Showing posts with label YavruSu. Show all posts
Showing posts with label YavruSu. Show all posts

March 6, 2012

T-çanta

T.nin eskimiş lekeli bir t-shirtü vardı. Ne münasebet, yıkadık tabii ki, hem de kaç kere yıkadık ama çıkmadı lanet leke. Ama napalım, hayata farklı biçimlerde devam etmek varmış kaderde... İşte bu t-shirt de artık çanta olarak gezecek elimizde. Gerçi bir önceki konumundan biraz daha rahatsız bir durumda olacak ama ne yapalım, hayat!

Eveet gelelim, asıl konumuza: t-shirt'ten çanta yapımı. T-çanta ismi de buradan geliyor, bizim T.den değil :) Gerçi bizimkinden de olabilir, çünkü sağolsun, araştırmış bulmuş, önümüze getirdi; önce şuradaki di.ki.şs.iz çantayı yaptık.


Fakat tabii bu ipleri çözmek ve çıkarmak bizim keratanın 1 dakikasını bile almadığı için, ben sonradan alt kısmını, yani t-shirtün bel kısmını dikmeye karar verdim. Tek bildiğim 'pek-ileri-d.ik.iş-te.kn.iği' olan "çi.ft di.k.iş" yöntemi ile yarım saatte işlem tamamdı. Dikkat etmeniz gereken hiçbir şey yok. Şekildeki gibi kestikten sonra, ters çevirip bel kısmını dikiyorsunuz, o kadar!


Bu da bizim çanta. Lekesiz T-çanta :) Lekeli kısım kol tarafına yakın olduğu için biraz derin kesince gitti.


Ha bir de yanınızda bir minnak varsa, ayak bağı olmaması için önüne bilimum ip, düğme,... di.kiş kutunuzda ne varsa veriyorsunuz. Artık gerisi ona kalmış. Bizimki önce makaralarla oynadı, onları arkadaş yaptı, a benim arkadaşım yok, ben senin yanına gelebilir miyim diye konuşturup oynattı, ayrı gayrı duranları birleştirdi. Sonra şekil A'da görüldüğü üzere çengelli iğnelere düğmeleri geçirdi (sanırım bu noktada içine Madam Maria kaçmıştı, yoksa bu tarz bir olayla ev içerisinde daha önce hiç karşılaşmadı). Sonra, aldı, evirdi çevirdi, buna bir de ip bağlayalım, kolye olsun dedi, sonra salladı sarstı, baktı çıkır çıkır sesler geliyor, bu shaking neclace olsun dedi. Böylece hem takıp hem sallayabileceğimiz, hatta sallarken de sallayabileceğimiz kolyelerimiz oldu. Canım kuzum, birini bana yapmış, anasına, diğerini de best friend'im dediği Ana'sına. Bayılıyor böyle birilerine bir şey yapıp vermeye. 

                                      Şekil A                                                                    

* Bu arada harika bir blog daha açtı Cesur. Hala görmediyseniz hemen en yakındaki linke tıklayınız: Daha az tüketim için her güne bir fikir

** Cesur'un t-çanta tarifi için de buraya tıklayınız.


January 6, 2012

Ha tanuştuk ya!

T.nin yokluğu bloga yaradı. Hiç bu kadar üstüste yazı yazmış mıydım hatırlamıyorum. Burada geçtiğimiz 2 hafta tatildi. İlk haftasında biraz uzaklaşalım şu soğuktan deyip kendimizi güney sahillerine atmıştık. Ve orada gördük ki YavruSu bir canavara dönüşmüş, sosyal canavar.

3 yaşın kerameti mi bilemiyorum ama tatilde, deniz kenarında öyle rahat ettik ki. Kendisi sürekli çocukların peşinden koşturdu. Kovalarını alıp sessizce yanlarına gidip önce paralel oyun oynamaya başladı sonra ne yapıp ettiyse çocuklarla birlikte oyun kurup oynadı. Her yaştan (3.5, 4.5, 5, 7, 9) ve her milliyetten (amerikalı, çinli, fransız, ispanyol) çocukla bir şekilde bağ kurdu. Bize de yan gelip yatmak düştü. Pek sevindik bu duruma. Yalnız diğer aileler ve çocuklar bizim kadar sevindi mi emin değilim.

Bir gün gözüne kestirdiği 4-5 yaş civarındaki bir kızın yanına gitti. Çocuk denizden yeni çıkmış, yorgun, yemeğini yiyordu. Yanına gidip "oynamak ister misin" diye sordu. Çocuk hiç oralı olmadı. Ben de sorumlu ebeveyn edasıyla seslendim, "gel T.Su, rahat bırak çocuğu, yemeğini yesin, sonra oynarsınız" dedim. Ama o gelmedi, "olsun ben burada sessizce beklerim" dedi. Ve oturdu karşısına çocuğun, yemeğini bitirene kadar sabırla bekledi. Yemeğini bitirince de dediği gibi oynadı. Biz şaştık kaldık. Oysa çocuk ne yapsın, genlerinden geliyordu bu canavarlık.

Evet, babaannem çok konuşkan, çok sosyal bir kadındır. Bir gün onu ziyarete köye giderken, babam otobüste kardeşimle bana ne kadar asil bir sülaleden geldiği hakkında atıp tutuyordu. Sizin dedeniz şöyle soylu, böyle asil, vs. vs. diye. Sonra otobüste bir adam babama sordu "kimlerdensin, ne iş yaparsın?" diye. Babam hemen atladı, göğsünü gere gere, "ben Azaklıoğullarından Hacı Emin Bay'ın oğluyum, çocuk doktoruyum" diye. Adam boş boş baktı yüzüne. Bir doktor tanıyordu köyden ama Emin Bay ismini çıkaramamış olacak ki, sordu: "Sen onu bırak da İfaket'in nesi oluyorsun?" diye. Biz kahkahaya boğulurken babam bozulmuş bir şekilde, "oğluyum" dedi sessizce.

