August 22, 2018

Sevgili Arsız Rüzgâr



Fersan, her bahar, yazlığa gelmeden önce çeşitli hayaller kurar, türlü programlar yapardı. Çocuklar doğduktan sonra hayalleri mutfak penceresinden uçup programları çamaşır askısında asılı kalınca, bu yaz beklentilerini küçültmeye karar verdi. Aslında yaz başında hep çok hevesli olur, istediği her şeyi azimle yapardı. Ama birkaç hafta sonra o da yazlığın, yazın miskinliğine teslim olur, yapamadığı onca şey aklında dolanır durur, beynini kemirirdi. O yüzden, bu yaz yalnızca istek peçetesi hazırladı. Onu da beynine değil katlayıp koynuna koydu. Bu şekilde, bu yazı daha ferah geçireceğinden emindi. Hiç değilse çocuklarla denize girerim, arada bir yürüyüş yaparım, birkaç da kitap okusam yeter dedi. Başlangıçta her şey yine çok güzeldi. Bütün bahar “deniz, deniz" diye yanıp tutuşan çocuklarla birlikte ilk hafta sabah kalkar kalkmaz denize koştular, öğlen eve gelip öğleden sonra güneş inene kadar ikinci deniz saatini zor beklediler. Ama sonra çocuklar da yazlığın miskinliğine karşı duramayıp akşamüstüne kadar kıllarını kıpırdatmak istemediler. Ve böylece başladı miskin yaz.

Fersan yazlıkta çoğu zaman ne ayın hangi günü olduğunu, ne de saatin kaç olduğunu bilirdi. Saatler; yemek saati, ekran saati, deniz saati, kitap saati, uyku saati diye ilerlerdi. Yalnızca haftanın günlerini şaşırmazdı. Her yaz aynı rutin devam ederdi. Cumartesi-Pazar evin babasının geldiği günler, Pazartesi günü hafta sonundan biriken çamaşırlar, Salı sabah ev temizliği, Çarşamba rutin işler, gelen giden komşular, Perşembe hafta sonu için yine pazar alışverişi, Cuma sabah yine temizlik ve hafta sonu için yemek telaşı veee hafta sonu. Cumartesi-Pazar gündüzleri büyükler okey masasına oturur, küçükler özgürce dolanırdı; Cumartesi akşam mangalda balık, çeşit çeşit zeytinyağlılar, rakı, şarap; bir güzel kurulurdu sofralar... Pazar günü Cuma ve Cumartesi için özenle hazırlanan yemeklerden arda kalanlarla yetinilir, Pazar akşamı da yorgun düşülüp erkenden yatılırdı.

Bu sahil beldesi ECE, EGE, EFE, CAN plakalı, belli markalardan belli büyüklükte arabaların cirit attığı, onların sahiplerine torpil geçen, onların uyanıp denize gittiği saatlerde rüzgâr çıkarmasıyla ünlüydü. Nasılsa onlar denize herkes gibi girmez; ya 'beach-club’larda piyasa yapar, ya tekneyle açılır ya da surf tahtalarıyla üstüne çıkarlardı denizin. Her nasılsa arkalarını toplayan birileri olurdu. Bakıcılar da farklıydı burada; yalnızca çocukları değil cins cins köpekleri de gezdirir, köpeklerle bile İngilizce konuşurdu. Fersan'ın bakıcısı yoktu ama annesi-babası vardı yanında. Onlar çocuklarla İngilizce konuşmuyordu belki ama sağladıkları kollar, kalpler ve beyinlerle Fersan'ın 'anne ahtapot olma’ fantezisini gerçek kılıyorlardı.

Yazlık, çok eskiden böyle bir yer değildi tabii. ‘Bilgeler', gürültü ve egzoz kirliliği yaratan arabalarıyla 'Berkeler’e geri-dönüşmeden önce, yazları fön makinesinin açık unutulduğu şehirden kaçan insanların sığınma mekanıydı yazlık. Yazlıkçılar şehre yakın, bu rüzgârlı sahil beldesine yalnızca ferahlamak için gelirdi. Eylül’de okulların açılmasıyla birçoğu şehre geri döner, geriye yalnızca büyük-büyükler kalırdı. Denizin en güzel zamanın Eylül olduğunu söylerlerdi. Gerçekten böyle miydi yoksa yazın çocuklarına ve torunlarına bakıcılık yapmaktan denize girmeye fırsat bulamadıkları için ya da hayatlarının sonbaharında oldukları için mi güzel gelirdi sonbahar?

