Showing posts with label kütüphane. Show all posts
Showing posts with label kütüphane. Show all posts

March 28, 2012

Kütüphaneleri seviyorum!

Daha önce Zumbara'dan bahsetmiştim, zaman kumbarası. Aslında bu ve bunun gibi pek çok alternatif oluşum var dünyada. LETS'ler var mesela, zaman bankasına benzeyen, Local Exchange Trading System. CD'lerinizi, kıyafetlerinizi, kitaplarınızı her şeyinizi takas edebiliyorsunuz. Artık satın almak zorunda değilsiniz, alıp atmak, dünyayı bir çöplüğe dönüştürmek... Dünya üzerinde yeterince, hatta fazlasıyla eşya var zaten. Neden paylaşmak varken, yeniden kullanmak varken, satın alalım, sonra da atacak yer arayalım!

Ortak kullanım, ortak kaynaklar önemli. Bizim üniversitede (Indiana Universitesi) Nobel ödülü alan ilk kadın olan Elinor Ostrom'dan duymuştum commons'ı ilk kez. Elinor Ostrom, daha çok doğal kaynaklar üzerine çalışmış, özellikle balık avlama bölgeleri (fisheries) üzerine çok önemli çalışmaları var ancak bununla sınırlı değil yaptıkları. Kendisi üniversitede ortak kaynaklar üzerine yapılan çalışmaları biraraya getirmek üzere Digital Library of Commons'ın kurulmasına da öncülük etmiş. Bu dijital kütüphanedeki makalelere erişim ücretsiz ve açık. Ve de Understanding Knowledge as a Commons diye bir kitabın editörlüğünü yapmış. Kitap adına uygun olarak webden ücretsiz olarak indirilebiliyor. Evet, bilgi de ortak bir kaynak değil mi sonuçta? Binlerce yıllık birikimle oluşmuş bilgiye sahip çıkmak kimin haddine? Akademik dergilerin mi? Bu dergilerin yaptığı tam bir soygunculuk! Derginin içeriğini oluşturan makale yazarlarına hiçbir bedel ödemedikleri gibi, bilimi de kapatıyorlar, ancak parası olana açık. Artık bilginin bile metalaştığı bir dönemde yaşıyoruz. O kadar büyük eşitsizlik var ki! Bir yanda yoksul ülkeler bilgisizlik yüzünden çok büyük sağlık sorunları çekerken, diğer yanda bazı ülkeler 'bilim' adı altında birtakım ileri savaş teknolojilerinin geliştirilmesi için dünyanın bütçesini harcıyorlar. Ama sonuçta ne oluyor, her 80 dakikada bir bir asker intihar ediyor, milyonlarca insan sebepsiz yere ölüyor!

Çözüm olacak mı bilmiyorum ama ortak hareketleri önemsiyorum; bilginin açılmasınıbilimin açılmasınıortak kullanım hareketlerini ve bu bağlamda kütüphaneleri çok önemsiyorum.

Kütüphane sayesinde son 2,5 ay içerisinde 146 kitap, 25 DVD ve müzik CD'si, ayrıca 8 tane oyuncak geçmiş evimizden. Ama en güzeli, ödünç aldığımız kitapları geri götürürken, şimdi başka çocuklar, başka anne-babalar okuyacak bu kitapları demesini duymak yavrunun; bazen yeni teslim ettiğimiz bir kitap aklına düştüğünde, kim okuyordur acaba diye düşüncelere dalmasını izlemek, kütüphanenin önünden geçerken, "kütüphaneye gidelim!" diye inat etmesini görmek.

Buradaki şehir kütüphanemiz hafta içi sabah 9'dan akşam 9'a, Cumartesi 9'dan 5'e, Pazar günü de 1'den 5'e kadar açık. Kütüphaneden bir seferde 7 DVD, istediğimiz kadar CD, kitap ve oyuncak ödünç alabiliyoruz. 3 hafta süremiz var ama bu süre içerisinde başka kimse talep etmezse iki kere daha 3'er hafta süreyle uzatabiliyoruz --kütüphaneye gitmeden online olarak. Genelde aldığımız bir kitabı 9 hafta okuma şansımız oluyor. Sonra geri götürüyoruz, bazen çok beğendiklerimiz bir süre sonra tekrar alıp okuyoruz.

Sadece bunlar değil, başka neler neler var kütüphanede! Kukla gösterileri, film gösterimleri, çeşit çeşit hikaye saatleri (müzikli, kuklalı, örgülü, pijamalı,...), seminerler (büyük kediler, yani aslanlar, kaplanlar, leoparlar ve onların kurtarılması), workshoplar (kağıt uçak yapımı, pipetle inşaat,...), sonra kutlamalar (yeni yıl, bahar bayramı, sevgililer günü, cadılar bayramı, korsanlar günü, Dr. Seuss'un doğum günü,...) ve daha neler neler. Tabii ki hepsi de ücretsiz. Ama en güzeli katılan çocukların neşesini ve bu programları düzenleyen insanların hala her program öncesi nasıl da heyecanlandıklarını görmek. 23 yıldır küçük çocuklar için müzikli hikaye saati düzenleyen Mary'nin, hala nasıl araştırma yaptığını, hatta programlarını daha iyileştirmek için geçen yıllardan birinde 20 sene sonra tekrar üniversiteden bu konuda ders aldığını öğrenmek bana umut veriyor. Ben bu kütüphaneye ve kütüphanecilere bayılıyorum!    

