmaz olayların yanında bizim yaşadıklarımızın hiçbir önemi yok. Zaten yanlış anlaşılmasın, sadece eğlenmek için yazdım. Yoksa herhangi bir şikayetimiz yok, tam tersine zorlansak da arada sırada, her durum ayrı güzel, ayrı keyifli.

Bir de baba faktörü var tabii, çok önemli. Ben dayanamıyorum bazen ama bizimki nasıl bir oluşumsa; bana rağmen, YavruSu'ya rağmen, benim 14 yıllık 'çabama' rağmen hala çatlamadı. Bazen bu sakinliği/olgunluğu/iyi niyeti benim çatlamama neden olsa da çoğu zaman iyi ki diyorum, iyi ki varsın! Tamam artık bundan sonrasını okumayın, öyle ulu orta ilan-ı aşk yapacak değilim herhalde :P

Ama illa okumaya devam etmek istiyorsanız, hala bıkmadıysanız, iki önceki yazıda yazdığım iğne anektodunu nerede okuduğumu buldum :) ona bakabilirsiniz. Işıl ve Fethiye sağolsun, yazdıkları yorumlarla dünyamı aydınlattılar. Işıl, bu anektodun ilk olarak kim tarafından kullanıldığını yazmış. Çok şaşırdım, çünkü bu örnek Adam Smith tarafından Wealth of Nations kitabında  endüstriyel devrim öncesi yazılmış. Evet öncesinde! "Ardından da Marx Kapital'i yazmış ki amacı Adam Smith'in bunu ne kadar doğal bir süreçmiş gibi anlatmasını eleştirmekmiş". Bu bilgiler için Işıl'a ve okuduğum yeri bulmamı sağladığı için Fethiye'ye çok teşekür ederim! Anektodun yer aldığı Yıldırım Türker'in yazısını okumak için buraya bir tık. Biraz daha motivasyon için yazıdan bir bölüm:
"Tembellik, insanın en insani hakkıdır. Emeğin kutsallığı safsatasına karnı tok olanlar özgürlüğü tanımlamaya en yakın duranlardır. Çalıştıranlara iktidar, çalışanlaraysa emeğin kutsallığı, öyle mi?
Vakit, nakit değildir! Vakit, hayattır! Hayatına dön. Fazla mesaiye kalma."

November 10, 2010

Şeylerin Hikayesi (Story of Stuff, Türkçe)

Sistemin işleyişini anlatmak için kullanılan bir iğne anektodu vardı, nerede okumuştum hatırlayamadım, ben de kendim, yeniden yazayım dedim.

İnsanların bir noktada iğneye ihtiyaçları oluyor. Endüstriyel sistem gereği hemen iğne fabrikaları açılıyor. Ve herkes iğne ihtiyacını karşılıyor. Ancak olay burada bitmiyor. Satışların iyi gittiğini gören diğer yatırımcılar da iğne fabrikaları açıyorlar. Böylelikle elimizde, satın alabileceğimiz miktardan çok daha fazla iğne oluyor. Şimdi ne olacak? Bu fabrikalar-mağazalar dolusu fazladan iğneleri ne yapacağız? Kendinize batırın demiş atalarımız ama... Şaka bir yana, bu konuda sistemin ürettiği belli politikalar var:
  1. İndirim yapıp insanların ileride kullanmaları için fazladan iğne almaları sağlanabilir. 
  2. İğneleri çabuk kırılabilecek cinste veya kullan-at olarak üretip tüketicilerin hemen ve sürekli olarak yeni bir iğne almaları sağlanabilir. 
  3. Medya devreye sokulur ve insanların kendilerini 'farklı/özel' hissetmek için bu iğneye ihtiyaç duyduğu yanılsaması yaratılır; reklamlar ve diğer yollarla gözlerine sokulur.  
Ancak, örneğin, ilk durumda iğne, değerinden daha düşük bir fiyata satılacağı için, bu durumun yol açtığı maaliyetlerin karşılanması gerekir. Bunun için farklı yollar izlenebilir, mesela işçi çıkarılabilir, ya da sigorta giderlerinden feragat edilir, ya da en iyisi maliyetler dışsallaştırılır! Kendi doğal kaynaklarını kullanmayanlarınki özenle bertaraf edilip nüfusuna yetemeyenlerin ülkesinde fabrika açılıp ucuza işçi çalıştırılır. Böylelikle, aldığımız bir eşyanın her bir parçası bir yerden gelerek bazen yüzbinlerce kilometre yol kateder, harcanılan yakıtla atmosferi zehirler ve dünyanın ömründen çalar!!!

Bu ve bunun gibi 'şeylerin hikayesi'ni anlatmış Annie Leonard bundan 3 yıl önce. Story of Stuff belgeselinin bu Mart ayında kitabı da çıkmış ve nihayet Türkçe altyazılı videosu da :) Annie Leonard, 1988-2006 yılları arasında, Greenpeace, GAIA ve benzeri kuruluşlar için çalışmış ve 35 ülkede fabrikalarda, çöplüklerde, toksik merkezlerde incelemelerde bulunmuş, bu 'şeyler'den etkilenen topluluklardan insanlarla konuşmuş, ve bu konuda farkındalık yaratmak için çeşitli çalışmalar yürütmüş bir çevre aktivisti. Eğer hala izlemediyseniz mutlaka 20 dakikanızı ayırıp onun bunca yıl uğraşıp emek harcadığı bu inanılmaz belgeseli izlemeye çalışın.

Bu belgesel pek çok ülkede, ilkokullardan master sınıflarına kadar çeşitli yerlerde gösterilmiş. Hatta sitede destekleyici eğitim materyalleri de mevcut. Neyse ben fazla lafa tutmadan, sizi belgeselle başbaşa bırakayım... Sonra konuşuruz yine :)








Annie Leonard'ın hazırladığı diğer belgeseller:
Story of Cap & Trade
Story of Bottled Water
Story of Cosmetics
Story of Electronics

Bir de Mira'nın bahçesinde yazmıştı Banu bu konuyla ilgili; hem bilgilendirici, hem de önemli bağlantılar taşıyan bir yazı, ona da mutlaka bakılmalı.


Güncelleme: Işıl ve Fethiye sayesinde toplu iğne anektodunu nerede okuduğumu buldum: Yıldırım Türker'in Radikal'de yazdığı Tembelliğe Övgü yazısında. Işıl, bu anektodun ilk olarak kim tarafından kullanıldığını yazmış. Çok şaşırdım, çünkü bu örnek Adam Smith tarafından Wealth of Nations kitabında  endüstriyel devrim öncesi yazılmış. Evet öncesinde. "Ardından da Marx Kapital'i yazmış ki amacı Adam Smith'in bunu ne kadar doğal bir süreçmiş gibi anlatmasını eleştirmekmiş". Bu bilgiler için Işıl'a ve okuduğum yeri bulmamı sağladığı için Fethiye'ye çok teşekür ederim! 

November 5, 2010

Alternatif Hediyeler

Blog dünyasında her gün yeni bir güzellikle karşılaşıyorum. Bugün bahsetmek istediğim, 'el emeği göz nuru' üreten blogcular. Bu yetenekli yaratıcı insanlar, onca işlerinin yanında oturup bir de bu güzel şeyleri yapıyorlar ya gerçekten çok takdir ediyorum. Birkaç tanesi bana geldi, sağolsun Ateş Böceğinin annesi. Gerçi ben bugün el emeklerini işe dönüştüren insanlardan bahsedeceğim. Aylık 10 dolara işçi çalıştırıp çocukları kullanan, zehirli atıklar üretip bunları doğaya salan büyük işletmeler yüzünden her geçen gün yeni bir küçük işletme kapanıyor. Oysa bilen bilir, bu el emeği denen şey, gerçekten göz nurudur, çok değerlidir. O yüzden kendinize veya sevdiklerinize hediye almak için mutlaka bu alternatif ürünlere bakınız derim.