Arada tatilciler de gelirdi tabii. Tatilciler yazlıkçılardan farklı olarak yılda 1 hafta gelebildikleri denizin her anın keyfini çıkarır, saniyelerini boşa harcamak istemezlerdi. Onların heyecanı görüştükleri yazlıkçıları ancak çok az kıpırdatabilirdi. Tatile gelirken aldıkları en son moda mayoları, az kullanıldığı için rengi solmamış parlak deniz havluları, envai çeşit deniz aksesuarlarıyla göz alırlardı. Yazlıkçılar 2-3 yılda bir yeni bir mayo alsalar bile yaz başında 1-2 hafta giydikten sonra yine rahat ettikleri eski mayolarına döner, popo kısmı sarkana kadar yıllarca aynı mayoyu giyerlerdi. Paroyalar da aynı şekilde 1-2 hafta giyildikten sonra gardıropların içerisinde eskimeye bırakılır, denize gitmek için minimum şartlar yeterli olurdu: bir tek deniz havlusu --hatta bazen 2 kişiye 1 tek havlu. Deniz havluları tuzdan kurumaz hale gelene kadar kullanılır, rengi yıkana yıkana pembeden hayal pembesine dönse de yenisi alınmazdı.

Bir de günübirlikçiler vardı, tatilcilerin hiçbir şey kaçırmayalım, her şeyden faydalanalım, her yeri gezelim telaşına; yazlıkçıların miskinliğine ve bıkkınlığına inat en keyifli vakti onlar geçirirdi. Akşam yatmaya evlerine geri döner, otellere dünyalar kadar para dökmedikleri için şikayet etmeden tek gündüzlük tatillerinin değerini bilirlerdi. Esen rüzgârın ve dalgalı denizin tadını bir tek onlar çıkarırdı.

Çok eskiden yalnızca hafta sonu eserdi rüzgâr. Hatta, buranın denizi erkekleri sevmez, derdi hafta içi göl gibi denizde arkadaş gruplarıyla denize girip yüzmeden saatlerce eyleşebilen kadınlar. Hafta sonu erkekler geldiğinde kadınlar mutfaktan çıkamadıkları için, onların hatırına ‘haydar' çıkar gelir, eser de eserdi. Geçen senelerde ise öğleden sonra çıkardı poyraz, sabahtan yine cam gibi olurdu deniz. Ama bu sene, ne sabah durdu, ne akşam; ne hafta içi, ne hafta sonu. Dalgalarla oynamayı seven çocuklar bile sıkıldı artık rüzgârın arsızlığından.

Eskiden olsa, kendi koyları rüzgârlı olduğunda farklı koylara gidilirdi. Hatta, hafta sonu dışarı çıkılır, çarşıda dondurmalı kazandibi yenir, akşam sahilde yürüyüş yapıp eve dönülürdü. Ama son yıllarda hafta sonu evden dışarı adım atmaya cesaret edemez hale geldiler. Sadece köylülerden alışveriş yapmak için pazarına gittikleri küçük bir köyün köhne evlerinin cakalı restoranlara dönüşüp daracık sokaklarında insan seli akmaya başlamasıyla birlikte evden çıkmak, trafiğe girmek, miskin yazlıkçıların alabileceği bir risk değildi artık.   

O yüzden son yıllarda evden çıkmaz, çok dalgalı da olsa kendi koylarından denize girmekten vazgeçmezlerdi. Arada bir deniz dümdüz olur, gönüllerini alırdı. Ama bu yaz o da olmadı. Günler günleri, rüzgâr dalgaları kovaladı. Güneş bile isyan etti rüzgâra. "Ama bu kadarı da fazla artık” deyip yandıkça yandı. Fakat rüzgâr bana mısın demedi. Esti esti, geçmedi. Fersan hiç susmayan rüzgâra sordu:

- Bu kadar esmen doğru mu?
- Dursam kime yarar?
- Denizde rahat yüzerdim.
- Deniz sadece yüzmek için değil.