Evet, babaannem 'asil' bir soydan gelmiyor ama herkes tarafından tanınır. Muhtar seçileceği zaman babaanemin fikri sorulur. Sınır davalarında, küskünlerin barıştırılmasında hep ona gelinir. Babaannem yalnızca köyünde de tanınmaz. Gittiği her yerde mutlaka kendisini tanıtır, hoşbeş edecek birilerini bulur.

Anneannem de tam tersidir, tersiydi rahmetli. Zorunda kalmadıkça konuşmayı sevmezdi. Bir gün babaannemin bizi ziyareti sırasında, artık nasıl olduysa anneannemle birlikte Karşıyaka sahilinde dolaşmaya çıkmışlar. Neyse, ikisi yürürlerken sahilde, anneannemin sessizliğinden sıkılan babaannem bir anda ortadan kaybolmuş. Annennem bir de bakmış ki, babaannem yoldan geçen bir kadının beline sarılmış. Kadın da Karşıyaka hanımefendisi, dönmüş, "Pardon han'fendi, tanışıyor muyuz?" demiş kibarca; babaanem de Karadeniz uşağu, yapıştırmış cevabını: "Ha tanuştuk ya!"



December 21, 2011

Yeni bir dönemin başlangıcı

Sonunda bir dönem daha bitti hayatımızda. Zorlu ve yoğun geçtiği için iyi bir tatili hak ettiğimizi düşünüp kendimizi güney sahillerine attık. Yolda YavruSu, iştahlı bir şekilde siyah bir adama bakarken "yiycem ben bu amcayı" dedi. "Hayırdır!?!" der gibi bakınca, "çikolata amca o, yiycem ben onu" diyerek mutlu mutlu yalandı :) Sonra bir de "gidicem ben" dedi, "uzaklara gidicem, giderken de sevgilim sevgilim diye şarkı söyliycem" (kendi uydurduğu bir şarkı). İşte dedik 3 yaşın kerameti buymuş :P Şimdiden sevgiliyle kaçma planları, ileride yandığımızın resmi... Neyse ben tatile çıkmadan kapanan dönemle ve başlayan dönemle ilgili bir yazı yazmıştım, geç olmadan yayınlayayım dedim. Dönem mi, güz dönemi değildi elbet ama gelen dönem sanırım bahar dönemi :)
* * * 
Sonunda şu meşhur 0-3 yaş döneminin sonuna geldik biz de. Sanki 18 yaşını doldurmuş gibi heyecanlıyız. Hep derlerdi de pek inanmazdım, her şey bir anda değişiyor diye. Daha önce yazmıştım, bizim CadıSu kendinden küçük çocuklara karşı karanlık birtakım duygular besliyor diye. Önceleri bu çocuklara karşı söylediği gibi kötü davranmasından çok korkardım. Fakat o bir şey yapmazdı. Sonra bu duygularının aslında çocuklara değil bana karşı olduğunu anladım. Nurtureshock kitabında okumuştum, kardeşlerle ilgili yapılan araştırmalarda aslında büyük kardeşin küçük kardeşe öfke duymadığını, onunla ilgili bir sorunu olmadığını, esas tepkisinin ailesine karşı olduğu yazıyordu. Yani böyle büyük büyük söylenirken aslında öfkesi banaydı. Çünkü bir yandan benden ayrışıp birey olmaya çalışırken bir yandan da hala içi gidiyordu. Üstüne ben de bu çelişkili döneminde, her zaman olduğu gibi çocuk gördüm mü dayanamayıp, ağzımın suyu akarak saldırıya geçiyordum. 

Dün de N.'yi görünce dayanamadım yine. Tabii başladı hemen bizimki: "ben N.'yi sevmiyorum, o gitsin" diye söylenmeye; ben de "ama bak o çok tatlı, seni çok seviyor" diye nutuk atmaya. Neyse sonra yemeğe oturduk. Bizimki sürekli N.nin yanında olmak istiyor. Dedim tamam artık, bu gece gitti çocukcağız; bizim cadı Su, ya bir yerini sıkıştıracak, ya kafasını tuttuğu gibi yemeğin içerisine sokacak... Sürekli gözüm üstünde artık. Ama neyse ki gayet sakin geçti. Yine de ben gözümü üstünden ayırmadım. Yemek bitti, sonra bizimki L.nin hediye ettiği ukulelesini eline aldı ve yılbaşı ağacının yanına kuruldu. Ortamın atmosferine uygun başladı Jingle Bells çalıp söylemeye. Sonra N. geldi yanına, "allah dedim bu sefer kesin gitti çocuk, kafasına ukuleleyi yiyecek, bir daha da yüzüne bakamayacağım annesinin-babasının... çocuk da nasıl tatlı bir minnak. Ve işte o an sihirli bir şey oldu, benim 3 yaşına henüz basmış kızım, bu sefer gitsin etsin demedi, "şimdi N.'nin turn'ü, N.çalsın" dedi. Biz bir sevindik. Özellikle de ben bir coştum, bir coştum :) Yalnız öyle coşmuşum ki T.'den uyarı geldi: "videoda yalnızca senin sesini duyulacak, bırak biraz da kızlar söylesin" diye. Hemen T.Su da uyardı, "only girls can sing, mommies and daddies sit" (sadece kızlar söyleyebilir, anneler babalar otursun) diye, neyse sonra dans etmemize izin verdi sağolsun sıpa. Ancak herkesin sakince yemek yediği restoranda 4 deli olarak damgalanmak istemediğimiz için sessizce yerimize oturmayı tercih ettik.