Oyuncak Dükkanı / Hilal Timur

Hilal, ilk olarak 2008'de oğlu için yapmaya başlamış bu güzel oyuncakları. Daha sonra arkadaşlarının da önerisiyle yapıp paylaşmaya başlamış. Bir süredir Pasaj'da ve Hilal'in El Emeği blogunda satılıyordu oyuncakları ama en sonunda bu iş için özel blogunu açtı. Çok da iyi oldu. Blogda ayrıntılı bir şekilde her oyuncağın materyali ve nasıl kullanılacağını anlatıyor. Örneğin bu yanda resmi bulunan Patates Kafa ile Surat İfadeleri oyuncağı polar ve keçeden yapılmış. Farklı göz, kaş, burun ve ağız ifadeleri surat zemine çıtçıtlanabiliyormuş. Potato Head'in Türkiyeli versiyonu. Ben bu oyuncağa bayılıyorum, çok yaratıcı bir oyuncak. Siz de bu dükkana bir bakın, daha ne güzel şeyler var. Ev yapımı oyun hamuru, çok kültürlü bebek giydirme aktivite kitabı, kumaş kitaplık, kartondan evler, örgü oyuncaklar ve daha neler neler. En güzeli de içinde BPA var mı yok mu, toksik boya kullanılmış mı, çocuğuma herhangi bir zararı olur mu vs. gibi şeyleri düşünmeden rahatça alışveriş yapabileceğiniz bir mekan.

Çocuk Odaları İçin Kişiye Özel Resimler / k.i.s.d.
Kisd, kendi izini sürerken sonunda içindeki cevhere ulaştı :) Ne de iyi oldu! Bu yetenekli blogcu anne, resimlerini bizimle blogunda paylaşıyordu ara sıra,  sonunda bu dükkanı açmaya karar verdi. Amacı, çocuk odaları için resimler yaparak dünyayı daha renkli ve neşeli hale getirmek. Dükkanın adı üzerinde ama ben yine de yazayım: Kisd, çocuğunuzun sevdiği imgeler, renkler, yiyecekler gibi şeyleri de dikkate alarak çocuğunuza özel resimler yapıyor. Suluboya kağıdına suluboya ile çalışıyor ve istediğiniz ebatta resim yapıyor. Çocuğunuzun veya arkadaşının doğum günü için özel bir resim istiyorsanız acele edin yalnız, en geç bir ay önce iletişime geçmeniz gerekiyor.


Cincüce Bobin Hizmetleri / Banu

Banu'yu Bir Dolap Kitap sayesinde tanıdım. Bunca aydır çeşitli bloglarını takip ediyordum ve buna rağmen henüz yaptığı şeylerin range'ini tam olarak idrak edememiştim :) --ki birkaç ay önce bize çok güzel bir süpriz yapıp tüm yazılarını bir blogda birleştirdi. Ve daha da güzeli el emeği göz nuru olan seramiklerini bizlere de sunmaya karar verdi. Kendi gibi renkli ve yaratıcı olan bu tasarımlarına Pasaj'da açtığı dükkandan ulaşabilirsiniz. Bir de Günaydın adında çok güzel ve minik bir çocuk kitabı vardı yazdığı ve yaptığı, Dolab'ı takip edenler bilir, işte bu kitaplardan da  görmek istiyoruz dükkanda duyurulur :)

Yaşasın alternatif ürünler, yaşasın alternatif alışveriş!

October 23, 2010

YavruSu'nun kitapları (2.yıl) = Julia Donaldson & Axel Scheffler

Geçenlerde Yeliz sormuştu YavruSu'nun Türkçe kitaplarını, sonrasında Kisd de anket başlatmış tam bu konuyla ilgili, ben de ne zamandır yazmayı istiyordum zaten, vesile oldu. Yalnız biraz uzun oldu, kusura bakmayın! Aslında ben bu sefer gerçekten kısa yazacaktım, çünkü tek tek yazmayı planlıyordum, ama işte soru gelince dayanamadım hepsini bir yazdım :)

Kitapları nasıl seçiyorsunuz diye sormuşlar.
Kitapları üç şekilde seçiyoruz. Baba gitmişse kütüphaneye kuzuyla birlikte, "ince eleme sık dokuma, alınacak kitap bulamama" yöntemini kullanıyor :) Herşeye dikkat ediyor, öyküyü baştan sona okuyor, resimlere bakıyor, beğenirse alıyor. Ben kütüphane kitapları için o kadar özen göstermiyorum, şöyle bir bakıyorum, illüstrasyonları hoşuma giderse, cins çizimler, farklı resimler varsa alıyorum; çünkü 8-10 tane alıyoruz, elbet biri iyi çıkar diye düşünüyorum, çıkmazsa da ertesi hafta değiştiririz diyorum. Bu yöntemin adı da "atalım çantaya ne çıkarsa bahtımıza" oluyor :)

3 seri var şu ana kadar beğendiğimiz, onlardan buldukça alıyoruz: Eric Carle'ın kitapları, Barefoot Books'dan Bear serisi ve Francois Crozat'tan "I am a little ...." monkey, panda bear, elephant, diye giden ve hayvanları habitatlarında resmeden, onları renkleri veya harfleri öğretmek için araç olarak kullanmayan güzel bir seri. Gerçi bu üç seri de ilk yıl için daha uygun.

Harfleri ve sayıları öğretmeyi amaç edinen "Hadi Sayalım", "1-2-3", "Alfabemi Tanıyorum", "Harfleri Öğreniyorum" ve benzeri kitaplardan uzak duruyoruz ama kolay olmuyor çünkü bu tarz o kadar yaygın ki, göğe eriyor sanki başları çocukların, sayıları, renkleri şekilleri ve harfleri öğrenince. Alakası yok, hatta daha önce de yazmıştım, yine söylüyorum, bu tarz kitaplar ve oyuncaklar çocuğun yaratıcılığına ket vuruyorlar, gerçek meraklarının açığa çıkmasını engelliyorlar! Ve ne yazık ki elimi attığım 10 kitaptan neredeyse 6'sını bunlar oluşturuyor, 2'si hayvanları tanıyalım temalı kitaplar oluyor ama genelde ya seslerini ya da vücutlarını tanıyoruz. Kalan ikisi de şansımıza ya iyi çıkıyor ya da eğitimi kendine görev edinen yayıncılardan nasibini almış oluyor. Eğer şansımız yaver giderse ve kitap YavruSu tarafından da çokça beğenilirse kendi kütüphanemize de alıyoruz.

Üçüncü ve çok daha güvenilir olan seçme yöntemimiz tabii ki Bir Dolap Kitap :) Türkiye'den aldığımız kitapların çoğunu Banu ve Yıldıray'ın yorumlarına göre aldık ve çok memnun kaldık. YavruSu'nun elinden bırakmadan okuduğu kitapların hepsi Dolap'tan. Yalnıııız, dolap deyip geçmeyin, açın bakın inceleyin; oku oku bitmez kitap, ben görmedim böyle dolap :)

Gelelim YavruSu'nun en sevdiği kitaplara... Kitapların başlıkları Bir Dolap Kitap'taki tanıtım yazılarına linkli. Banu ve Yıldıray çok güzel yazmışlar, o yüzden ben bir daha anlatmayacağım. Kısaca bizim nasıl okuduğumuzdan bahsetmeye çalışacağım.