Genel olarak, kütüphaneleri seviyorum, çünkü kitapları, kitap kurtlarını ve araştırmacı kişilikleri seviyorum. "Bu seriye bayılıyorum, bana iki tane kitabını birden verir misiniz?" diye gelen çocuklara sıkı sıkı sarılasım geliyor.

Kütüphaneleri seviyorum, çünkü insanlar baskı ve zorlama olmadan, istedikleri şeyleri severek öğreniyor burada.

Kütüphanleri seviyorum, çünkü paylaşmayı seviyorum, paylaşan insanları seviyorum.

Kütüphane Haftası bağlamında Bir Dolap Kitap'ın paylaştığı ve düzenlediği etkinlikleri de paylaşmadan olmazdı. Aslında her türlü yarışmaya karşıyım, özellikle de çocukların yarıştırılmasına ama içinde kütüphane olunca katılım göstermeden edemedim. Siz de yarışma kazanmak için değil ama bu etkinlik sayesinde, kütüphaneler ve kitap okuma ritüelleri görünür olsun diye katılım gösterirseniz bu güzel haftayı daha da renklendirmiş oluruz.

Hepimizin kütüphane haftası kutlu olsun!

Çocuk kütüphanesinde yaptığım stajla ilgili tuttuğum notlar için: http://kutuphanegunleri.blogspot.com/
Bizim kütüphanenin fotoğrafları için buraya, bahar programı için de buraya tıklayınız.

February 4, 2012

Siz örgü örmeyi nerede öğrendiniz?

Tamam yaşım kemale ermiş olabilir ama bilmemek değil, öğrenmemek ayıp diyorlar. Ayrıca öğrenmenin yaşı yok diyorlar. Kimden öğrendiğiniz de önemli değil. Bazen bebeğiniz olabilir, bazen 10 yaşında hiç tanımadığınız bir çocuk. Ben de yaş baş dinlemedim, kalktım öğrendim sonunda örgü örmeyi. İşin komiği nerede öğrendim biliyor musunuz? 


Kütüphanede :) 


Kitap seven farklı grupları bir araya getiren çeşitli programlar düzenleniyor kütüphanede. Bunda da, örgü severler hem birlikte örüyor, hem de sevdikleri kitaplar hakkında sohbet ediyor. 8, 10 yaşlarında kızların neler yaptıklarını görseniz şaşırırdınız. Ya da ben çok cahil olduğum için ve dersler dışında hiçbir işe bulaştırılmadığım için bilmiyorum ama bu kızlar tığ işi, makine örgüsü ve ismini hayatımda duymadığım bir sürü farklı örgü çeşitleri yapıyorlardı. Aslında benim annem de çok güzel örgü örermiş. Ben hiç hatırlamıyorum tabii. Ancak resimlerden görüyorum, bunu sana ben örmüştüm diyor, şaşırıp kalıyorum. Çünkü annem, benim gördüğüm, "aaa evde uğraşmaya ne gerek var ayol, dışarda hazır yapılmış var" ekolünden geliyor ve iki çocuktan sonra bu ekolün Karşıyaka ilçe temsilciliğini yıllarca başarıyla yürütmüş bir kadın.  

Herneyse, konuyu daha fazla dağıtmadan, örgüye dönecek olursak, kütüphanedeki bu programın bir de minik bir projesi varmış. Herkes bir kare örerek evsizler barınağı için yapılacak kırkyama batteniyesine destek oluyormuş. Ben de başladım kareme. Bitirince Evren'in ellerimle köşesine link olarak vereceğim (hıh sözümü veryim de bu ay içerisinde karemi bitireyim).


Yalnız ne güzelmiş bu örgü olayı. Yapa yapa bu m.ç kadar şeyi yapmışsın bir de utanmadan paylaşıyorsun demeyin; öyle büyük bir mutluluk ki bu... (bakın Wikipedia'da knitting başlığında yer alan fotoğraftaki adam nasıl gülmüş :)

Hem Berceste de yazmıştı, hissedebiliyorum, miyelin olsun, Corpus Callosum olsun, ooo, aldı başını gitti valla bağlar, hemen gidip iki şiş geçirmeliyim elime :P

Evet siz nerede öğrenmiştiniz örgü örmeyi?

Güncelleme: İlk yazmış yorumlara, Van İçin Örüyoruz kampanyası. İlk koliler teslim edilmiş bile, ikinci koliler için elleri çabuk tutmalı öyleyse...


