Internetle birlikte ilişki biçimlerimiz de epeyce değişti. İnsan ilişkilerinin evrimi için şüphesiz ayrı bir başlık şart ancak şu anda bahsetmek istediğim yiyeceklerle kurduğumuz ilişki. Uzunca bir süredir yiyeceklere yaklaşırken kafamdan formüller geçiyor: protein/karbonhidrat oranı, omega 3 ve omega 6 yağ asitleri, DHA, vitaminler, mineraller, ağır metaller, ... yetti mi! Hayır, siz söyleyin, böyle mikro-besinleri kafayı takmadan keyifle yemek yemek mümkün mü artık! Bizim için değil belki ama bazıları için mümkünmüş.
Bir Fransız, bir de Amerikalı (Türk yok, fıkra değil bu gerçek :P) iki araştırmacı, Fransız ve Amerikalı çocuk-büyük 7000 kişi ile yeme alışkanlıkları üzerine bir araştırma yapmışlar.
Fransızlar sağlıklı beslenme üzerine pek bir şey söylememişler. Dedikleri: "her şeyden azar azar yemek gerekir" ve "sağlıksız gıdaları arada sırada yemek sorun yaratmaz." Amerikalılar ise yemeği, sağlık, beslenme ve diet ile özdeşleştirmişler.
Fransızlar da aslında pizza, hamburger, asitli içecekler, şeker ve ketçap gibi şeyleri seviyormuş ama arada bir yiyorlarmış. Amerikalılar gibi ankette, yemeği sağlıkla özdeşleştirip akşamına da gidip McDonalds'ın önünde araba konvoyu oluşturmuyor, kovayla coca cola içmiyorlarmış. Ve Paris McDonalds'da yedikleri orta boy patates kızartması Amerika'dakinden %72 daha küçükmüş.
Fransızlara sormuşlar yemek deyince aklınıza ne geliyor diye, "keyif, lezzet, sosyalleşme, kültür, kimlik ve eğlence" demişler. Amerikalılar gibi, sağlık ve diete, benim gibi demir-çelik'e bağlamamışlar :P
Yine aynı çalışmada, katılımcılara çikolatalı pasta resmi gösterilmiş ve akıllarına gelen ilk kelime sorulmuş. Amerikalılar'ın en çok söylediği ortak kelime: "suçluluk" (guilt) olurken, Fransızlar'ınsa "kutlama" (celebration) olmuş.
Evet, Fransızların çocukları da her şeyden zevkle yiyormuş. Bu kitabı okurken anladım ki, mimi'ye yemek konusunda yaptığımız en büyük yanlış tam da bu noktada olmuş. Yani yiyecekleri mikro-besinlere indirgeyip işin "keyif, lezzet, sosyalleşme, kültür, eğlence" yönünü geri plana atmak. "Bak bundan mutlaka yemelisin protein değeri çok yüksek, içinde vitamin var, demir var, bla bla var" diyerek ikna etmeye çalıştığımda zavallı yavrucak iyi dayanmış.
Kitapta bahsedilen başka bir araştırma da, yine yaptığım yanlışları yüzüme çarpmaya devam etti: Kohlrabi (yer lahanası) deneyi. Deney şu:
Bir okulda bir gün öğlen yemeğinde kohlrabi servis ediliyor. Kimse bilmiyor bu sebzeyi. Ertesi gün bir üniversite öğrencisi gelip kitap okuyor üç farklı gruba ayrılmış öğrencilere.
A grubuna: "En azından kohlrabi yemek zorunda kalmadım."
B grubuna: "Neredeyse kohlrabi kadar lezzetliydi."
cümleleriyle direkt mesaj veriliyor her sayfada. C grubuna da bu konuyla alakası olmayan bir kitap okunuyor. Kitaplardan sonra, atıştırma zamanında çocuklar, tekrar kohlrabi denemeye davet ediliyor ve tahmin edin hangi gruptaki çocuklar kohlrabi denemeyi reddediyor. Evet bildiniz! A grubundakiler ağızlarına sürmüyor kohlrabiyi.