1. Pırtık Tekir
Bu kitabı bize hem Gürkan'lar önermişti hem de Bir Dolap Kitap'ta görmüştük, YavruSu 17 aylıkken aldık ve 5 aydır hiç bırakmadan okuyoruz. Gerçek anlamda bir başucu kitabı oldu bizim için. Bu bir Julia Donaldson ve Axel Scheffler kitabı. Zaten göreceksiniz ki YavruSu'nun en sevdiği kitapların hepsi bu ikiliye ait. Bu kitaplarda o kadar çok ayrıntı var ki, saatlerce, günlerce, hatta aylarca konuşabilirsiniz. Görünce, keşfedince sizi sevindiren bir sürü detay var. Örneğin bu Pırtık Tekir kitabında her sayfada en az bir tane kedi figürü var -ya resim olarak, ya kahve fincanının üzerinde, ya da ...'da. Diğerlerini söylemeyeyim de siz kendiniz bulup sevinin. Bana T. göstermişti, hem kitapları genelde kuzuya o okuyor hem de bana göre daha dikkatli böyle şeylerde :) Gerçekten çok ince düşünülerek çizilmiş. Mesela, Pırtık Tekir'in Hüsnü'yü aramaya çıktığı sahnenin sonunda CimCim Tekir (Pırtık Tekir'in yavrusu) geliyor ya, bir anda nerden çıktı bu ufaklık diye düşünüyorsanız Pırtık Tekir'in sokak sokak dolaştığı resimlere daha dikkatli bakınız. Yine dikkatsiz ben, T. sayesinde farkettim :)

Kitabın diğer bir güzel yanı da alternatif ilişkilere, alternatif yaşam tarzlarına yer vermesi. Bu tarz kitapların sayısının artmasını umuyorum. Aslında ilk başta biz epey tartıştık bu kitabı T.yle. Ben dedim ki bu nasıl kitap böyle; Pırtık Tekir, Hüsnü'yü bırakıp "özlediği karısına ve rahat yaşamına dönüyor". Kendisi biraz oportunist galiba. Çalgıcı kediciliği zor gelmiş olmalı (kinaye vardı bu cümlede :) T. de dedi ki, diğer türlü de karısını ve yeni ev arkadaşları Handan ve Bahar'ı terketmiş olacaktı, hem sonra yavrusu CimCim Tekir var artık Hüsnü'nün yanında ki bu CimCim Tekir'in en büyük hayali! Evet CimCim Tekir şarkı söylemeyi çok seviyor, sesi çok cırtlak çıksa da Hüsnü'yle birlikte şarkı söylerken "eski ekose şapka atılan paralarla doluyor". Herkes memnun hayatından. Hem özlerlerse birbirlerini, görüşebilirler her zaman. Herkesin yeri belli; olmasa bile, Prıtık Tekir yer bulma konusunda uzman :) Ve bu, YavruSu'nun en sevdiği kitaplardan...

Not: YavruSu'nun bulduğu bir hata var kitapta, biz dikkat etmemiştik ama bu miniklerin gözünden bir şey kaçmıyor. İkinci sayfada sucuk ekmek yerken Hüsnü, çantası yok yanında. Çanta nerde diye sorup duruyor her seferinde, bir önceki sayfada var, sonraki sayfalarda da var, açıklayamıyoruz çocuğa, nerde bu çanta, bilen varsa söylesin lütfen yoksa elime fırça alıp ben çizeceğim valla :P

2. Değnek Adam
Bu kitap da ikinci favorisi YavruSu'nun. Noel babanın şöminenin bacasından geldiği sahneyi çok seviyor. Önce ayakları görünüyor, sonra Değnek Adam ayaklarında tutup çekiyor ve salonun ortasına düşüyor ya, YavruSu mest :) "Aaa birisi gelmiş" diyor, kim gelmiş diyoruz, "Noyel babaaa" diye sevinçle gösteriyor. İlk zamanlarda dayanamıyordu, kitabın başını atlayıp hemen o sayfaya geliyordu, şimdi artık başını da okuyoruz. Okuyoruz dediğim, kitapta yazan cümleleri hala tam olarak okuyamıyoruz. Çünkü YavruSu'nun bunları dinlemeye sabrı yok, illa o da 'okuyacak'. "YavruSu okusun" deyip elimizden alıyor kitabı, sonra resimleri tarif ediyor, işte "bir gün değnek adam gelmiş, köpek gülmüş, adam kızmış, kutu pense oynamışlar, ...". Bizim sormamızı çok seviyor, gerçi biz sormasak da o gösteriyor ama bizim sorularımıza cevap verirken daha bir heyecanlı anlatıyor. Kedi ne yapmış, değnek adam nereye gitmiş, kuğular ne yapıyor, yaprağın üzerinde ne var, değnek kadın ne hissediyor vs. gibi daha interaktif okuma yapıyoruz şu anda. Ve bu kitaplarda konuşacak o kadar çok şey var ki, sağolsun Axel Scheffler çizmiş de çizmiş :)

3. The Snail and The Whale (Salyangoz ile Balina)
Bu kitap İngilizce ama müjde Türkçe'si de yakında çıkacakmış vee Yıldırım Türker çevirisiyle. Bu çeviri kısmı gerçekten önemli. Çünkü kitapların orijinalinde cümlelerin ahengi okumayı çok zevkli bir hale getiriyor. Julia Donaldson, bunun için oturup çocukların anlayabileceği kafiyeli kelimeleri yazıyormuş ve birbirleriyle ve öyküyle uyumlu kelimeleri seçip ona göre oluşturuyormuş cümlelerini. Kendisi her ne kadar "ille de çocuklara bir ders çıkmalı diye düşünmüyorum, onlara kitapları sevdirsin, hoşça vakit geçirsin yeter" demiş olsa da bu kitapta ve diğer kitaplarda hep bir kıssadan hisse durumu var. Kesinlikle didaktik değil, sadece akıllıca düşünülüp yazılmış hikayeler ve gerçekten de eğlenceli. Bu kitap da bir balina ve bir salyangozun dünya yolculuğunu anlatan eğlenceli ama diğer yandan da düşündüren çevre dostu bir kitap. Kah gülüp kah ağlayacağınız gibi geyik bir tanıtım cümlesinden sonra havayı değiştirip benim favori kitabıma geçelim.

Cadılara karşı oldum olası sempati duymuşumdur. Bu kitabı da daha görür görmez kapağından başladım sevmeye. Julia Donaldson güzel bir cadı hayal etmiş aslında; Axel Scheffler, onu böyle uzun burunlu ve burnunda da bir çıbanla çizince şaşırmış. Bence bu çok daha iyi olmuş, standartları kıran ama diğer yandan da bir çocuk kitabı için gayet sevimli bir karakter. Öyküsü de çok sevimli; dayanışma bu kadar güzel anlatılamazdı gerçekten :) Yalnız bu kitapta daha önce anlattığımız kitaplarda olduğu kadar ayrıntı yok, sanırım bu yüzden 4-8 yaş için önerilmiş. Biz de bu kitabı diğerlerine göre daha kısa sürede okuyoruz. Birkaç yıl sonra daha anlamlı olacaktır diye düşünüyorum.