January 31, 2012

Karınca yuvası

Öncelikle, blogu takip edenler, T. döndükten sonra aşk yuvasına kapandığımızı düşünüyorlarsa büyük bir yanılgı içerisindeler, söyleyeyim :P Bizim yuva, şu ara karınca yuvası şeklinde işliyor. İkinci dönemin başlamasıyla birlikte 3 haftadır derslere gömülmüş durumdayız. Bu dönem, öğrenim hayatımın sonuna gelmiş bulunduğum için, ya da aslında son noktayı koymak istediğim için mastırımı tamamlamak üzere 2 ders almaya karar verdim. 2 ders mi diye bir tarafınızla gülmeyiniz lütfen, bunlardan bir tanesi buraya geldiğimden beri  hocasıyla karşılaşmamak için her türlü taklayı attığım bir ders olmuştu. Doktora yaparken almam zorunlu değildi ama mastır diplomamı alabilmem için tramplenden 3 ters bir düz takla atsan bile olmaz dediler. Önce rüyalarıma girdi. Dedim kasayım doktorayı bitireyim yine de bu hocanın dersini almaktan iyidir. Kastım, hiç gönlüm olmamasına rağmen çeşitli konularda fazlaca okumalar yaptım. Danışmanım en sonunda yeter artık dedi, fazla düşünüyorsun, seç varolan bir şey onu çalış. Seçtim okudum, epeyce okudum ama olmadı, yapamadım. Fakültenin çalıştığı konular uçmuş gitmiş. Nelerle uğraşıyor bu insanlar anlamak daha doğrusu anlamlandırmak mümkün değil! Devrim yapmak değildi niyetim. Tamam, itiraf ediyorum her masum doktora öğrencisi gibi ben de başlangıçta yeni bir şeyler yapıp dünyayı değiştirebileceğimi düşünüyordum. Ama bu insanlar bu dünyada yaşamıyormuş, tahminim Uranus'ten geliyorlar. Sonuç olarak kütüphane ve bilgi bilimi alanında masterımı alıp yollanmaya karar verdim. Bir de doktorada kabul ettiremediğim --ki bizim bölüm bu alanda master specialization derecesi veriyor ama doktora seviyesinde çalışan hocamız olmadığı için benim çalışmama izin vermediler- evet daha önce de yazmıştım, çocuk kütüphaneciliği. Ve sonunda stajıma başladım.

Sonuç olarak, 2 ders için her hafta 10-15 makale okuyorum, artı haftalık/aylık/dönemlik ödevlerini/projelerini/vesairelerini yapıyorum. Staj için de ortalama 20 saatim gidiyor. Ve oradan oraya cirit atarken günlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Ama şikayetim var mı? Yok! Mutluyum :) Aktif yaşama geri dönebildiğim için çok mutluyum. Hatta bu kadar koşturma sonucunda evde de daha enerji doluyum. 8 saat bilgisayar başında oturup okuma yapmak çok daha fazla yoruyordu. İnsanın enerjisini soğuruyor bu aletler cidden. Ve okumuştunuz değil mi, insan bedeni oturmak için dizayn edilmemiş. Geçen dönem eve geldiğimde yorgun hissediyordum kendimi. Şimdi, inanılmaz ama gerçek, yavrudan bile daha enerjik oluyorum.

YavruSu'ya gelince, şu aralar en sevdiği şey kitaplarını, kanepeye uzanıp okumak. Masallarla bozdu bir de kafayı. Sabah gözünü açar açmaz anne bana korkunç bir masal anlat deyip akşamüstü kanepede arka arkaya 8 tane masal okutabiliyor. Hepsinde de aynı replik:
- Ben o kurdu/üvey anneyi/cadıyı/vesaireyi alırım çok uzaklara götürürüm bir daha gelemez.

Tabii burada kırmızı başlıklı kızın sonuna müdahele edilmiş hikayesinin rolü büyük. Sonunu şöyle değiştirdik çünkü: oduncu kurdu öldürmüyor, ters çevirip sallıyor ve büyükanne yere düşüyor; sonra oduncu kurdu ormanın derinliklerine, çok uzaklara götürüyor ve kurt bir daha geri gelemiyor. Şimdilik kırmızı başlıklı kız böyle biline; yenmezse değiştiririz bilahare.

Bu aralar bir de kendisinde bir kurtarıcı rolü hasıl oldu. Sanırım o da masallardan. Geçen gün babasıyla belgesel izlerlerken, fok balıklarını suyun içerisinde gören yavru, "orası derin havuz mu?" diye sormuş. Babası da "evet, derin su, okyanus" demiş. Bizimki de atlamış:
- Ben hemen simidimi alırım, o fok balıklarını kurtarırım, diye :)

Bunun dışında, müzik açıp dans ediyoruz bazen; bazen sadece dinliyoruz. Bazen 'yoga' adı altında çeşitli hareketler yapıyoruz. Kütüphaneden bir kitap almıştık "My Daddy is a Pretzel" diye, çok sevdik. Sınıfta öğretmen herkesin anne-babasının ne iş yaptığını soruyor, sonra babası yoga yapan çocuk anlatıyor. "Niki'nin annesi bahçıvanmış, benim babam da bazen ağaç oluyor" diyor ve bir sonraki sayfada ağaç pozu step step anlatılıyor. Kitap ayrıca çeşitliliğe de vurgu yapan bir kitap. Aileler rengarenk ve de rengahenk, meslekler de bahçıvanlıktan pilotluğa, marine biologlugundan fırıncılığa kadar uzanıyor. Aileler de 'mükemmel' bir şekilde çizilmemiş. Mesela bir çocuk üvey babasının pilot olduğunu söylüyor; ve pek de sevimli çizilmiş bu sahne. Sonuç olarak, biz kitabı çok sevdik. Biraz hareket etmek isteyen herkese tavsiye ediyoruz.

Hayır maalesef bitmedi. Son olarak, bir de şu aralar kütüphane stajı için tuttuğum blogla haşır neşir oluyorum, onu söyleyeyim dedim. Dili maalesef İngilizce; çünkü bu blog, aynı zamanda staj dersi için sene sonunda teslim etmem gereken staj günlüğü yerine de geçiyor. Bu arada, kütüphane günleri çok güzel geçiyor. Buraya da yazmaya vakit bulurum umarım ama bu dönem biraz zor görünüyor. Neyse merak edenler için blog şurada.