Yerime otururken kızımın biraz daha büyüyüp yeni bir döneme girmiş olduğunu anladım. Bu dönem psikolojide ödipal dönem olarak geçiyor. Çocukların anneden ayrışıp bireyleşme dönemi. Yalnız bu ayrışma öyle kolay olmuyor. Özellikle de kız çocukları için. Erkek çocukları anneden ayrışıp babalarını ya da hayatlarında başka bir erkek figürü varsa onu rol model alıp yollarına özgürce devam edebiliyor. Ama kız çocukları anneden ayrışmaya çalışsa da genellikle rol modeli yine anne olduğu için tam olarak bir ayrışma yaşayamıyor. Bir yandan ayrışmak ve kendisi olmak isterken, diğer yandan annesi gibi olmaya çalışıyor. Büyüyünce, "annem gibi olmayacağım, onun gibi davranmayacağım" derken hiç beklemediği bir anda içerisinden annesi çıkabiliyor. Bir dakika yav, bu annemin sesi değil miydi, ne işi var burada diyerek hayretler içerisinde kalırken aynı onun gibi kızdığını, onun gibi davrandığını görmesi başta biraz travmatik olabiliyor. Kız çocuklarının ayrışma süreci anneler için de zor aslında. Okuduğum şu makalede, annelerin genellikle kız çocuklarını kendilerinin bir uzantısı olarak gördüğünü, içlerinde hem annelerinden hem de kızlarından bir parça taşıdıklarını, hatta bazı annelerin fazlaca özdeşleşip sınırları kaybettiğini, kimin anne kimin kız çocuk olduğunu unuttuklarını söylüyordu. Bu dönemde anne de kendi çocukluk dönemine dönüyor ve kendi çocukluğunu yaşamak isteyebiliyormuş. Annesinin yaptığını düşündüğü yanlışları yapmamak ya da onun için yapmadığını düşündüğü şeyleri yapmaya çalışmak ama sonuçta kendisinde annesini bulmak mümkün olabiliyor/muş. Bazen de çocuk gibi davranabiliyor, partnerinden de ona annelik yapmasını bekleyebiliyormuş (sanırım bu dönemde cinsel ilişkiden soğumanın nedenlerinden biri de bu). 

Evet, anneler ve kızları arasındaki 'meşhur' ilişkinin temelleri bu dönemde atılıyor. Kız çocukları, bir yandan anneden ayrışıp ("anne bu oyunda yok, anne gitsin çamaşırlarla oynasın", "baba yıkasın ellerimi, baba yaptırsın kakamı, baba uyutsun beni") birey olmaya çalışırken ("ben yapıcam, kendim yapabilirim") bir yandan da hala anne gibi olmaya çalışabiliyorlar ("o senin kocan değil, o benim kocam, sevgilim, tatlişkom, herşeyim" hadi bu tamam da benim gibi pet takmak istemesi, hatta tuvalet kağıdından bir parça koparıp kilodunun içerisine koyup bütün gün ben de pet taktım diye dolaşması... :-) Ha bir de benim annem olduğunu iddia etmesi... Belki de ben çocuk gibi davrandığım için, olur olmadık şeylerde onunla inatlaştığım için... Ama sağlıklı bir ayrışma yaşanması için anneye çok iş düşüyor. Erkek çocuk anneleri bu dönemde çocuklarının daha bağımsız olmasını desteklerken kız çocuk anneleri kızlarını kendi uzantıları olarak görmeye devam edip onların bağımsız bir şekilde gelişmelerine engel olabiliyormuş. Sağlıklı bir ayrışma için annenin de çocuğu bırakması, kendisini çocuğu üzerinden tanımlamaktan vazgeçmesi gerekiyor; ayrıca çocuğun bakımına mutlaka başka insanların da dahil olması gerekiyormuş. 

Evet T.Su, istemiyorsan müzikle uğraşmak zorunda değilsin annecim, ama babanın izinden gidip matematiği de seçme :P Şaka bir yana kimsenin hayallerini yaşamak zorunda değilsin, kendin olacaksın, kendin olmalısın ve biz seni, gölge etmeyecek bir mesafeden, takipte olacağız. Ha bir de sevgilinle kaçacak olursan söyle olur mu ;) Yeni yaşın kutlu olsun canım kızım, seni çok seviyoruz!  

November 26, 2010

Kuzu Su'dan keçi Su'ya...