Julia Donaldson ve Axel Scheffler'ın dünya çapında tanındığı kitap. 10,5 milyon satmış, bir sürü ödül almış ve 40 küsur dilde çevirisi yayınlanmış. Bu kitabın ayrıca bir de 3D animasyon filmi yapılmış. Çooook güzel! Biz ailecek bayıldık. Hem kitaba hem de filmine. Minik fındık faresinin ormanda verdiği akıl mücadelesi muhteşem!

Yalnız, kitabı okurken şöyle bir dize var, farklı hayvanlar için tekrar ediyor kitap boyunca:

"Tilkideki beyin değil saman, benim uydurduğum biri tostoraman"
İşte bu dize, 1,5-2 yaş veletleri için büyük bir tehlike arz ediyor. Beyin reseptörleri ben-benim-kendim gibi kelimelere oldukça duyarlı olduğu için, "benim uydurduğum biri" kısmını duyar duymaz, "No! Benimmm! Benim uydurduğum" diye başlıyor YavruSu. Aman senin uydurduğun olsun tamam diyoruz, uydurukçu şey seniii... :)

Aslında genelde 'ben'den çok beraberlik yanlısı bir kuzu. Beraber yaptığımız şeyleri özellikle vurgulamaktan çok hoşlanıyor. "Beraber yemek yiyoz, beraber oynuyos, beraber kitap okuyoz" ama en komiği de bizim yaptığımız işlerde zorla bir ucundan tutup kendini de dahil ederek beraber yaptığımızı iddia etmesi, çok paylaşımcı çok...
deyip 6 numaralı kitaba bağlantı yapıyorum çünkü bu kitap paylaşma üzerine yazılmış çok güzel bir kitap...

6. Kasabanın En Şık Devi (nam-ı diğer Corç)
Ben yine uzattıkça uzattım. Bundan sonrasını kısa kısa geçeyim de bloga gelenleri kaçırmayayım :) Bu kitap da diğerleri gibi güzel detayları olan, konuşmaktan/okumaktan sıkılmadığımız bir kitap. Verdiği mesajı anlamak için henüz erken olsa da illüstrasyonlar sayesinde keyifli bir okuma yapabiliyoruz.








Bu kitap Julia Donaldson'ın ilk çocuk kitabı. BBC için çocuk şarkıları söylerken/yazarken, bir yayıncı keşfetmiş Donaldson'ı ve ilk kez bu şarkıyı kitaplaştırarak başlamışlar işe.

Bu kitabın çizimleri diğerleri kadar detaylı değil, o yüzden YavruSu çabuk sıkılıyor ama kıssadan hisse denilebilecek türden hikayesi ve komik çizimleriyle bizi çabucak sarıyor. Sanırım bu da biraz daha ilerde okuyabileceğimiz bir kitap.




Tostoraman çok fazla tutunca, bir devam kitabı beklentisi oluşmuş. Julia Donaldson da bu öyküyü bulmuş. Çok da iyi bir devam kitabı olmuş. Julia Donaldson ve eşi, güzel bir de şarkı yazmışlar Tostoraman'ın yavrusuna, YavruSu'nun playlistine ekledik hemen. Hayatımda gördüğüm en sempatik ve en cins ikili. Klipleri gerçekten çok amatör, ama izlemesi o kadar keyifli ki, çok doğal ve sempatikler :) Ve de komikler, çok komik :)


Julia Donaldson ve Axel Scheffler kitaplarını bir arada okumanın başka bir güzelliği de farklı kitaplarda karşılaştığınız tanıdık imgeler. Örneğin Noel babanın geldiği sahnede yılbaşı ağacında Tostoraman figürü görebiliyorsunuz, ya da Değnek ailenin ağaçtaki evinde duvara çizdikleri figürleri ...., neyse söylemeyeyim nerede karşılaşacağınızı da süpriz olsun, bulunca sevinin bizim gibi siz de :)

* * *

Bunlar dışında bu yaz Türkiye'den aldığımız başka kitaplar da var: (parantez içindekiler Eylül 2011 itibariyle yapılan güncellemeler)
Ancak, YavruSu bunlara henüz pek ilgi göstermedi. 17 aylıkken ilk kez tanıştığı Julia Donaldson'lar 5 aydır hala favori kitapları, dönüp dönüp onları okuyor. Bir de İngilizce kitapları oluyor, haftada bir, iki haftada bir kütüphaneden aldığımız. Onlar arasından beğendiklerimizi daha sonra yazmak üzere deyip tüm bebişlere bol kitaplı günler diliyorum :)

Güncelleme: Burcu sağolsun, Gruffalo filminin linkini göndermiş, izlemek isteyenlere duyurulur:
http://www.hulu.com/watch/199682/gruffalo

October 17, 2010

Supermom - Süperanne



Pelerini tutan çocuk: Bak, sana söylemiştim, işte!
Diğeri: Hımm, şimdi anladım, demek bu şekilde başarıyormuş.

Bir önceki yazıda söylediğim gibi, gerçekten zor bu çağda ebeveynlik yapmak. Korkunç bir supermom (süperanne) dayatması var. Anne dediğin çocuğuna 24 saat bakar, işini gücünü bırakır yalnızca kendi bakar, emzirir, altını değiştirir, tuvalete bile slingle gider, duşa girdiğinde çocuğu anakucağında karşısına koyar, perdenin arkasından cee oynar, sürekli onunla konuşur, yalnız 'annecim' falan deyip çocuğun aklını karıştırmaz, çocuk bilsin yani kim anne kim değil (!), sonra aktivite yapar, biberonundan botuna vücuduna değen, evine giren her maddeye dikkat eder, tüm yiyeceklerini kendisini üretir, 6 yaşına kadar emzirir, gece birlikte yatar, televizyon, bilgisayar, cep telefonu kullanmaz, yalnızca kitap okur ve müzik dinler, aşı mümkünse yaptırmaz, yaptıracaksa da 6 yaşını bekler, çocuğunu hiçbir şekilde ağlatmaz, onunla ben diliyle etkileşime geçer, kullandığı kelimelere dikkat eder ve daha neler yapar neler!

Ulen yazık be! Süpermen bile part-time çalışıyordu. E peki nedir bu annelerden beklenen olağanüstü hallerin sebebi??? Sanırım birileri anneleri kamusal yaşamda istemiyor, "bizi cezbedici bir şekilde gerçek dünyayı göz ardı etmeye çağırıyor ve ebeveyn olarak asıl işimizin kendi yavrularımızla etkileşimlerimize ince ayar çekmek olduğunu ima eden 'çocuk-merkezli' ebeveynlik tavsiyeleri veriyor" (Peters, 2002).

Şüphesiz biberon, uyku, emzirme gibi konular da önemli, hatta politik imaları da olan ve kesinlikle tartışılması gereken konular. Ancak bunların ötesinde de kocaman bir dünya var, biz içinde olmasak da dönmeye devam ediyor, katılmak bizim elimizde...