Ben karınca yuvama çekilip karınca kararınca uykuma doğru yelken açayım artık. Sabah kütüphanede zıplayan bebekler programı var; 20 bebekle zıp zıp zıplamak kolay iş değil, enerji toplamak lazım. Herkese iyi uykular, renkli rüyalar diliyorum :)

November 9, 2011

Çırak

Çocuk kütüphanesinde staja başlayacağım ya, hemen konuyla ilgili çalışmalarımı hızlandırdım. Geçen gün öğle arasında hikaye anlatımı üzerine bir seminere katıldım. Önce biraz yabancılaştım. Aslında niye yabancılaşıyorsam?!? Ama ne bileyim, hep anlatılır ya eskiden doğal ortamda, doğal olarak anlatılırmış bu tarz şeyler diye. Hatta geçenlerde Bekar Anne yazmıştı blogunda:
"...ne zaman ki bizim toplum çekirdek aileye döndü, işte o zaman bu toplum çökmeye başladı. Ninelerden, dedelerden anlatılan masalları çocuklar dinleyemez oldu, Anadolu’nun binlerce yıllık kültürü yeni nesillere aktarılamadı."
Seminerde baktım ki bu iş, meslek olmuş, dizi dizi kitapları bile çıkmış, ah ah diye iç geçirdim --sanki dedemden nenemden hikaye dinlemişliğim varmış gibi.

Ama artık her şey biraz böyle değil mi aslında? Kurslar, dersler, workshoplar, seminerler,... Hayatı yaşamıyor da okuyor/izliyor gibiyiz yalnızca. Usta-çırak iyiydi. Giriyordun yanına ustanın, bakıyordun, yapıyordun, öğreniyordun ve uzmanlaşıyordun. Sonra da felsefeni yapıyordun usta olup :) Ama ne oldu, toplu eğitim dedikleri şey geldi, 80 tane şeyi aynı anda öğrenicem diye beynin yapısını bozuyorsun. Sonra yok konsantrasyon sorunu, yok ADHD, yok disleksi, diye bir ton 'hastalık' çıkarıyorlar başına, uğraş dur ondan sonra. Halbuki ne demişler, "ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemli." Sevgili Evren de bir yazışmamızda demişti "hangi yolu seçtiğin değil, o yolda nasıl yürüdüğün önemli" diye. Sayesinde 'yol'larda yürürken daha bir farkında bakmaya başladım etrafıma. Yalnızca doğadaki bitkilere, yapraklara, ormanlara, ağaçlara değil, O'nun yarattığı farkındalık tırnak içerisindeki yollarda da çok işime yarıyor ;)

Neyse, diyecektim ki, hayatta arayıp durduğun, oradan oraya koşup da bulamadığın şey işte bu. Tut ucunu bir şeyin, hakkını vererek uğraş, yap. Sonra ustalaşınca çıraklarına gösterirsin, felsefeni yaparsın. Ama yok, bizde illa bir şey olunacak. Bir vasıftan çok bir titr edinilecek. Daha çok konuşulan, yüksekten atılan o titrin isimleri olacak. Nasıl yapıldığı, hangi vasıfların gerektiğinden ziyade inatla isimleri konuşulacak. I can be anything kitabını o yüzden çok sevmiştim, o büyük isimlerle inceden alay eder gibiydi.

Şimdiki sistemde, bir konuda uzmanlaşmak için ancak doktora seviyesine gelmen gerekiyor. Orda da şanslıysan istediğin --dikkat! istediğini sandığın değil, gerçekten istediğin-- alanda çalışabiliyorsun. Ancak maalesef şu karikatürdeki gibi de olabiliyor bu işler:
En azından bir 10 yıl, en enerjik olduğun, öğrenmeye en açık olduğun rahat bir 10 yıl gidiyor. Oysa ben mesela daha ilkokul 2. sınıftayken seçmiştim kütüphaneciliği --kol çalışması olarak :) Öyle minikti ki sınıf kütüphanemiz; bir de kilitliydi, niyeyse?! Ama hala gözümün önünde sınıf kitaplarımızı özenle koyuşumuz... Aradan 20 küsur yıl geçti, ne oldum? Pardon "ne oldum" demiyorduk değil mi! Tamam düzeltiyorum: ne olacağım? Haaa, kazık kadar olunca böyle diyemiyor muyduk :P Napalım, hayat her zaman istediğimiz gibi olmuyor. Bazı yollar öyle çatallı ki, insan bir girdi mi kaybolabiliyor. Neyse, sonuç olarak önümüzdeki dönem çırak olarak başlayacağım ya, şu anda yok ötesi :)

Bu arada çırak demişken, aldığım derslerde çok ilginç okumalara ve tartışmalara maruz kalıyorum. Eğitim sektörünün içinde olanlar ya da bir şekilde bağı olanlar biliyordur belki, 'geleneksel' sınıf artık tarihe karışıyor! Yuppi! Bu arada geleneksel diye adı geçen geleneksel değil aslında, o yüzden tırnak içinde. Bu sınıf yapısı, endüstriyel 'devrim'den sonra ortaya çıkan fordist üretime dayalı işlere insanları çocukluktan hazırlamak için ortaya çıkmış. Sınıfların oturma planı da fabrikaların seri üretim hattı gibi dizayn edilmiş. Başta ayakta duran öğretmen, tek otorite! Ve karşısında aynı performansı göstermesi beklenen ama daha çok da aynı şekilde davranması beklenen içleri kıpır kıpır, başlangıçta kendileri de kıpır kıpır, sıra sıra çocuklar... Eğitim denen şey çoğu zaman faso fiso. Aslında otoritenin esas hedefi davranış. Hatırlayınız efenim, sınıfa 3 dakika geç geldiğinizde mi müdür muavininin odasına gönderilirdiniz, sınavdan ortalamanın altında bir not aldığınızda mı? Gerçekten öğrenip öğrenmediğinizi mi dert ederdi öğretmenleriniz, yoksa sınıfta nasıl oturduğunuzu mu? Offf neyse, bu konuları konuştukça tadım kaçıyor. İyisi mi ben yine güzel şeylerden bahsedeyim.