YavruSu'nun videolarını izleyenler, ya da kısa süreli görenler diyorlar ki ne kadar tatlı bir çocuk, bizim de böyle bir çocuğumuz olsun. Aman diyorum aman, siz ne çektiğimizi gelin bir de bize sorun :P Tabii ki çok seviyoruz, herkes çocuğunu çok sever ama diğer yandan da... :)

YavruSu hiçbir zaman kolay bir çocuk olmadı. İlk başlarda ben sürekli bahaneler buluyordum, yok karnı acıktı, yok uykusunu alamadı, diş çıkarıyor, jetlag oldu, vs. vs. 3,5 aylıkken başladım diş çıkarıyor hikayesine, çıkardı mı 10,5 aylıkken ilk dişini :P Böyle sürekli olarak açıklama yapma gereği duyuyordum. Birkaç arkadaşım da dedi ki, ya Evren, bazı çocuklar böyle oluyor, yani karakteri dolayısıyla böyle olabilir. Aaa bir yaşıma daha gireceğim :P olur mu hiç öyle şey, çocuk rahatsız, o yüzden derdim. Sonradan anladım ki hakikaten rahatsızmış ama başka türlü bir rahatsız ;)

Bölümde bir arkadaşıma söylemiştim, "she is such a small goat" (tam bir minik keçi) diye, onun küçük kızı da aynı YavruSu gibiymiş, düşündü hak verdi. Amerika'da maymun derlermiş ama keçinin daha doğru bir tanımlama olduğuna kanaat getirdi arkadaşım da: gürültücü, inatçı, başının dikine giden küçük bir dağ keçisi :) Üstelik karnımdayken hep 'annesinin kuzusu' diye sevmiştim ama çıka çıka bir keçi çıktı içerden: keçi Su ;)



SAHNE 1:
YavruSu öğretmenlerinin tüm ihtarlarına rağmen ellinci kez ayakkabısını çıkartmaktadır. Kendi giyemediği için her seferinde giydirmekten bıkan öğretmeni artık biraz kızar. "Ayakkabını ayağında tutmalısın YavruSu, ayağına bir şeyler batabilir" diye söylenmektedir. Hiç oralı olmayan YavruSu'nun çözüm yolu öğretmenin dikkatini dağıtmaya çalışmaktır: "aaa look Anton, he is crying" (arkadaşını işaret eder ve ağladığını iddia eder). Öğretmeni bu durumu komik bulup YavruSu'yla uğraşmayı bırakınca kendisi hemen fırsattan istifade ederek yine ayakkabısını çıkarır, inat değil mi, 50, 55, 60, 100, .... Ayakkabılarını ayağında tut dedikçe çıkarmaya devam edecektir, çünkü o bir keçidir :)

SAHNE 2:
Anneyle baba birbirine yaklaşmak üzeredir, hayır kötü niyetleri yoktur, sadece birbirlerini özlemişler ve birazcık sarılmak istemişlerdir. Bunu gören YavruSu'nun suratı bir anda düşer, ama ne düşme!!! Sonra ağzını, japon çizgi filmlerindeki çocuklar gibi, suratının tamamını kaplayacak şekilde açarak tüm yaygaracılığıyla ortalığı ayağa kaldırır. Hayır bırakın başka çocuk düşünmeyi, bu noktadan sonra anne ve baba gözgöze gelmeye bile korkar olur artık.

Zaten bir çocuk fazlasıyla yetmektedir onlara. Hele 2 yaş dönemiyle birlikte keçilikten katırlığa terfi ettikten sonra bırakın çocuk düşünmeyi, yaşamı ve kaderi sorgular olmuştur artık anne-baba. Biz ne yaptık, bunu hakketmek için ne yapmış olabiliriz gibi sorularla kafalarını kırma noktasına gelmişlerdir artık ;)

SAHNE 3:
Araya girip "anne gitsin, go away mommy" diye diye anneyi zorla içeri gönderdikten sonra ancak rahatlayan cadı Su'nun sonraki hamlesi uyku konusunda gelir. Uyumamak için ilk önce bütün kitaplarını okutmaya kalkar, 1, 2, 3, son, son diye kandırarak 5-6 kitap kadar okuyunca, bakar ki uykusu gelmektedir; gözleri kapanmak üzereyken hemen kitapları bir kenara iter ve yatağın içinde doğrularak zıplamaya başlar. Uyku zamanı olduğu hatırlatılınca bu sefer de tüm şirinliğini takınarak karşısındaki insana gıdı gıdı diye oyunlar yapmaya başlar. Anne ve baba bu konuda epey deneyimli olduğu için oyuna gelmez ve tüm ciddiyetleriyle uyuması gerektiğini hatırlatırlar, bu sefer ufak çapta bir kriz ortamı oluşturarak "aşağı inelim" diye ağlamaya başlar. Sonra bu konuda da karşıdan dirayetli bir duruş görünce bu sefer de "meme" veya "şüt" diye ortalığı ayağa kaldırır. Emme faslı bittikten sonra artık iyice kıvama gelmiş olduğunu düşünür anne ama bu sefer de bağıra bağıra şarkı söylemeye başlar YavruSu ve hiç uyumayacağını düşünüp imdat diye bağırmak üzereyken, bir anda fişi çekilmiş gibi uykuya dalar. Bu mucizevi olayın yaşandığı an, en iyi ihtimalle saat 10 sularıdır. Genelde on buçukta uyuyup sekizde kalkar. Tabii arada sayısız kez uyanmazsa...