Kolay değil tabii, çocuk işin içine girdikten sonra etrafınız öyle bir sarılıyor ki. Örneğin, çocuk gelişimi kitaplarının içinde çok kolay kaybolabiliyorsunuz. Ben de ilk zamanlar epeyce okumuştum, ancak sürekli ilişkilerime ayar çekmem gerektiğini düşünmek bana hiç mantıklı gelmedi. Verdikleri binlerce nasihatı akılda tutmak da zaten hiç kolay değildi.
- Ayyy bir dakika kelimeyi yanlış telaffuz etti, ne yapacaktım, yok düzeltmeyecektim, onun söylediği şekilde söylemeyecektim, e peki ne yapacaktım, hay allah, nerde bu kitap, hiç bulamam zaten lazım olduğunda!!! Neyse duymamazlıktan geleyim. Eyvaaaah, yeni kelime söyledi, tüh, onu da yanlış telaffuz etti... ulen bir kelimeyi de doğru tuttursa da ben de rahat rahat ilişki kurabilsem çocuğumla... 
Yok yok, kafayı kırdırtır insana bunlar. Biraz rahatlamak gerekiyor gerçekten, doğal davranmak. Oyun bir yere kadar oynayabilirsiniz, eğer o davranışı içselleştiremediyseniz, yatsıda söner mumlar.

Özde 2 madde var bence dikkat etmek gereken:

1. Kendimize ve yaşadığımız dünyaya iyi bakmak.
2. Tüm canlılara saygı göstermek.

Bu kadar. Bu maddelerin altı milyonlarca şeyle doldurulabilir. Örneğin, kendine iyi baksın, bizim gibi üniversiteye gittiğinde abuk sabuk şeylerle beslenmesin, sigara içmesin, 7/24 bilgisayar karşısında oturmasın, düzenli sporunu yapsın, entellektüel olarak da beslesin kendisini, vs.; tüm canlılara saygı duysun, ayrım yapmasın, hor görmesin kimseyi, insanları sevsin, hayvanların yaşam hakkına saygı duysun, vs.; dünyaya sahip çıksın, karbon salımlarına dikkat etsin, dikkat edilmesi için mücadele etsin, ve daha binlerce şey yazılabilir bu maddelerin altına. Ama hepsi şu iki maddede birleşir: kendisine ve yaşadığı dünyaya iyi baksın, tüm canlılara saygı göstersin. Bu kadar.

Ben şimdilik ilk maddenin ilk kısmı için harekete geçiyorum, bilgisayar başından kalkıp kuzuyla oynamaya gidiyorum. Şu ara en favori oyunlarımızdan biri onun hareketlerini taklit etmek. Kolları kaldırıyor, biz de kaldırıyoruz, ayaklarını yere vuruyor, biz de; koşuyor, biz de; düşüyor, biz yapmayınca hemen uyarı geliyor "anne de düşsün, baba da düşsün", düşüyoruz tabii, o da lazım arada, dünyaya farklı bir açıdan bakmak, empati kurmak :) Bu oyun sayesinde bir sürü yeni hareket buldu YavruSu, bize de yaptırıyor. Talim gibi, sıkıysa yapma :P Bir de içine ses ve ritm de ekliyor, o da çok zevkli oluyor ama zor bir hareket yaparken pırt yaparsa mesela ve biz yap(a)mazsak hemen başlıyor "anne de pırt yapsın", yok diyorum kızım, senin annen öyle şeyler yapmaz :P Ama dinler mi! Neyse, bir başka oyun da müzik açıp elimize shaker, mendil, vs. alıp dans etmek, yerlerde yuvarlanmak, atlamak zıplamak, tırmanmak; birlikte hareket ederken çok eğleniyoruz biz :)

E hala kalkmadınız mı bilgisayar başından? O zaman biraz daha motivasyon için bir de şu yazıları okuyun bakalım:

Kaostan uzak, rahat ve mutlu bir Pazar olsun... :)

Motor gelişim / Motor beceri

Psikoloji bilgim sınırlı ancak matematik öğretmenliği masterı yaptığım sırada çocukların gelişimi ile ilgili bir ders almıştım, orada öğrendiğim kadarıyla, örneğin motor beceri değil, motor gelişim olarak bahsediliyordu literatürde. Ve bu motor (ve zihinsel, ve dil, ve duygusal, ve sosyal) gelişimin bir parçası olarak çocukların belli aylarda belli şeyleri yapabildikleri söyleniyordu; doğal olarak.

Şimdi çocuklardaki bu normal gelişim sürecinin, 'beceri' olarak adlandırılması ve bu 'beceri'lerini geliştirmeye yönelik aktiviteler yapılması, normal gelişim süreci içerisinde belki 15 gün belki 3-4 ay sonra kendiliğinden yapmaya başlayacağı şeyleri sanki sınava hazırlanırmış gibi hergün tekrar ettirmenin altında yatan nedenler nedir diye düşünüyorum. Bu yalnızca bir grup annenin bunu hırs yapmasıyla açıklanamaz. Olayın altında yatan şeyler eminim daha derindir. Yalnızca rekabet ve hırs kelimelerinin de bunu açıklayabileceğini zannetmiyorum. Yeni dünya düzeni ve kapitalist yaşamın yanısıra, kültürle ve başka şeylerle de ilgili olduğunu düşünüyorum.

Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta bu sefer başka. Normal gelişimin bir parçası olarak çocuklar zaten belli dönemlerde belli şeyleri yapıyorlar. Özel olarak örnek vermek gerekirse, çocuklar, 18-36 ay arasında bir dönemde renklerin ve şekillerin ayırdına varıyorlar. Fakat bunun için aktivite düzenlenip illa yapıp yapamadıklarının gözlemlenmesi veya tam olarak kaçıncı ayda bunu yaptıklarının saptanması gerekmiyor. Ha 2 ay önce ha 5 ay sonra, bunların pek bir önemi yok. Fakat tam tersi bu aktivitelerle çocukların bilinçaltına aynı renklerin hep bir araya toplanması gerekir gibi bir şey sokarak saplantı oluşturulmasından korkuyorum. Herhangi bir düzen saplantısı olmasa dahi, bunun yaratıcılığı engelleyeceğini düşünüyorum. Çocuk farklı kombinasyonları kendisi deneyimleyip hergün yeni bir şey yaratacağı yerde, ona sanki fabrika işçisine malzeme tanıtır gibi ayrıştırma yapması için renk ve şekil tanıtımı yapmayı çok sistemci bir bakış olarak değerlendiriyorum. Ve bu tarz etkinliklerden açıkça korkuyorum; seneye çok sevdiğimiz bir öğretmenin Montessori okulu açacak olması dolayısıyla bebişi gönderme gündemimiz olduğu için daha çok korkuyorum.

Siz kendinizi düşünün şimdi, bir puzzle'ı kaç kere yapabilirsiniz? 1 kere! Yaparsınız ve biter. Ya da bir kere yaptıktan sonra aynı puzzle'la başka şeyler yapar mısınız? Yapmazsınız, o puzzle'dır, çözülmüştür ve bitmiştir, yerine kaldırırsınız. Ama çocuklar yapar. Çocukları bırakırsanız, onlarla binbir farklı deney yapmaya çalışırlar. Yaparlar bozarlar, sonra yine yaparlar, sonra onları üstüste koyarlar, arka arkaya dizerler, alıp havaya atarlar ve daha bir sürü şey denerler. Bu yaratıcılıktır ve bütün çocuklar doğaları gereği yaratıcıdır. Bizim onlara gösterdiğimiz şablonların içine girmek zorunda değillerdir. İlla bir şey öğretmekse derdimiz, kendi yarattığı şeylerin, özgün eserlerin daha güzel olduğunu ve bunlara değer vermeyi, bunları geliştirmesi gerektiğini öğretebiliriz.