Ne diyordum, evet 'geleneksel' sınıf yapısı artık tarihe karışıyor. Pek çok dizayn firması usta-çırak modeline geri dönüyor. 'Tacit knowledge"denen, anlatılmaz çaktırmadan geçer/geçirilir bilginin, sosyal pratiklerde gizli olduğunu keşfeden şirket yöneticileri, sosyal etkileşimi ön plana çıkarıyor. Bazı şirketler Dunbar'ın numerosuna uyup 150'den fazla kişi olduğu zaman yeni bir yer açıyor (bir insanın istikrarlı ilişki kurabileceği kişi sayısı 100 - 230 arası imiş, genelde 150 kullanılıyor. Buna göre sosyal networkünüzü veya köyünüzü tekrar gözden geçiriniz. Amish'ler mesela 35-40 aile oldukları zaman bölünüyorlarmış. Bu arada konuyu feci dağıttım yine :P Sanırım benim de konu ve kelime sayıma bir sınır getirmem gerekiyor. Herneyse.)

Sonuç olarak diyecektim ki, piyasa bu şekilde konuşlanırken, eğitim sektörü de bu olanlardan nasibini alıyor. Çocukları rutin işlerde çalışmak üzere yontmak artık makul karşılanmıyor. Okullara insan yığmak, problemlere yol açıyor. İşsizlilk sorunu giderek büyüyor. Artık üniversite yetmiyor, hatta master, doktora yapanlar bile bazen iş bulamıyor, post-doktora yapıyor [evet sonunda doktoranın da postunu çıkardılar]. Durum böyleyken eğitim sistemi de dönüşüyor. Aslında çok da naif bir dönüşüm değil ama farklı yaklaşmaya çalışanlar da var. Örneğin, dünyadaki alternatif dalgadan feyz alan bazı aktivistler/veliler/eğitimciler de kendi sınırlarını zorluyor ve Amerika'da 'charter school' dedikleri okulları kuruyor, Türkiye'de bu insanlar, Başka Bir Okul Mümkün deyip tüm hızlarıyla çalışıyor. Ve bu değişim geleceğe dair umut veriyor. Ve daha bu konuda yazacak çok şey bulunuyor ancak ben yine bana verilen bu temiz sayfanın sonuna gelmesem de okuycu sabrının sonuna geldiğim için bu tartışmayı şimdilik sonlandırıyor ve diyorum ki çıraklık iyiydi, iyiydi çıraklık :-)


Önemli not: Bu resim sizi aldatmasın! Çırak olan tahmin ettiğiniz minik kişi değil kesinlikle :P 

November 7, 2011

Kütüphane Günlüğü

Çocuk kütüphanesinden daha önce bahsetmiştim. Bizim yavrunun en büyük eğlencelerinden biri, tabii bizim de. Önünden geçerken uğramadan edemiyoruz, kıyamet kopuyor. Hatta evde oynadığı hayali oyunlarda bile kütüphane var. Eline çantasını alıyor, "nereye?" diye sorduğumuz vakit, "kütüphaneye" diyor keratta keratta. Sonra çantasına kitap doldurup onları 'check-out' yapıyor ve eve getirip okuyor. Her hafta bir sürü kitap alıyoruz. Ve bazen acaba kötü mü ediyoruz diye düşündürtse de yavru [gece "kitaap kitaap" diye ağlayıp sabah gözlerini açar açmaz kitap okutur; es kaza kandırıp okumazsak kahvaltıdan önce asla unutmayıp evden çıkana kadar başımızın etini yer; yok eğer yine atlatıp güç bela evden çıkmayı başarırsak, unutmaz keçi, yanına alır kitaplarını, bu sefer arabada başlatır kabusu; "kitaaap kitaaap" diye birimizi -genellikle babayı çünkü beni araba tutar- yanına esir eder ve okula varana kadar kitap okutur \ bir de bunun müzikli versiyonu var, onu da sonra anlatırım ama hala ne "a"yı ne "do"yu öğrenebildi direngeç keçi :P], neyse kısaca, öyle çok seviyoruz ki kütüphaneye gitmeyi, çeşit çeşit programlara katılmayı, ağzında emzikle tüm harfleri eksiksiz söyleyen, ilgiyle anne-babalarının kitap okumasını dinleyen mini minileri izlemeyi, kitap alıp okumayı, film alıp izlemeyi, müzik dinlemeyi, orada karşılaştığımız çeşit çeşit insanlarla sohbet etmeyi, oynamayı, kısacası kütüphaneyle ilgili her şeyi çok ama çok seviyoruz. Eee bize ne bundan biz de bir sürü şeyi seviyoruz ama senin gibi böyle ilan-ı aşk etmiyoruz umuma açık yerlerde diyorsanız siz de haklısınız ama güzel bir haberim var paylaşmadan edemiyeceğim :)