Yani neymiş, ağız tadı doğuştan sabit değilmiş; ve beyin gücü, pozitif bakış, yiyeceklerin tadını değiştirebilirmiş. Ayrıca bir yemeği sevip sevmediğimize karar vermek için en az 12 kez denemek gerekirmiş.
Aslında biz yemek seçen bir aile değiliz, her şeyi zevkle yeriz ama mimi biraz daha küçükken onun yediklerine odaklanınca ve hatta ona yedirmeye çalışınca, doğal olarak yemekten zevk almak pek mümkün olmuyordu. Daha çok aklımız yemekleri mimi'ye sevdirmek için dil dökmek üzerine çalışıyordu. Şimdi, biz onun tabağını gözetlemekten ve yedirmek için dil dökmekten vazgeçince, o bizim tabaklarımızla ilgilenmeye ve yeni bir yiyeceği keyifle mideye indirdiğimizi görünce, o da istemeye başladı. Bu insanlık için adım bile değil ama mimi için cidden çok büyük bir adım. Çünkü mimi sebze ve meyveyi severek yese de, kendi formunun dışına hiç çıkmayan bir çocuktu, yani sebzeleri çiğ, makarnayı sade, pilavı yağsız-tuzsuz ve hiçbir şeyi karıştırmadan yiyordu. Şimdi bizim tabaklarımızdaki karışık sebze yemeklerinden tatmak istiyor ve hatta her zaman yemese de, kendi tabağına da koyduruyor. Fakat hepsinden güzeli, bizim yaşadığımız özgürlük. Şimdi ne yedirme derdi var, ne yemesi için söylev hazırlama derdi var, ne de karşılıklı gerilim var.
Ayrıca, yapılan çalışmalar göstermiş ki çocuklarını belirli yiyecekler için zorlayan ebeveynlerin çocukları o yiyeceklere karşı antipati geliştiriyor ve yeni yiyecekler denemekten daha çok kaçınıyorlarmış. Çocuklarının yiyeceklerini katı bir şekilde kontrol eden ebeveynlerin çocukları daha az sebze yiyor ve daha yağlı besinleri tercih ediyorlarmış. Ya da tabağını bitirmeye zorlanan çocuklar, aşırı yemeyi öğreniyorlamış.
Doğru yolda olduğunuzu anlamanın bir yolu kendinize, yaptığınız şeylerin çocuğunuzda uzun vadede anksiete yaratıp yaratmayacağını sormaktır diyor kitapta. Fransızlar yemenin, endişe edilecek bir durum değil, keyif alınacak bir durum düşünüyorlarmış. Ve fakat besin değerlerine ve vitaminlere odaklandığınızda bu kısım gözden kaçabiliyor.
Daha önce bahsettiğim katı gıdanın Montessorisi BLW, bu noktada bir kez daha önem kazanıyor. Çünkü BLW'de bol vitaminli-proteinli-vesaireli olsun diye et suyuna sebze çorbaları, bir sürü yiyecek karıştırılarak hazırlanan kahvaltı bulamaçları, içinde hangi yiyeceğin olduğu belli olmayan püreler yerine gerçek yiyecekler var. İlk aylarda mikrobesinlerden fazlaca alamasalar da, gerçek yiyeceklerin tadına, dokusuna, kokusuna alıştıkları için ve en önemlisi, her gün aynı kıvamda/renkte/dokuda/tatta hazırlanan yiyecekler yerine çeşitliliğe alıştıkları için uzun vadede kafaya çokça taktığımız mikrobesinlerden daha fazla alıyor olacaklar. Dolayısıyla neofobi (2 yaş civarı ortaya çıkan yeni şeyler deneme korkusu) dönemi gelmeden çocukları ne kadar çok yiyecekle tanıştırırsak o kadar iyi olur, tabii gerçek yiyecekle ve zorlamadan, kontrolü onlara bırakarak. Çünkü yine Fransızlar'ın dediği gibi: Baskı varsa, direniş de vardır!
No comments:
Post a Comment