Eğitim Sistemi
Gerçi bu Türkiye'deki eğitim sistemi içerisinde çocuğun varoluşunu nasıl etkiler bilemiyorum. Yani ortaya konan nesnenin tıpkısını çizmeyi isteyen bir resim öğretmeni, sadece notada yazanı çaldıran bir müzik öğretmeni, matematik sorularının çözümlerini ezberleten sınav sistemi, okyanuslardaki hava akımının iklim değişikliğine etkilerini tartışmak yerine, hala atılan topların nereye düşeceğini hesaplatan fizik dersindeki başarısı ne olur bilemem. Ama bildiğim şey zaten hali hazırda bulunan sistemin kendi içerisinde çok problemli olduğu ve iddia edildiği üzere zekayı da geliştirmediği. Hep derler ya Türk eğitim sistemi Amerika'nın yanında çok iyi durumda diye, kıyaslamayı ne üzerinden yaptığına bakar bu. Matematik uygulaması örnek gösterilir, ki gerçekte matematikle uzaktan yakından ilgisi yoktur ve kesinlikle zeka göstergesi değildir.

Derdimiz onların zekasını geliştirmek olmamalı zaten. Zeki olduğu halde saçma sapan işler yapan milyonlarca insan var. Kaç yaşında konuştuğu, kaç yaşında yazdığı, bunların hayatta hiçbir önemi yok gerçekten. Ben mesela master dersini vermeye 398 aylıkken başlamıştım :P (bir de böyle bir şey var, aslında bu harketi 2 hafta önce yapıyordu da ben ancak yazabildim :) Zeka geliştirdiğini iddia eden oyuncakların da daha çok test amaçlı olduğunu düşünüyorum ki bu da tesadüf değildir zaten. Zekayı seçme sınavlarıyla test edilecek bir şey olarak görmekten öteye gidemeyen toplumumuzun birebir yansımasıdır. Zeka varsın aynı yerde kalsın diyorum, bunun hiçbir önemi yok. Ancak yaratıcılıkları örselenmesin çocukların. Gelişmese bile örselenmesin.

Tüm oyuncakların bir özelliğe göre gruplanması fikrini politik sebeplerden dolayı da itici buluyorum. Bugün oyuncakları renklerine göre ayıran çocuğun yarın insanlara aynı muameleyi yapmayacağının bir garantisi yok. Her durumda olduğu gibi tersinin olmasının da garantisi yok elbette ama ne kadar az şablon, o kadar iyi diyorum. Ve bizim kendi başımıza kalıp birşeyler üretmeye ihtiyaç duyduğumuz kadar onların da buna hakkı var diyorum. Bize, çocuklarımızla olan ilişkilerimize ince ayar çekmemizi salık verenlere karşı şu yazıyı bir daha okumanızı tavsiye ediyorum (sözümün meclisten dışarı olduğunu belirtip, çoğu duyguyu yaşamış bir anne olarak tabii ki kendime de tavsiye ediyorum :)
Not: Yazıya ulaşamazsanız orijinali icin buraya bir tık.


October 10, 2010

Ninni

YavruSu için bir masal/ninni yazmıştım ya, artık onun bir klibi oldu :) Nasıl mı? Olmadık İşler Peşinde sayesinde :) Siz bu güzel insanı kutukafalarıyla, mizah gücüyle, samimiyetiyle, insanlığıyla, çok güzel iki insanın annesi olması dolayısıyla tanıyorsunuz. Ama onda daha neler var neler. Olmadık İşler Peşinde olduğundan kendisi, kalktı resimledi ninnimizi. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır, hastalık demedi, yorgunluk demedi, onca işin arasında oturdu vakit ayırdı ve çizdi. Sağolasın oyip, iyi ki varsın!

Not: Resimlerin güzelliğini görebilmek için videoyu tam ekran izlemenizi tavsiye ederim.



October 8, 2010

350 Hemen Şimdi

Sosyal paylaşım sitelerinde bu yaza damgasını vuran güncelleme sıcaklar ile ilgili olanlardı şüphesiz: "Of ne kadar sıcak! Eridik ya! Sıcaktan hiçbir şey yapamıyorum! Dün gece de uyumadı, n'apsın çocuk o kadar sıcaktı ki!" ve böyle gitti yaz boyu... Şimdi de daha Ekim ayının başında soğuk güncellemeleri gelmeye başladı, kış(!) gelmiş. Keşke bu kadarla kalsaydı bu problem. Bu yaz dünyanın çeşitli yerlerinde binlerce insan öldü sıcaklar yüzünden, ondan çok daha fazlası da kanserden... üstelik tekno-endüstriyel medeniyetimizin başımıza açtığı işlerden yalnızca bazıları bunlar.

Bireysel kurtuluş yok malesef, hiçbir zaman olmadı da. Ama bu sefer kaçış da yok!
Milyarlar bayılıp satın aldığımız bilmem kaç model arabamız ya da sitemizin güvenlik görevlisi bizi kurtaramayacak bundan! Evimizi kimyasallardan arındırmak da. Ben nefes almayı keseceğim derseniz o ayrı. Biliyorum biraz sert oldu bu sözler ama durum gerçekten çok ciddi bu sefer. Atmosfer çok büyük bir tehlike içinde!


İşte bu duruma dikkat çekmek için bu Pazar günü (10.10.2010) 188 ülkede 6846 eylem yapılacak. Siz de size en yakın eylem yerini bulmak için 350.org sitesine başvurabilirsiniz.

Fotoğraf: Meltem Aşçıoğlu

Türkiye'deki eylemlerden bazıları:
  • İstanbul'da 15:00'da Küresel Eylem Grubunun düzenlediği 350 Hemen Şimdi eylemi Galatasaray Lisesi önünden başlayıp Taksim'e kadar müzikli eğlenceli bir yürüyüşün ardından Taksim Gezi Parkında saat 16:00'da şenlik, sergi ve konuşmalarla devam edecek. Detaylar için buraya bir tık.
  • İzmir'de 15:00'da İzmir Delileri tarafından düzenlenen 350 Hemen Şimdi "Don Kal" ve "Ağır Çekim" eylemceleri Alsancak Sevinç pastanesinin önünde başlayacak, ağır çekimde yürüyüş yapıp, 350 saniye boyunca donup kalarak iklim değişikliği konusuna dikkat çekilecek. Not: Renkli şemsiyelerinizi yanınızda götürmeyi unutmayın. Ayrıntılar için buraya bir tık.
  • Ayrıca 10 kent 350 grubu tarafından düzenlenecek olan bisiklet eylemi olacak. Ankara, Yalova, Eskişehir, Antalya, Bursa, İzmir, Adana, Trabzon ve Edirne'de (1 kent daha aranıyor eyleme destek vermek için duyurulur) bisikletlerinize binip bu eyleme destek verebilirsiniz. "Bizler bisiklet yolunu açıyoruz, politikacılar iklim için çözümün yolunu siz açın" diyen grubun Ankara'daki buluşma noktası Gençlik Parkı, zamanı 10:10. Ayrıntılar için buraya bir tık.

Ve son olarak geçen seneki eylemlerden derlenen görüntülerle atmosferdeki CO2 seviyesinin en az 350 ppm olacağı günler diliyorum.