Daha önce de yazmıştım, çocuk kütüphanesi üzerine çalışmak istiyorum diye. Ama danışmanım kabul etmemişti. Bizim bölümde doktora düzeyinde çalışan kimse yok diye. Bunun üzerine epey bir sıkıntı çektim, yeni konular aradım ama hiçbiri içime sinmedi. Sonunda, dedim ki, tek yol doktora çalışması değil. Doktorada başka bir konu çalışsam da kütüphane ile ilgili bir şeyler yapabilirim. Bizim bölümde çocuk kütüphaneciliği ile ilgili "Library Materials for Children and Young Adults" isimli dersi audit etmeye başladım, kütüphanede gönüllü çalışmak için başvuru yaptım ve bir aydır haftada 2 saat çalışmaya başladım. Ve de doktora derecesi için sayılmasa da staj başvurusu yaptım. Ve halk kütüphanesinin çocuk bölümünde staja kabul edildim. Evet işte mutlu haberim buydu: staja kabul edildim :) Tamam, henüz ortada bir şey yok gibi gözükebilir ama önümüzdeki dönem haftada 12 saat olmak üzere toplam 180 saat staj yapacağım ve işi tüm detaylarıyla öğrenmeye çalışacağım; yani ilerisi için umut var :P Ama önemli olan sonuç değil süreç tabii ki! Gelsin şimdi müzikli, yogalı, mum ışıklı hikaye saatleri; film, kukla gösterileri, örgülü kitap sohbetleri [evet bu konuda hala umudum var, görüyorsunuz pes etmiyorum --keçilik ters yönde ırsi olabiliyor muydu :P],  mini mini okurlar, zıplayan bebekler, harika birler, nağmeli ikiler ve daha neler neler :) Umarım dönüşte Türkiye'de de gönlümüzce bir kütüphane bulur, çalışırız kütüphanesever dostlarımızla birlikte. İnanıyorum kitaplarla büyüyen çocuklarla geleceğimiz aydınlık olacak. İnanıyorum buna; inanıyorum tüm kalbimle!

Kütüphanemizin geçen yılki bahar programı
(Büyük hali için buraya tıklayınız)

June 8, 2010

Haydi aynalar iş başına!

Geçen yazıda, iyelik ekleri olmadan yaşamak mümkün mü diye sormuştuk (burdaki çoğul eki, 'bilimcilikten' geliyor, annelikten değil :) Tabii ki yalnızca dili değiştirmekle değişmiyor hayat tarzı; bu ikisi birbirini karşılıklı olarak belirliyor. Şimdi biz mülkiyete dayalı sistemlerin işlediği bir dünyada, yavruya öğretmezsek iyelik eklerini, gidip milletin eşyalarını "ver biraz da ben kullanayım, benim sıram" derse, yer tokadı oturur aşağı valla. Dolayısıyla, bu iyelik ekleri biraz uç bir örnek olabilir şu anda. Ama mümkün olduğunda alternatifleri kullanmak, daha ziyade, öyle yaşamak önemli. Bir Dolap Kitap vasıtasıyla görmüştüm, parasız, alışverişsiz ve çöpsüz hayatı mümkün kılan insanları.


Bunun için çocukluktan başlayarak yapılabilecek şeyler var aslında. Şimdi Türkiye'de de yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamış olan çocuk kütüphaneleri, oyuncak kütüphaneleri çok güzel fırsatlar sunuyor. Yalnızca çocuğun oradan alacağı çeşit çeşit kitaplar ve oyuncaklar olarak görmemeli olayı. Ortak kullanmanın, paylaşmayı öğrenme, ortak kullanım alanlarına ve eşyalarına saygı duyma gibi yararları çokça olacaktır, eminim. Belki, böylelikle, parklarda rastaldığımız saldırgan-haşin çocuk tipolojilerinde bir azalma olur. Uzun vadede umumi yerleri kullanmak zorunda kaldığımız zamanlarda küfür etmekten kurtulabiliriz, ya da denizde gördüğümüz çöp sayısı azalır. Ne güzel olur :)

Bu kütüphanelerin hepsinde henüz okuma saati düzenlenmiyor. Bunun için, düzenli olarak kullananlar, gönüllü olup çocuklara ayda bir bile olsa birkaç kitap okuyabilirler. Böylelikle daha çok insan kütüphaneyi kullanır ve çocukların bir araya geleceği alternatif ortamlar kurulmuş olur. Çocuk kütüphaneleri ile ilgili daha fazla bilgi için lütfen aşağıdaki adresleri bir ziyaret ediniz:
http://www.cicicee.com/cocuk-rehber.aspx?kategoriId=2
http://www.kutuphaneleriseviyorum.org/?q=node/49
http://www.facebook.com/group.php?gid=415655274127&ref=ts