Bundan sonra "oh, gece artık size kaldı, hadi yine iyisiniz" diye düşünüyorsanız çok saf ya da çocuksuz olmalısınız. Çünkü kalan enerji diye bir şey yoktur, biten hatta eksiye düşen enerji vardır. Bu noktadan sonra, ya kendinizi bir süre yemeye verirsiniz ve eblek bir şekilde bilgisayara bakarsınız, ya da siz de sızıp uyursunuz ki ben çoğu zaman kendimi ikinci durumu icra ederken buluyorum daha doğrusu sabah kalkıp "haydaa gene sızmışım, bir gece daha karanlıklar ülkesinde yitip gitti; ama bu gece bu ülkeden birilerinin bacağını kırmazsaam; hayır kıracam da..." diye sayıklarken yakalıyorum. Neyse ki gündüz 1-1,5 saat uyuyor da biraz olsun dinleniyoruz. Gerçi gündüz uykusuna yatırmak için harcadığımız enerjiyi düşünürsek, 1,5 saat uyusa bile telafi etmeye yaramıyor. En iyisi artık gündüz uykularını kaldırmak olacak sanırım.
* * *
Böyle işte. Her gün bunun gibi onlarca sahne yaşanıyor. Giyinmesi/soyunması, arabaya binmesi/inmesi, banyoya girmesi/çıkması, uyuması, yemesi, ... her biri ayrı bir mücadele alanı artık. Ne diller dokuyoruz, bu sürecin sonunda politikacı olup çıkacağız valla. İkna kabiliyetimiz gelişiyor diyordum ama YavruSu'nunkinin yanında hala solda sıfır. Böyle bir özelliğin gerekli olduğu bir iş varsa Evren'in 'açık iş ilanı'nda yazdığı gibi, bizden de iyi bir aday yetişiyor :)

Tabii ki dünyada yaşanan inanılmaz olayların yanında bizim yaşadıklarımızın hiçbir önemi yok. Zaten yanlış anlaşılmasın, sadece eğlenmek için yazdım. Yoksa herhangi bir şikayetimiz yok, tam tersine zorlansak da arada sırada, her durum ayrı güzel, ayrı keyifli.

Bir de baba faktörü var tabii, çok önemli. Ben dayanamıyorum bazen ama bizimki nasıl bir oluşumsa; bana rağmen, YavruSu'ya rağmen, benim 14 yıllık 'çabama' rağmen hala çatlamadı. Bazen bu sakinliği/olgunluğu/iyi niyeti benim çatlamama neden olsa da çoğu zaman iyi ki diyorum, iyi ki varsın! Tamam artık bundan sonrasını okumayın, öyle ulu orta ilan-ı aşk yapacak değilim herhalde :P

Ama illa okumaya devam etmek istiyorsanız, hala bıkmadıysanız, iki önceki yazıda yazdığım iğne anektodunu nerede okuduğumu buldum :) ona bakabilirsiniz. Işıl ve Fethiye sağolsun, yazdıkları yorumlarla dünyamı aydınlattılar. Işıl, bu anektodun ilk olarak kim tarafından kullanıldığını yazmış. Çok şaşırdım, çünkü bu örnek Adam Smith tarafından Wealth of Nations kitabında  endüstriyel devrim öncesi yazılmış. Evet öncesinde! "Ardından da Marx Kapital'i yazmış ki amacı Adam Smith'in bunu ne kadar doğal bir süreçmiş gibi anlatmasını eleştirmekmiş". Bu bilgiler için Işıl'a ve okuduğum yeri bulmamı sağladığı için Fethiye'ye çok teşekür ederim! Anektodun yer aldığı Yıldırım Türker'in yazısını okumak için buraya bir tık. Biraz daha motivasyon için yazıdan bir bölüm:
"Tembellik, insanın en insani hakkıdır. Emeğin kutsallığı safsatasına karnı tok olanlar özgürlüğü tanımlamaya en yakın duranlardır. Çalıştıranlara iktidar, çalışanlaraysa emeğin kutsallığı, öyle mi?
Vakit, nakit değildir! Vakit, hayattır! Hayatına dön. Fazla mesaiye kalma."

May 28, 2010

Freedom's just another word for nothing left to lose

Sevgili Günlük,
Bir süredir yazamıyordum. Türkiye'de vakit öyle hızlı geçiyor ki, tatilimizin yarısı bitmiş bile. Sadece 3 haftamız kaldı :( YavruSu ile burda çok mutluyuz, tüm gün birlikte, sürekli oyunlar, şarkılar, gezmeler, sevgi dolu yeni insanlar... Hülya ve Tuna, Babayız Biz ekibi ve daha bir sürü güzel insanla tanıştık. Burda maruz kaldığı yoğun ilgiden sonra kreşe tekrar başladığında sanırım biraz zorluk çekecek. Yine 1-2 saatle başlayıp yavaş yavaş artırmak gerekecek kaldığı süreyi. Gerçi bu sabah yine kreş arkadaşlarının isimlerini sayıp hayali olarak onları çağırdı: "Emily, come here, gel gel!", sonra sırayla Anton, Ryan,... Ordan başka arkadaşlara bağlandı, Sasha, Lara ve Lara'nın annesi (Y)eşim. Onlar Bloomington'dan ayrıldılar, YavruSu'nun en sevdiği arkadaşıydı, öyle ki kendi ismini öğrenmeye çalıştığı zamanlarda önce bir süre kendisine Lara dedi; ne zaman Lara'yla görüşsek 2 gün boyunca adını sayıklıyordu, dün birden yine aklına geldi, yüzüne bir tebessüm yayıldı, sonra da biraz hüzünlendi sanki. Sanırım Lara'yı epey özledi. Biz de çok özleyeceğiz Yeşimleri...

Şu anda Çeşme'deyiz, kimsecikler yok. Hava, su, tertemiz. Bütün gün koşturuyor yavru, 3 kişi zor yetişiyoruz enerjisine. Zaten 2 yaşındaki bir çocuğun bir günde yaptığı hareketleri bir atlet yapamıyormuş. Bizimki daha 17 aylık, demek ki 7 ay sonra vay halimize!