September 29, 2010

Çevre için çalışan güzel insanlar

Bir önceki yazıda plastik geri dönüşüm kodlarından bahsettik. Bir de geri dönüştürülemeyenler, geri dönüşüm kodu olmayanlar var ki bunların diğerlerine göre çok daha tehlikeli olduğu söyleniyor. Bunlar dışında daha bir sürü şey var dikkat etmek gereken, yorum yapanlar sağolsun hatırlattılar. Örneğin, teflon ya da ahşap oyuncak yapımında kullanılan tutkal. Yiyecek konusu var bir de... of of! Tabii bunlar bizim yaşamımızda atacağımız küçük adımlar ve malesef dünyanın ve hatta uzayın bile bu konuda ve başka pek çok konuda başı çok büyük dertte. Ve bunlar çok daha farklı bir mücadele anlayışını gerektiriyor.

Bugün İsveçli bir profesör bizim okula konuşma yapmaya gelmişti, konuşmanın konusu: "Moving Toward a Socially and Ecologically Sustainable World Society", yani "Hem sosyal hem de ekolojik olarak sürdürülebilir bir dünya toplumuna doğru harekete geçmek".

Milyonlarca yıldır süren yaşamın sadece son iki yüzyıldır varolan endüstrileşme yüzünden nasıl bir hale geldiğinden, doğal kaynakların çok hızlı bir şekilde tüketilmesinden bahsetti Isidor Walliman. Örneğin BMW, yüzde yüz dönüştürülebilir ve az enerji harcayan araba imal ettiklerini söylüyormuş. Araba diğer arabalara göre hafif, bu sayede daha az enerji harcıyor ancak kullanılan materyal plastik yani o da benzinden yapılıyor, dolayısıyla enerji kaynakları yine fazlaca harcanmış oluyor.

Böyle tonlarca aldatma üzerine dönüyor piyasalar. Bize söylenen şey, x ürünü (araba, bulaşık makinesi, cep telefonu, vs.) hayatımızı pratikleştiriyor, dolayısıyla bize zaman kalıyor, ancak bu ürünleri kullanmanın sağlımıza etkileri dolayısıyla uzun vadede bizim bu dünyadaki zamanımızdan çaldığı ya da hem kaynakları tüketmek hem de atık oluşturarak dünyaya olan etkileri dolayısıyla dünyanın evrendeki zamanından çaldığı unutuluyor.

Gelişim denilen şey tamamen yanılsama. Artık geliştik deniliyor, gelişim de teknoloji ile ölçülüyor, peki kişi başına düşen ağaç sayısı ne oldu? Ya da kişi başına düşen 'boş' zaman??? Şimdi artık insanlar 50 hafta çalışıp 2 hafta tatil yapıyorlar. Bu gelişme mi??? Ya sağlık? Çocuk kanseri çocuk ölümlerinde kazalardan sonra ikincil nedenmiş 2003'te, artık birincil!!! Herşeyde olduğu gibi, yine ilk önce çocuklar nasibini alıyor bu teknolojik ve bilimsel 'gelişmelerden'.

Bazen diyorum gidip köye yerleşelim, eskiden insanlar nasıl yaşıyorsa biz de öyle yaşayalım. Kardeşimin bir arkadaşı Ilinois Üniversitesinde bilgisayar-elektronik mühendisliği doktorasını yaptıktan sonra Google'dan gelen teklife rağmen, pılını pırtısını toplayıp memleketi İngiltere'de bir köye yerleşmiş. Bizde köy de bırakmadılar ki ortada, boşalttıkları yetmiyormuş gibi yaktılar bir de geri dönemesin diye insanlar!!!

Çok kirlenmiş dünya, okuduklarıma gördüklerime inanamıyorum, yıllardır! Ama karamsar olmamak lazım elbette, güzel şeyler de yapılıyor, güzel insanlar da var dünyada, mücadele ediyorlar güzel değerler için, barış için, çevre için, özgürlük için ve başka pek çok şey için.

Bugünkü konuşmada bir profesörümüz Amerika'nın enerji kaynaklarını tüketme konusunda 1 numaralı ülke olduğunu söyledi ve bu konuda önce hükümetin adım atması gerektiğinden ancak Obama'nın çizdiği tablonun aşırı sağda kaldığından dem vurdu. Konuşmanın en güzel kısmı burdan sonra başladı, Walliman, anarşist topluluklardan onların yaptığı güzel şeylerden bahsetti ve Amerika'da da bu konuda çalışan anarşistleri örnek gösterdi ve
"Anarchist behavior start the change from wherever you are. They look for local solutions to build up to the whole system" (anarşist hareketler değişime oldukları yerden başlarlar. tüm sistemin gelişimini sağlayacak yerel çözümler ararlar)
dedi ve şu anda Almanya'da süregiden çok büyük bir sivil toplum hareketinden bahsetti: şehirlerin sürdürülebilir enerji kaynakları kullanması ve enerji konusunda dışarıya bağımlılıklarını kaldırmak için lokal çözümler arıyor ve diğer şehirlerdekilerle buluşup bunları bir araya getirerek tüm sistemi etkilemeye çalışıyorlarmış.

Altını çizdiği önemli nokta, bu konuda yapılacak olan çalışmaların işin sosyal boyutunu da kapsaması gerektiği idi: "200 yıldır tüm dünyayı etkileyen bir sistemi bir çırpıda ortadan kaldırırsanız ortaya çıkacak olan kaos ve insan ölümleridir; bu yüzden sosyal değişimi ekolojik değişimden ayrı tutmamak, ve hatta sosyal değişimi de sürekli ve sürdürülebilir kılmak gerekir" dedi.

Bu konuda daha ayrıntılı okumak isterseniz, Walliman'ın kitabına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:

* * *
Daha önce de pek çok yorumcunun belirttiği gibi kişisel önlemler, yaşam tarzımızda yaptığımız/yapacağımız değişiklikler yeterli olmaz, ciddi olarak elimizi taşın altına koymamız gerekiyor. Neyse ki bu konuda çalışma yapan kurumlar ve sivil toplum örgütleri var, bunları ciddi olarak desteklememiz gerekiyor. Yoksa bugün görmezden geldiğimiz atıklar, yarın popomuzu tırmalar! (link sizi konuyla ilgili çok güzel bir çocuk kitabına götürecek, tavsiye olunur :)

Sivil Toplum Örgütleri:

(Bu tarz kurumları yalnızca bağış yaparak değil, onlar için çalışarak veya hediyelerinizi de buradan seçerek destekleyebilirsiniz. Aslında tüketmemek en iyisi ama illa da alacağım diyorsanız benim hoşuma giden birkaç tanesi: Trees for a Change, Greenpeace'den bebek body. Bu ürünler biraz pahalı ancak şöyle düşünün: verdiğiniz parayla veya bağışlarla dünya için güzel şeyler yapılacak. Bu arada bağış yapınca acayip güzel mailler alıyorsunuz söylemedi demeyin :)

Ve olmazsa olmaz webloglar:

Okumak için Türkçe kaynak olarak BGST Bilim ve Toplum Biriminin web sayfasında Ekoloji dosyası var. Çok nitelikli çeviriler ve yazılar var, göz atmalı.

Not: Sizin bildiğiniz başka STÖ'ler veya bloglar varsa yorumlara eklerseniz yazıya taşıyabilirim ve böylece ilgilenenler için bu konuda bir kaynak oluşmuş olur.

September 27, 2010

Geri Dönüşüm Kodlarına Dikkat!

Eylül ayı bitmeden bu konuyla ilgili yazmayı planladığım daha çok yazı vardı ancak bir türlü fırsat bulamadım. Muhtemelen bu ayın sonuna kadar yetiştiremeyeceğim ama planladığım şeyleri ara ara yazmaya devam edeceğim. Öncelikle, daha önce bahsettiğim geri dönüşüm kodlarının ne anlama geldiğini daha ayrıntılı yazmak istiyorum.