Bu da sizin için :)
http://www.kutuphaneleriseviyorum.org/

Alternatiflere gerçekten çok ihtiyaç var, giyim kuşamdan oyuncağa, kitaptan yiyeceğe... Her alanda alternatifler üretmeli. Malesef, biliminsanı demeye çekiniyor bazı insanlar, bilimin kendisi hala cinsiyetçilik içerince zor tabii. Hala "kız gibi, erkek gibi" diyebilen 'uzmanlar' (!) var. "Adam gibi ..." diye bir de bir laf var ki dışı bizi yakıyor, içi yine bizi. Siirt'te yaşananlar ne ilk ne de son. Ama çocuklarımıza öğrettiğimiz bu dili cinsiyetçilikten/şiddetten/ırkçılıktan/homofobiden/... ve her tür ayrımcılıktan arındırmak bizim elimizde. Ve tabii ki bu, yaşamda ürettiğimiz alternatiflerle mümkün. Zaten öyle yaşıyorsak, kız çocuğu - erkek çocuğu diye ayrım yapmıyorsak, farklı kültürlere, farklılıklara saygı duyuyorsak, partnerimizle herşeyi eşit olarak paylaşıyorsak, bu, dile de yansır mutlaka. Boşuna dememişler, "dil zihnin aynasıdır" ya da "you are what you say" ve saire diye. Tabii, aslında aynadan ötedir dil; çoğu zaman bizim yaşantımızı şekillendiren dilin kendisidir. Dolayısıyla aynanın kendisi de önemlidir. Belki de şekilden şekile giren, oyunlar oynayan bir aynamsıdır kendisi, kim bilir???

Geçen sene YavruSu'ya bir kitap almıştık, adı Vınnn (şu anda Türkiye'de yaşamadığımız için kütüphaneleri kullanamıyoruz malesef, bu sene aldıklarımızla birlikte bir servet oldu kitaplar). Herneyse, kitabı, bu sene inceleme fırsatı buldum ve bir kez daha alternatif metin yazarlığına ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzu gördüm. Metinde, herkesin ne kadar yoğun olduğu, bir şeylere yetişmek uğruna sevdiklerine vakit ayıramadığı anlatılıyor. Örnekler şöyle: anne evde çocuk bakıyor, ütü yapıyor, bu arada telefonla ilaç yazarken, sarma sarıyor (!); baba, iş toplantısında; abla, alışverişlere yetişmeye çalışıyor sürekli koşturuyor ama bir tek aynanın karşısında makyaj yaparken sakince durabiliyor (!); abi, savaş oyunlarında düşmanlarını öldürüyor!!! Yazık dedim, çok yazık, üstelik bu kitap satın aldığım web sitesinde hep olumlu yorumlar almış!

Başka bir örnek de Ay'a Yolculuk --ki bu kitap Vınn'ın cinsiyetçiliği yanında hiçbir şey. Kitabı çok sevdim aslında, Bir Dolap Kitap'ta gayet güzel bir tanıtım yazısı mevcut, rahatsız olduğum bir şey de yok. Sadece neden hep çocuğun bakımını üstlenen, banyosunu yaptıran, ona rasyonel olması gerektiğini hatırlatan anne oluyor da, babayla çocuk gibi davranıp hayal aleminde istediği gibi oyunlar oynayabiliyor çocuklar meselesini düşündürttü bana bu kitap. Pek tabii böyle yaşamayan anne-babalar da mevcut. Tek diyeceğim, artık bunları kitaplarda daha sık görebilsek ne güzel olur. Aslında kendi uydurduğumuz hikayelerden, şarkılardan başlayabiliriz alternatifleri oluşturmaya. Tabii bunun için önce aynaları kendi hayatlarımıza bir tutmalı, aynanın öteki yüzünden de bir bakmalı, hatta aynanın kendisini bile derin derin incelemeli...

April 4, 2010

Son Durum :)

Haftasonları kreş tatil olduğu için ve malesef bizim tatil matil demeden çalışmamız gerektiği için bir süredir farklı yollar deniyorduk sonunda bir sistem oturttuk :) Günü ikiye bölüyoruz, sabah birimiz, öğleden sonra birimiz bakıyor bebişe. Cumartesi öğlen, bebiş uyandıktan sonra hep birlikte yemeğe gidiyoruz, sabahki nöbetçi içtiklerine dikkat ediyor ki çalışabilsin günün kalan yarısında. Pazar günü de tersi oluyor, yani Cumartesi sabahçı olan Pazar günü öğleden sonra bakıyor. Bir sonraki haftasonu ise tam tersini uyguluyoruz, çünkü Cumartesi ve Pazar'ın dinamikleri farklı oluyor. Kısaca formüle edecek olursak şöyle bir şey çıkıyor ortaya:
1.hafta: Cumartesi: A-B, Pazar: B-A
2.hafta: Cumartesi: B-A, Pazar: A-B
Eee, bebek bakmak zor zenaat, öyle düzensizliğe, programsızlığa gelmez yani, çok ciddi :) Muhtemelen kafayı bozduğumuzu düşünüyorsunuz ama bir şekilde paylaşmayınca, bebiş de dahil herkes için verimsiz geçiyor haftasonu. Böyle olunca herkes ne yapacağını, kaç saati olduğunu biliyor ve ona göre planlıyor işlerini veya aktivitelerini. Ve merak ediyorsanız söyleyeyim, gerçekten bunu başından böyle planlamadık, kendiliğinden oluvermiş :) Denge yasası doğruymuş yani, ispatlamış olduk ;)

İşte böyle haftasonlarının olmazsa olmaz, en önemli bölümünü kütüphane oluşturuyor. Birimiz kuzuyla çocuk bölümünde ey(ğ)lenirken, diğerimiz de üst katta çalışıyor.