Bu akşam yemekte babası pırasa yedirmeye çalışırken kucağından fırlayıp kaçarak "nenem nenem" diye annemin kucağına attı kendisini. Alt metinde şikayet var tabii, bunlar bana nasıl böyle bir yemeği yedirmeye çalışırlar :) oysa uzun süredir hiç böye lezzetli pırasa yememiştim, Amerikadakilerin onda biri kadar incelikte, körpecik, tazecik, mini mini, güzel sebze :)

Dönüşte hep birlikte zorlanacağız besbelli. Keşke Avrupa'da olsaymışız; annem diyor ki o zaman 2-3 ayda bir gelirdim. Gerçi annem ayrı kalmaya dayanamayacak sanırım, maruz kaldığı yoğun YavruSu bıcırdamaları yüzünden belki kışın 1 aylığına gelecek ve bizi çok mutlu edecek :) Annem sağolsun sayesinde geceleri deliksiz uyuyoruz, hatta 17 ay sonra ilk kez gece dışarı bile çıktık ;) Yaşa annem, yaşasın anneler! Çalıştığı için annem kadar aktif olmasa da babam da çok ilgileniyor YavruSu'yla. Sürekli arıyor; artık telefonda sohbet etmeye başladı YavruSu da, "alo, dedem, meaba". Burdayken babam da altını değiştiriyor, oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyor, kitap okuyor, uyutuyor. Ama malesef Pazar günü hariç sabah 9 - akşam 9 çalışıyor. Dedemizi çok özlüyoruz. Anneanneler, dedeler bir taneler :)))

Sonra, bıcır bıcır konuşuyor bebiş. Burda Türkçesi epey ilerledi, 2-3 kelimeli cümleler kurmaya başladı. Dil gelişimi tahmin ettiğim sırayla ilerliyor. Önce isimler geldi, sonra fiiller, fiil çekimleri ve zamirlerle edatlar; bu son ikisi, hemen hemen aynı zamanda. "Anne gibi" diyor, uzun düz saçlı kadınlara; "makarna gibi" mantıya ve "DoDo" gibi köpek yavrusuna. Yavru da gerçekten çok benziyor DoDo'suna.

Sıfatları ve zarfları bekliyorum sırada. Durum zarfları, zaman zarfları, soru zarfları, miktar zarfları, yön zarfları ... böyle on bin çeşit zarf vardı ya, neydi o kabus günler :) Hala öğretiyorlar mı acaba çocuklara bunları? Ben üniversite sınavından sonra silmişim. Neyse ki bebekler bu şekilde öğrenmek zorunda değil.

Ünlü dilbilimci Chomsky'nin dediğine göre "evrensel dilbilgisi" diye bir şey var. Bu konuda fazla bir okumuşluğum yok, çok ilginç bir alan aslında, merak içerisindeyim. Eğer sizin de ilginiz varsa, Chomsky'nin BGST Yayınlarından çıkan pek çok kitabı var. Bilgi Sorunları ve Dil kitabı bunlardan biri. Orda, bu konuyla ilgili şöyle diyor Chomsky:
"Evrensel dilbilgisi kalıtım yoluyla aktarılan, doğuştan gelen genetik bir yetenektir; insan dilinin değişmeyen ve öğrenilmeden bilinen özelliklerini içerir. Dolayısıyla dil, deneyim yoluyla öğrenilen bir şey değil de deneyimi düzenlemenin bir yoludur."
İşte bu noktada bir süredir kafamı kurcalayan soru geliyor. İyelik ekleri olmadan yaşamak mümkün mü? Dilin parametrelerini değiştirdiğimizde özgürlük de beraberinde gelir mi? E ne de olsa Janis Joplin'in çok sevdiğim şu şarkısında dediği gibi, freedom's just another word for nothing left to lose!" (özgürlük kaybedecek hiçbir şeyinin olmamasıdır). Yani diyeceğim o ki, -ın, -in, -un, -ün'leri hayatımızdan kaldırmak mümkün mü? Çünkü bunlar olmazsa, sahiplik de olmaz, tümevarım yöntemiyle, özgürlüğe varırız belki :)

İşte YavruSu'nun bu aralar meşgul olduğu şeylerden biri de bu, dolayısıyla benim de ilgi alanımda. "Bu babanın, bu annenin, bu benim, vs." diye ayrıştırma işlemine başladı. Böyle bir şey söylediğinde, bu annenin değil diyorum, dünyanın, sırayla kullanıyoruz, şimdi sıra bende, yarın kimbilir kimde. Yiyecek, içecek gibi şeylerse söz konusu olan, hepimizin diyorum, paylaşıyoruz. Ursula K. LeGuin'in Mülksüzler kitabında okuduğum bir sahne geliyor gözüme. "Yemek için teşekkür etmene gerek yok" diyordu, "bu yemeği hep birlikte paylaşacağız". Çok etkilenmiştim o zaman.

Türkiye'de fazla yok ama Amerika'da acayip bir bireyselleşme ve aşırı bir kibarlık var ki bazen insanın deli olmaması işten bile olmuyor. Örneğin, insanların bireysel alanına girmeniz kesinlikle hoş karşılanmıyor, olur da karşınızdaki sizi anlamazsa, Türkiye'de yaptığınız gibi refleks olarak kulağına doğru eğilirseniz, aynı anda karşınızdaki insanın refleks olarak geri sıçradığını görebilirsiniz. Marketlerde uzaklarından geçerken bile "excuse me" demeniz icabediyor. Sanırım Türkiye'de zaten mümkün olamayacak bir uygulama; çünkü bu alan, birey merkezli, 1 m yarıçaplı çemberden oluşuyor ki burda bu kadar alanın (pi m^2), kişi başına düşmesi pek imkanlı değil gibi.

Şaka bir yana, mal mülkün olmadığı toplumlarda iyelik eki ve benzeri de yoktur herhalde. Yaşam tarzımız kullandığımız dili, kullandığımız dil de yaşam tarzımızı belirliyor. YavruSu'nun ilk doğum gününde arkadaşlarımızdan bir şey almamalarını rica etmiştik ve bu konuda gerçekten çok samimiydik, onlar aldılar gerçi. Oysa bize göre, bizimle, insanlarla, doğayla geçirdiği vakit, müzik ve kitaplar yeterdi. Oyuncak olarak da evdeki 3-5 oyuncak, kreşte ortak kullandıkları oyuncaklar, kütüphaneden haftada bir ödünç aldığımız oyuncaklar ve kitaplar yeter de artardı bile. Zaten oyuncaktan çok bizimle oynadığı oyunlarla, bizimle kurduğu etkileşimlerle daha çok ilgiliydi. Daha sonra ya da Türkiye'ye dönünce nasıl olacak bilemiyorum ama hala öyle. Neyse, bu konular derin konular, aslında daha ayrıntılı yazmak gerekir, şimdi yavru öğlen uykusundan uyandı, beni bekler; öpülmek ve koklanmak ister :))) 

January 27, 2010

100 + 1 = Tek hücreli organizmadan koca göbüşlü bir papağana

Neredeyse 13,5 aylık olacak ama aslında 100'e yakın hafta geçti tek hücreli olarak dünyaya geleli beri. Daha önce de yazmıştım nedense sadece doğduktan sonrası sayılıyor, haksızlık ediliyor diye. Çünkü daha yumurtayken bile, henüz bildiğimiz insan kıvamında olmasa da, canlıdır işte. Hele spermle buluştuktan sonra... bir aşk, bir aşk, hemen kalp yaparlar birlikte, ve daha 4 haftalıkken başlar atmaya tık tık tık tık. Ama işte 4o haftayı yabana atıyorlar, ille de doğum günü. Gerçi annenin hamile kalmadan önceki son regl tarihine göre yaş bildirmek de biraz antikarizmatik olabilir tabii :)

Neyse biz yine bildiğimiz doğum gününe dönelim; yumurta hallerini pek hatırlamıyorum zaten. O yüzden ben de doğum gününü yazdım, nasıl doğduğunu. Blogcu Anne de, Pozitif Doğum Hikayelerinde blogunda yayınladı sağolsun. Kendisi çok güzel bir çalışma yapıyor bu konuda. Hem doğum hikayelerini topluyor, cesaret veriyor vajinal doğum yapacaklara, hem de bu konuda araştırmalar yapıp uzmanların yazdığı ilgili yazıları taşıyor bloga. Okumak isterseniz bizimki şu linkte: Evren ve YavruSu'nun hikayesi
* * *
Ne diyordum, YavruSu'nun tek hücreli olarak başladığı macera 100 haftaya yaklaşırken, haznesi de 100 kelime olmuş, kreşten YavruSu için bir sözlük hazırlamamızı istediklerinde farkettim (GoogleDocs'da bir doküman tutuyordum, söylediklerini yazmaya çalışıyordum ama artık iyice zorlaştı; neyse, merak edenler için şu linkte). +1 de minicik cümlecik geldi ama İngilizce ve tabii ki yemek üzerine :) Eee o koca göbüşü muhafaza etmek kolay değil tabii. Emek lazım! "Eat more" demiş YavruSu, o gün bisküviyle süt varmış ara öğünde; yedikçe yemiş; kreştekiler de şaşırmışlar :) Annesi gibi bisküvi canavarı olacak sanırım.

Başka farktettiğim bir şey de 10 aylıkken öğrendiği kelime sayısının 11 aylıkken öğrendiğinin 2 katı olması. Neden yavaşladı diye düşünürken o ay yürümeye başladığını ve tüm konsantrasyonunu denge için kullandığını hatırladım. Bu durum, öğrenme hızını da etkilemiş. Yürüme konusunda uzmanlaşınca normale döndü. Aynı şey emekleme için de geçerli olabilir diye düşünüyorum. Gerçi o ay ekstra şeyler de oldu: 2,5 aylık tr tatilimizden döndük, kreşe başladı, bir anda bambaşka bir hayat stiline geçti, falan filan. Tabii bunlar yalnızca YavruSu'nun öğrenme hızını değil, bizim hayatımızı da etkiledi. UYKU diye bir problem çıktı, uğruna araştırmalar yapıldı, postlar yazıldı :))) Neyse artık bu konuyu kapattık ve rahatladık.

Sözlüğe dönecek olursak, bazı harfler hala yok: f, r, s, z. Hepsini denedik gerçekten diğerlerine göre daha zormuş; dil, diş, dudak kombinasyonlarını farklı kullanmak gerekiyormuş. Bu arada kelime sırası daha önce dediğim gibi çıktı: isimler, fiiller, edatlar, zamirler geldi sırasıyla. Son moda fiil çekimleri: otuydu, düştü, çıkaydı, attııı,... sadece emir duymuyoruz artık yani, neydi o: otuy!, kalk!, yat!, in! --komutan kesilmişti başımıza kerata ;) Gerçi çekimler nedense hep 3. tekil şahıs, o da ayrı enteresan! Bundan sonra sıfatlar ve zarflar mı var acaba sırada? İstek yapıyorum: kırmızı --çok severim ama söylemesi biraz zor sanırım, neyse mavi de olur, hadi hadi 'büyük' 'küçük' her şey kabul :)

İngilizce konusunu bilmiyorum. Kreşe bırakmaya ve almaya gittiğimizde bazen söylüyorlar, bugün şu kelimeyi söyledi diye. Biz karıştırmaması için sadece Türkçe konuşuyoruz. Eğer Türkçesini öğretmemişsek İngilizcesini biliyorsa söylüyor ama öğretince söyleyebileceği birşeyse söylüyor. "Ball" diyordu mesela, "top"a çevirdik; ama "hat" de "hat" tutturdu, "şapka" demiyor, diyemiyor. En favorisi de babasının yeşil 'hat'i :)

Bye sweetie! (Bu da son laflardan :)

January 3, 2010

miniğim

Ve geçenlerde playdate olayına girdim ben de sonunda. YavruSu daha önce babasıyla karışmıştı diğer çocuklu babaların arasına ama ben ilk kez, okul tatil olunca fırsat bulabildim. Bir de tabii kreş olunca çok gerek olmuyordu, şimdi o da tatil. İyi oldu, bu vesileyle biraz sosyalleşmiş oldum ben de... Çok komik anlar oldu ama en komiği, hadi arkadaşını sev diyince, YavruSu'nun arkadaşının göbeğine doğru "hamm" diyerek koşmasıydı :))) Babamız demişti, kreşte ısırma vakası olursa ben muhatap olmam diye; ciddiye almamıştım ama haklıymış, böyle devam edersem olabilir yani. Çıkardım tabii yerim-ısırırım-ham üçlüsünü repertuvardan. Zor tutuyorum kendimi ama n'apalım :) 
* * *
Neyse gelelim televizyona. Bizim evde yok. Pek çok sebepten dolayı, tercih etmedik almayı. Bu yüzdendir ki geçen gece bir arkadaşın evinde, kendi yansımasını görünce üzerinde, "ayna" dedi YavruSu koskocaman plazma tv'ye :)

Vee bulaşık makinesi. Gerçekten çok güzel bir icat; bakalım daha neler yıkayacak?


* * *
Son olarak da kreş vakaları.
Kendisi şu anda Lamb1 sınıfında; 1 numaralı kuzu yani :) Sınıfın en büyüğü, anlatılanlara göre hanımağası bir nevi; kendinden küçük bebekleri sallaması bir numaralı vukuatı --biz hiçbir şekilde sallamıyoruz ama kreşte bouncing seatlerde sallayarak uyutuyorlar bebekleri, bizim yavru da yardımcı oluyormuş öğretmenlerine, "eksik olmasın" diyorlar :) Tabii biz sallanarak uyutulması istemediğimiz için de uyku saatinde cadı kesilip diğer çocukları da ağlatıyormuş bazen. Herkes 1,5-2 saat uyurken yarım saat uyuduktan sonra "all done!" diyerek uyanması, Lamb2 sınıfının kapısına giderek sürekli bağırmak vasıtasıyla kendini içeri aldırtması, içeri girdikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi kuzu kuzu oynaması diğer numaraları arasında...

Ögretmenine bile daha şimdiden “very interesting baby” dedirttin ya daha ben ne diyeyim sana?? Yürü be minik istiridyem! Senin gönlün hoş oldukça, üret böyle yıllarca…

December 18, 2009

12 ay nasıl geçti?


Nasıl anlatsam ki?
 1yıl = 12ay, 1 kelime, 2-leme ile DOLU DOLU geçti diyebilirim.
Öyle dolu geçti ki... Örneğin dün gece sadece 3 saat uyuyabildim; bu gece de saati yine 2,5 ettim ve hala yap(z)mak istediğim çok şey var ancak sabah 1 yaşını henüz doldurmuş bir yavru su erkenden kalkıp evin içerisinde deli çaylar gibi durmadan akacağı için ve biz onunla birlikte bu yeni günü dolu dolu yaşamak istediğimiz için, istemesek dahi o bizi peşinden süreklemeyi çok iyi becerdiği için, sürüklemek demişken, bir gün daha uykusuzluktan perişan bir halde ortalıkta sürünerek dolaşmamak için, bizim minik keçinin coşkusuna ortak olmak ve hayata yarım aralık gözlerle değil de daha bir farkında bakabilmek için şimdilik sizi sadece bu şiirle başbaşa bırakıyorum…

Farkında Olmalı İnsan...
Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen...
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını
Fark Etmeli.
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını
Ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu
Fark Etmeli.
Henüz bebekken 'Dünya Benim!' dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,
Ölürken de aynı avuçların 'Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum İşte!' dercesine apaçık kaldığını
Fark Etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini fark etmeli sonra. Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,
Nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan ve ölmeden evvel ölebilmeli.
Hayvanların yolda kaldırımda çöplükte
Ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.
Eşref-İ Mahlukat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu Fark Etmeli.
Ve Ona Göre Yaşamalı.
Gülün hemen dibindeki dikeni, dikenin hemen yanı başındaki gülü
Fark Etmeli.
Evinde 4 kedi 2 köpek beslediği halde
çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını
Fark Etmeli.
Eşine 'Seni Çok Seviyorum!' demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü
Fark Etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini, ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu
Fark Etmeli.
Zenginliğin ve bereketin, sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.
FARK ETMELİ.
Ömür dediğin üç gündür,
Dün geldi geçti yarın meçhuldür,
O halde ömür dediğin bir gündür, O DA BUGÜNDÜR.