Fersan dalgalara daldı. Daldıkça derinlerden bir şeylerin onu çağırdığını duydu. Her gün dalgalarla boğuşa boğuşa denize girdi. Debelendi durdu ama kulağına çarpan dalga sesinden başka bir şey duyamadı. Rüzgârın sessizce estiği zamanlar da oldu. Bu zamanları fırsat bilip dalgalarla konuşmaya çalıştı. Ama dalgalar cevap vermedi. "Kulluk bize en büyük payedir” der gibi hep birlikte köpüre köpüre kumsala koşmaya devam ettiler.

Fersan'ın küçük kızı Nazlı, çekindi kıyıdan girmeye. "Dalgalar çişleri kıyıya taşıyooor" dedi, "Dünyanın başkanı mı izin verdi denize çiş yapılmasına? Neden böyle!” diye söylendi durdu. Binbir nazla iskeleden girmeyi kabul etti, çişleri geçtim yaşasın, diyerek neşeyle derinlerde yüzdü. Büyük kızı Havva zaten hiç kendine yediremezdi alçaktan girmeyi. O da boyuna iskeleden atladı, dalgaları yararak yüzdü de yüzdü.

Çocuklarına denizde oynamaları için aldığı şişme oyuncak flamingo bile dayanamadı rüzgâra. Denizin üzerinde daha çocuklar üstüne çıkmaya fırsat bulamadan uçtu gitti rüzgârla. E flamingo bu, uçacak tabii, diyerek çocuklarını yumuşatmaya çalıştı Fersan ama sürekli uçup uçup gidince arkasından koşmak zor geldiğinden, bir süre sonra vazgeçti onu denize götürmekten. Pembe kuş, bu yazı, salonun bir köşesinde süs olarak geçirmeye mecbur kaldı. Gelen tatilci arkadaşları “aaa pembe flamingo” diye sanki tanıdık birini görmüş gibi tepki verince şaşırdı. Meğer bizim salon-süslüsü dünya çapında tanınıyormuş diyerek gururlandı. Havuzda fotoğraf çektirmek isteyen komşuları duyunca flamingonun havalı havalı salonda durmasından rahatsız olmadı. Zaten kim uğraşacaktı ki şimdi flamingonun havasını indirmekle…

Köpekler bile miskindi bu tatil beldesinde. Nadiren bir arabanın peşinden havlayarak koşmak dışında bütün gün bir kuytuda yatar, gözleri baygın bakar, insan gördü mü kaçar, ancak birileri yemek götürmeye gittiğinde hafifçe kıpırdanırlardı.

Fersan da giderek miskinleşti burada. Kimseyle ilişki kurmak istemiyor, rutin işlerini yapıp kalan zamanlarda kitaplarının arkasına saklanmak istiyordu. Pembelerin hayal pembesine dönüşmesi gibi onun da gerçekliği hayallere dönüştü burada. Sanki puslu bir ekran sahnesine bakıyor gibi izliyordu hayatı. Eskiden olsa, begonvillerin altına uzanır, cennet burası olmalı, derdi. Şimdi yalnızca ağaçların gölgelerini izliyor, gölgelerden takip ediyordu hayatı. Sabah uyandığında duvarında ağaç gölgeleri varsa güneş biraz yükselmiş, saat 7 civarı demekti, hiç gölge yoksa güneş yükselmiş, demek epey uyumuş saati 8:30 etmiş demekti. Sonra uzayan kısalan gölgeler, güneş batınca evlerin ışıklarının gölgeleri, geç saatlerde ay ışığının gölgesi... ama hep hareketli gölgeler, rüzgârın gölgesi ve gölgelerle gelen düşünceler...

Çok eskiden böyle değildi tabii. Arkadaşlarıyla dışarı çıkar, sabahlara kadar eğlenir, öğlen vakti uyanıp yine arkadaşlarıyla buluşurdu. Ama üniversiteden sonra kimse gelmez oldu. Pek çoğu işe girmiş, bir kısmı şehir, bir kısmı da ülke değiştirmişti. Yazlığın olduğu yerin nüfusu çok fazla artmıştı aslında ama, yağmur arttığında görüş mesafesinin azalması gibi, Fersan’ın da yarenlik edebilecek kişileri görme kapasitesi azalmıştı.