Arada oyuncaklarla oynuyor --daha çok trenlerle; arada oturup puzzle yapıyor sakince...

Biz pek bulaştırmamaya çalışıyoruz ama Çinli veya Amerikalı abi ve ablalarına özenirse, bilgisayarın başına da oturuyor 5 dakika...

Bir de oyun odası var, uğramadan geçmiyoruz tabii. Burda her hafta farklı yaş gruplarına yönelik kitap okuma ve müzik saati düzenleniyor, 0-12 ay, 12-24 ay, 24-36 ay, 3-6 yaş. Cumartesileri 11'de de kukla gösterileri oluyor...

Bitmedi! Orda geçirdiğimiz güzel vakitlerin dışında bir de eve elimiz kolumuz dolu dönüyoruz ve 1 hafta boyunca kütüphaneden aldığımız kitaplarımızı okuyoruz

Bir de yine hafta boyunca kütüphaneden aldığımız oyuncaklarımızla oynuyoruz (-ruz derken yani biz oynuyoruz, oyuncaklar da oyunumuza eşlik ediyor :)

Bir de DVD'ler ve CD'ler var. DVD'ler için yaşımız henüz tutmuyor ama arada CD de alıyoruz dinlemek için. Kısaca biz bu kütüphaneyi çok seviyoruz!
* * *
Evet şimdi size soruyorum, ister misiniz böyle bir şey Türkiye'de de olsun? Ben isterim, hem de çok! Buraya geldiğimizden beri en çok sevdiğim şey kütüphaneler oldu. Bizim okulun 24 saat açık kütüphanesi şehrin en büyük binası. Yok yok; olmayanlar için de interlibrary loan sistemi var, kütüphaneler arası ödünç alma/verme. İsterseniz dünyanın bir ucundaki kütüphaneden kitap bile getirtebiliyorsunuz. Bir de il halk kütüphanesinin çocuk bölümü var. İlk kez bebişe hamile kaldığımda tanışmıştım ve öyle çok etkilenmiştim ki annemler doğum için buraya geldiklerinde kar kış demeden 39 haftalık göbeğimle/bebeğimle onları doğru kütüphaneye götürmüştüm :) Onlar da tuhaf tuhaf yüzüme bakmışlardı, "biz Amerika gezicez diye geldiydik ama, kızın bizi getirdiği yere bak, cins bu cins, aynı sana çekmiş" diye birbirlerini suçlayıp durdular ;)


Monroe il halk kütüphanesi çocuk bölümü

İşte böyle, kütüphane müptelası olduktan ve Bir Dolap Kitap'ı okumaya başladıktan sonra alınacak listeleri hazırlayıp kara kara düşünüyordum, Zeynep de teyit edince düşüncelerimin karalığını, Türkiye'ye dönmesek mi diye düşünmeye başlamıştım artık. Sonra arkadaşım Illias ve eşim T. tez konuma odaklanmak yerine bu hayatta ne yapmak istediğimi düşünmemin daha anlamlı olacağına dikkat çektiler ve o günden beri bin tane farklı şey düşündüm, çok düşündüm ve en sonunda buna karar verdim, yani çocuk kütüphaneciliği çalışmaya :)

Danışmanım önce "ama nasıl olur sen analitik bir insansın" dedi (!!!), (alt metinde şu vardı galiba: ama daha data analiz edeceğüdük) . Sonra "emin misin?" diye sordu, "yani bunu yeni anne olduğun için istiyor olmayasın" diye üsteledi. Ben de düşündüm taşındım, ve hayır dedim. Mutlaka onun da etkisi vardır ama daha çok da yaşadığım kitapsız çocukluğun içimde kalan uktesi, ve de her gün doğan yeni umutların kitapla daha güzel bir gelecek kurması, tüm çocukların kitaplara ulaşabilmesi hayalleri,... "Bir çocuğa bile faydam olursa ne mutlu bana" dedim gururla. Tabii bunu söylerken kafamdan ülkenin her yerine kuracağım çocuk kütüphanelerini geçiriyordum. Böyle de kocaman hayaller kuruverdim bir anda yani, pes valla bana ;) Kültür Bakanlığı da beni bekliyordu zaten, hemen danışman olarak işe alacaklarmış :) Üstelik koleksiyonları istediğim şekilde düzenleyebilecekmişim. Çok kültürlü, çok dilli, 'farklı' cinsiyetlere de yer veren 'farklı' kitaplar da olacak bu kütüphanelerde, tüm blogcu anneleri de işe alıyorum :) çalışanlar da istifa etsin gelsin, çocuklara kitap okuyalım, şarkı söyleyelim hep birlikte, "Dünyayı güzellik kurtaracak" demiş Dostoyevski, bundan güzel şey var mı bu hayatta...

İşte böyle sayın seyirciler, hayallerim büyük anlayacağınız. Ama ulaşılmaz değil, hiçbir şey ulaşılmaz değil, yeter ki gerçekten isteyip inanalım. Üstelik yaptığım araştırmalara göre İstanbul'da bazı semtlerde kurulmuş bile :))) İçini içeriğini pek bilmesem de, sayıca çok az da olsa, bu bile cesaret verdi bana. Ayrıca çocuk kütüphaneciliği ile ilgili ders veren bölümler de varmış. Ben de bu alanda dersler alacağım seneye, döndüğümde aktarırım ilgili kişilere, ve daha pek çok şey yapabilirim, yapabiliriz. Olmaz mı? Neden olmasın?