Plastiği hayatımızdan çıkarmak istiyorum dediğimde T. bana Times dergisinde okuduğu bir makaleyi önermişti. Makale plastiği yaşamından çıkarmaya karar veren Jeanne Haegele adlı kadının tuttuğu blogdan bahsediyor, kadının yaşadığı zorlukları anlatıyordu. Blogun adı Life Less Plastic. Jeanne, markete gidip ürün seçerken nelere dikkat ettiğini, diş macunu, temizlik malzemesi, deodorant gibi şeyleri plastik kullanmadan nasıl yaptığını ve plastiği yaşamından çıkarmak için ne gibi adımlar attığını anlatıyor; ayrıntıları blogundan okuyabilirsiniz. Bir de şu video var, biraz yüzeysel ve sonu da biraz abuk bitiyor ama süpermarketlerde karşımıza çıkan plastiklerin nerelerde gizli olduğunu gösteriyor. Vaktiniz olursa bir göz atabilirsiniz.

Ben şimdi sizlere Jeanne'ın plastiğin sağlığa zararlı etkilerinden bahsettiği yazısını ve Evren'in şu yazısında linkini verdiği plastik kullanım rehberini özetlemeye çalışacağım.


1 - PET (Polyethylene Terephthalate): Kaçının!
KULLANIM ALANLARI: Su şişesi, soda, kola gibi gazlı içeceklerin şişeleri, yağ şişeleri, kozmetik şişeleri, sıvı sabun şişeleri, bazı kavanozlar.
ZARARLARI: Bunlar tek kullanımlık şişeler, uzun süreli kullanımda içinde bulunan antilom ve ftalat maddelerini sızdırma tehlikesi var.


2 - HDPE (High Density Polyethylene): Görece güvenli.
KULLANIM ALANLARI: Süt şişeleri, plastik torbalar, yoğurt kapları, deterjan kapları.


3 - PVC (Polyvinyl Chloride, aka Vinyl): Nam-ı diğer Zehirli Plastik! Aman dikkat!
KULLANIM ALANLARI: Oyuncaklar, yumuşak plastik önlükler, yağmurluk, yağmur botu, genel olarak su geçirmeyen ayakkabılar, montlar, banyo perdesi, plastik yer döşemesi, duvar kağıdı, elektrik kabloları, su boruları, bahçe hortumu, pencere ve kapı çerçeveleri, kozmetik ürünleri (losyon, şampuan, tırnak cilası), araba iç dizaynında ve medikal malzemelerde (kan, plazma ve damar içi sıvılarını taşımak için kullanılan torbalar, beslenme, solunum ve diyaliz tüpleri, sonda, solunum maskesi ve eldivenler).

ZARARLARI: Direkt temas dışında havaya kimyasal gazlar salması dolayısıyla da çok tehlikeli bu grup. Zaten paket açıldığında etrafa saçılan o keskin kokusundan tanırsınız mutlaka. Bende başağrısına sebep oluyor çoğu zaman. Bunun dışında akciğer yetmezliği, kilo artışı, insüline karşı direnç, sperm sayısında düşüş, spermin DNA'sını bozma; ayrıca ftalat ile karıştığı zaman erkek çocukların üreme sistemlerinin gelişimini olumsuz etkiliyormuş, testislerin normal yerine inmesi gerekirken karın kısmında kalması, küçük testis torbalı ve küçük penisli olmalarına sebep oluyormuş. Daha da zararlısı PVC'yi yumuşatmak için veya ömrünü uzatmak için eklenen diğer kimyasal maddeler PVC'den sızabiliyormuş ve bu maddelerin çoğu kansorejenmiş.

4 - LDPE (Low Density Polyethylene): Görece güvenli.
KULLANIM ALANLARI: Ekmek poşetleri, kuru temizleme poşetleri, plastik yiyecek kapları, ağır eşya taşımak için kullanılan kalın plastik torbalar.




5 - PP (Polypropylene): Görece güvenli.
KULLANIM ALANLARI: İlaç şişeleri, şişe kapakları, paketleme bandı, pipetler, patates cipsi paketleri, saklama kapları, tabak çanaklar.





6 - PS (Polystyrene, aka Styrofoam): Kaçının!
KULLANIM ALANLARI: CD ve Video kutuları, yumurta kutuları, plastik çatal-bıçak-kaşık takımları, et tepsileri, paketlemede kullanılan köpükler.
ZARARLARI: Kansorejen bir madde olan styrene sızdırabilir ve ayrıca hormonal değişimlere sebep olabilir.



7 - PC (Polikarbonat ve Diğer): Kaçının!
KULLANIM ALANLARI: Biberon, konserve kutuları, genel polikarbon su şişeleri, gözlük, güneş gözlüğü, kahve makinesi, laptoplar, CD ve DVD'ler, su filtresi, kağıt, tekstil, arabalar, diş dolgusu macunu.
ZARARLARI: Bu grup kalanları toplamak için genel bir grup aslında. İçinde BPA da olabilir, bitkisel bazlı biyobozunur yeni nesil plastik olan PLA da (Polilaktik Asit). O yüzden 7 numaralı plastik kodu için daha fazla araştırma yapmak gerekir. BPA'ya gelince, bu konuda hala tartışmalar devam ediyor olsa da hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalarda BPA, prostat ve meme kanseri, pubertenin erken başlaması, üreme organlarında bozukluk, sperm sayısının azalması, meme bezi değişikliği ve hamile kalmada zorluk ile ilişkilendirilmiş.

* * *

Biz bunlardan sonra bir katman daha temizlik yaptık:
Geri dönüşüm koduna göre güvenli olmayan tüm oyuncakları ve kapları önceden geri dönüştürmüştük zaten; sonrasında diş fırçalarını BPA'sız olanlarla değiştirdik, sabun ve şampuanlardan 1 numaralı kutuda olanları değiştirdik, 2 numaralı kutulara koyduk, YavruSu'nun yemek sandalyesinin tepsi kısmını çıkardık altına yükselti koyarak bizim masaya yakınlaştırdık, banyo malzemelerini (kova, su dökme tası, banyo oyuncakları) elden geçirdik ve 5 numaralı olanlarla veya BPA'sız olanlarla değiştirdik, yağmurluk ve yağmur botlarını PVC'siz aldık, kahve makinesinden kurtulduk onun yerine tamamen çelik French press aldık.

Ancak hala bitmedi, Berceste'nin dediği gibi "istilacı bu plastikler", herşeyin altından çıkıyorlar. Gerçekten çok daha ciddi adımlar atmak gerekiyor. Bir sonraki yazıda çevre için çalışan güzel insanlara yer vereceğim. Şimdilik elinizin değdiği hiçbir şeyin plastik olmaması dileğiyle hoşçakalın!

Kaynaklar:
Be wise with plastics. Healthy Child, Healthy World. Retrieved from
http://healthychild.org/5steps/5_steps_5/?gclid=CNiykc2XkaICFRMMDQod9Ccpjg

Negative health effects of plastic: A Strong Possibility. Life Less Plastic. Message posted to http://www.lifelessplastic.blogspot.com/2007/10/negative-health-effects-of-plastic.html

Understanding plastic recycling codes: A handy guide to safe plastic use. Retrieved from http://www.plasticfreebottles.com/pdf/Understanding-Plastic-Codes.pdf

Polyvinyl chloride. Wikipedia. Retrieved from http://en.wikipedia.org/wiki/Polyvinyl_chloride