20 sene önce sevgilisiyle (şimdiki kocası) gittiği çok güzel bir mekan vardı. Bu yaz değişiklik iyi gelir diyerek çocukları götürdüğünde bu ıssız koyun her santimetrekaresine-bir-beachclub yapıldığını görünce şaşırıp kaldı. Küçücük bir koyda bu kadar çok insanın nasıl yüzeceğini düşündü ama bazılarının denize boy vermek için değil boy göstermek için geldiğini görünce rahatladı. Bu dümdüz denizin keyfini çocuklarıyla birlikte çıkarabilecekleri anlamına geliyordu. Ama ne yazık ki orası da iç sıkıntısını gidermeye yetmedi. Birkaç yüzüp birkaç yüz lira bıraktıktan sonra kaçarak evlerine geri geldiler.

İyi bir aşk için romantik olmanın gerektiği ve romantizmin de ay ışığı, yıldızlarla falan ilgili olduğunu zannettiği ilk yıllarında sevgilisiyle birlikte bu koyda, bir gece deniz bisikletiyle denize açılmışlardı. Geceleri, şehrin ışıkları yerine yıldızların aydınlattığı zamanlardı. Bu ‘romantik’ gecede —yani sahilden öyle görünüyordu— denizin siyahlığı onları ürkütmüş, beyinleri cinsellik yerine denizin bilinmezliği üzerine fanteziler ürettiği için, sürekli denizi gözetlemekten birbirlerine bile dönememişlerdi —ne öpüşmesi!

Demek insan korkunca, gözü sevgilisini bile görmüyordu. Belki de bu yüzden Ç.Ö. ve Ç.S. olarak ayırıyordu hayatı. Çocuktan Sonra korkuları hiç bitmedi. Çocuğun emdiği dönemde 'ya bana bir şey olursa, çocuğuma kim bakacak’ korkusu, biraz büyüyüp kendi kendine gezinmeye başladığında 'ya kendine zarar verirse’ korkusu, okula başladığında 'ya başarısız olursa' korkusu, hiçbir şeyin öngörülemediği bu memlekette 'gelecek korkusu’, yine çocukların 3. sayfa haberlerine konu olabildiği bu memlekette 'ya çocuğumun başına bir şey gelirse’ korkusu, yaşamı tehdit eden hava kirliliği ve iklim değişikliği yüzünden gezegenin geleceği için duyduğu endişe, kaygı, korku…

Ah bir becerebilseydi kendini akışa kaptırmayı, bir başak tanesi gibi rüzgârla birlikte salınabilmeyi... Fakat hiç durmadan esen rüzgâr düşüncelerini dalgalar gibi köpürtüyor, beyninin derinliklerinden olmadık şeyleri çıkartıp yüreğinin kıyısına taşıyor, yüreğini kabartıyordu.

Belki konuşabileceği birkaç arkadaşı olsa yüreği hafifleyecekti ama kimseyi aramak içinden gelmiyordu. Herkes mutlu mutlu tatil fotoğrafları çekerken Fersan gölgelerin fotoğraflarını çekip durdu yaz boyu. Paylaşacak havalı bir flamingo fotoğrafı bile olmadı, olamadı. Nitekim rüzgâr flamingonun da havasını almayı başardı. Havuz kenarında unutulduğu bir gün, sitenin bahçesinde özgürce uçmak isteyince dallara takılarak şişme hayatının sonuna geldi pembe flamingo. Boynu bükük, gövdesi sönük bir köşeye atıldı. Bu yazdan kalan son fotoğraf da bu oldu…





* * *

Evren’e gelince, Evren yazdıkça rahatladı. İçinin sıkıntısı geçti. Flamingonun ‘her şeye rağmen gülümsemesi’ni alıp yüzüne taktı. Artık klavye arkadaşını bırakıp insan arkadaşlarıyla buluşmaya, ailesini sevgiyle kucaklamaya hazırdı. Latife Tekin’in etkisinden çıkıp kendi sesine dönebilirdi. Ama “Sevgili Arsız Ölüm” kitabını öyle çok sevdi ki bu yazıyı yazmadan yapamadı. Mutlu tatil fotoğrafları da artık başka bir yaza kaldı...


No comments: